Günlük arşivler: 15 Ağustos 2015

TARİH : MİLLÎ MÜCADELE’DE TÜRK-FRANSIZ İLİŞKİLERİ (1918-1921)

Cumhuriyet-054

MİLLÎ MÜCADELE’DE TÜRK-FRANSIZ İLİŞKİLERİ (1918-1921)

Giriş

Uluslararası ilişkileri şekillendiren dış politika, insanlık tarihi kadar eski bir alandır. Dış politikanın temel hareket noktasını milli menfaatler oluşturur. Temel hedef barışın korunması, yabancı devletlerle iyi ilişki ve işbirliğini geliştirmektir. Bu ilişkiler iki taraflı veya çok taraflı olarak yürütülür. Hemen her ülkenin dış politikasını oluşturan, yönlendiren farklı etkenler vardır. Bu etkenlerden zaman içinde değişebilir olanlar yanında kalıcı olanlar da vardır. Örneğin değişmeyen etken ülkenin dünya siyasi coğrafyasındaki yeri ve konumudur. Ekonomik çıkar, askeri güç ve kamuoyu diğer etkenler arasında sayılabilir.[1]

Bu makalede; 1918-1921 yılları arasında temelde ekonomik çıkarlara ve sömürgeciliğe dayanan bir anlayışla, bir imparatorluğun parçalanması, milli birliğin, vatanın bölünmez bütünlüğünün misak-ı milli kararları doğrultusunda savunulması için verilen mücadele ile yeni bir milli devletin kuruluşu ve bu süreç içerisinde Türkiye ile Fransa arasındaki olaylar biraz da tarihsel bir kronoloji ile verilmeye çalışılacaktır.

Gerek üzerinde bulunduğu jeopolitik ve stratejik konumu gerekse verimli toprakları ile Anadolu; yüzyıllardır ülkelerin ulaşmayı hayal ettikleri bir değer, üzerinde 700 yıl süren bir imparatorluğu yaşatmış olmanın verdiği tarihsel önem ile her zaman adeta geleceğe geçiş durumundaki köprü olma özelliği ile de ileride yine önemli olmaya devam edecek bir uygarlıklar beşiğidir.

Mondros Mütarekesi’yle İtilaf Devletlerince bölüşülen ve Fransa’nın payına düşen, bir dönem Mezopotamya, günümüzde Kilikya olarak da adlandırılan Çukurova bölgesi, konumuz itibariyle Fransız menfaatleri açısından oldukça önem taşıyan bir bölge durumundadır. Bu bölgede Fransa, öncelikle birtakım iktisadî menfaatler elde edebilirdi. Çünkü, bölge pamuk tarımına son derece elverişliydi ve pamuk ihtiyacının tamamına yakın bir kısmını ABD ve İngiltere’den karşılamakta olan Fransa için bu ümit verici bir imkandı. Nitekim Fransız yazar Paul du Veou, "Buğday, çavdar, arpa, boyu iki metreyi bulan mısır, darı, pirinç, pamuk… 250.000 ton pamuk elde edilir ki, bu miktar Fransız dokuma endüstrisini karşılamaya kâfi gelir.”[2] diyerek, bu bölgeyi Fransız endüstrisi için vazgeçilmez olarak görmektedir.

Fransa’yı bölgeye göz dikmeye sürükleyen nedenlerden biri de bölgenin verimliliğinin yanı sıra, Mersin gibi demiryolu bağlantılı bir limana sahip olmasıydı. Aynı zamanda, Avrupa’dan ve Anadolu’dan Suriye’ye ve Fırat vadilerine tek geçiş yolunun Çukurova olması bu bölgeyi Batı Asya’nın en önemli politik, ekonomik ve stratejik noktası yapmıştır.[3] Yukarıda adı geçen Suriye Bölgesi ise, Fransa için Mısır’ın eksiklerini tamamlayan bir bölgeydi. Özellikle askeri açıdan ihtiyaç duyulan kereste, Suriye’den temin edilebilirdi. Diğer taraftan bölge Fransız ipek endüstrisi için de oldukça önemliydi.[4] Görüldüğü gibi Fransız yazarlar, Çukurova’yı Suriye’nin bir parçası sayarken resmi makamlar ise bölgeyi bir koloni haline getirmeyi planlıyordu.

Milli Mücadele’de Çukurova’nın durumu ve bu dönemde Türk-Fransız ilişkilerine değinmeden önce iki tarafın bu tarihten önceki ilişkilerine, gelişme süreci içinde değinmek yerinde olacaktır.

Türk-Fransız İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi

Bilindiği gibi Türk-Fransız ilişkileri Haçlı seferlerine kadar uzanmaktadır. Bu dönemde ilişkiler savaş ilişkileri olup, doğal olarak her iki toplumun birbirlerine sempati duymalarına engeldi. Ancak; 1525 yılına gelindiğinde ilginç bir olayla ilişkiler dostluğa dönüşmüştür. Bu tarihte Pavia Meydan Savaşı’nda Roma-Germen İmparatoru Charles-Quint’e esir düşen Fransa Kralı I. François, o tarihlerde Avrupa’nın en büyük gücünü temsil eden Kanuni Sultan Süleyman’dan (Fransızların iltifat dolu deyimi ile Muhteşem "Le Magnifique”) yardım ister. Hıristiyan dünyasının güçlü devletlerinden biri olan Fransa’nın Kralı, İslam dünyasının halifesi Türk Sultanı’ndan yardım istiyordu. Böyle bir şey Türkler açısından muhtemel bir Haçlı cephesinin parçalanması demekti. Aynı zamanda Türklerin Avrupa işlerine müdahalesini de meşru kılacaktı. Kanuni Sultan Süleyman, olayı bir büyüğe sığınmış olarak görmenin gururuyla, Fransa Kralı’na istediği yardımı fazlasıyla yaptı.[5] Hatta Fransa’ya ilk kapitülasyonların başlangıcı olan bazı imtiyazlar da tanınır. Kapitülasyonlarla birlikte kurulan ticaret merkezlerine yerleşen yabancılar ve onların ihtiyaçları dolayısıyla siyasal, kültürel ve dini birtakım imtiyazlar da beraberinde gelmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde Fransız etkisi başlamıştır.

18. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti duraklama devrine girerken Fransa, Avrupa’nın en kuvvetli devleti durumundadır. Zorunlu olarak girişilen Batılılaşma hareketlerinde Fransa, yol gösterici olmuştu. Osmanlı, Batı’yı Fransa ile tanımaya başlamıştı. Öyle ki, bir dönem, tüm Avrupalılar "Frenk”, tüm Avrupa ülkeleri de "Frengistan” olarak tanınmıştı. Diğer Avrupa devletlerine göre ekonomi, kültür ve eğitim yönünden diğer ülkelere göre büyük üstünlük sağlamış olan Fransa’nın Osmanlı Devleti üzerindeki bu ayrıcalıklı durumu, özellikle İngiltere tarafından hep kıskançlıkla izlenmişti.

Artık gerileme ve çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti verdiği imtiyazlar sayesinde Avrupa’nın en imtiyazlı ülkesi konumuna gelen Fransa için en kıymetli pazar haline gelmiştir. Öyle ki, 1789 Fransız Devrimi öncesi Osmanlı Devleti’ne en çok mal satan devlet Fransa’dır. Böylece Türk-Fransız ilişkileri siyasi sahadan iktisadi alana yönelmiştir. Osmanlı Devleti’nin Fransız dostluğuna en çok ihtiyaç duyduğu bu dönemde Fransa, Osmanlı toprakları üzerinde bir sömürge imparatorluğu kurma denemelerine girişerek, 1798’de bir Osmanlı eyaleti olan Mısır’a asker çıkarırken, 1830 yılında da Cezayir’i işgal edecektir.

Birinci Dünya Savaşı’na gelindiği zaman, sömürgecilik yarışında karşı karşıya gelen büyük Avrupa devletleri bloklara ayrılmışlar; çıkarları konusunda çatışan İngiltere, Fransa, Rusya ve bu ülkelere ek olarak İtalya, daha savaş içindeyken aralarında yapmış oldukları gizli antlaşmalarla Osmanlı Devleti topraklarını paylaşmaya girişmişlerdi.

1915 Mart/Nisan tarihinde, İngiltere, Rusya ve Fransa arasında Londra’da imzalanan İstanbul Antlaşması’yla İstanbul ve Boğazlar Çarlık Rusyası’na veriliyor; 26 Nisan 1915’te İtilaf Devletleri İtalya’yı Almanya’nın yanından kendi saflarına çekebilmek için yaptıkları Londra Antlaşması’yla, İtalya’ya Oniki Ada üzerindeki egemenlik haklarının tanınacağı ve Antalya bölgesinin verilmesini kabul ediyorlardı. 16 Mayıs 1916’da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması’yla Suriye Kıyıları, Çukurova (Kilikya), Sivas, Elazığ (Harput), Maraş, Antep ve Mardin Fransa’ya veriliyor, Halep, Şam, Musul’u da içine alan bir üçgende nüfuz kurması benimseniyordu. İngiltere ise Basra’dan Bağdat’a kadar tüm Güney Mezopotamya’yı ve Akka, Hayfa limanlarını alıyordu. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın bu bölüşümünü, Erzurum, Trabzon, Bitlis, Muş, Siirt ve Türk-İran sınırını içine alan bölgenin kendisine verilmesi kaydıyla kabul ediyordu. 17 Nisan 1917 tarihli Saint Jean de Maurienne Antlaşması’yla Antalya, Aydın, İzmir ve Konya ilinin büyük bir kısmının İtalya’ya verilmesi kabul ediliyordu.[6]

Savaşın başlangıcından beri Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Almanlara yakınlığını gören İngiltere, Arap topluluklarını Osmanlılara karşı ayaklandırıp, Arap Yarımadası’nda savaş garantisi sağlayabilmek için Mekke Şerifi Hüseyin ve Necd Emiri İbni Suud ile de gizli antlaşmalar yapmıştır. Planlananın aksine, 1917 Ekim Devrimi’yle iktidara gelen Bolşevikler, Çarlık rejimini deşifre etmek amacıyla, bütün bu gizli antlaşmaları ortaya sereceklerdir.

Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile birlikte İtilaf Devletleri, yukarıda sözünü ettiğimiz gizli antlaşmalara uygun olarak işgallere başlamışlardı. İngilizler 1 Kasım 1918’de Musul’u, 9 Kasım’da İskenderun’u işgal ettiler. Bunlarla yetinmeyen İngilizler Adana vilayetinin de boşaltılmasını istemişlerdi. 11 Aralık 1918’de Fransız subayları yönetiminde dört yüz kişilik yerli Ermenilerden kurulu bir Fransız taburu Dörtyol’u, 17 Aralık’ta yine çoğunluğu Ermenilerden oluşan bin beş yüz Fransız askeri Mersin, Tarsus, Adana ve Pozantı’yı işgal etmişlerdi.[7]

Çukurova’nın işgalini takiben 1 Ocak 1919’da Antep, 22 Şubat 1919’da Maraş, 24 Mart 1919’da Urfa İngilizler tarafından işgal edilmiş, 12 Kasım 1919’dan itibaren General Dufieux yönetiminde Fransız kuvvetlerine bırakılmıştı. İngilizler Çukurova ve Suriye’den çekilmeleri karşılığı olarak, Sykes¬Picot Antlaşması gereği Fransızlara ait olan Musul’u alıyorlardı.

Savaş boyunca İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı topraklarını gizli anlaşmalarla paylaşırken, Ermenilerden ve onlara verilecek topraklardan hiç söz edilmemiş olmasına rağmen, şimdi aynı sömürgeci devletlerin Ermenileri emellerine alet ettiklerini görmekteyiz. Özellikle Amanos Dağlarından Adana ve İskenderun Körfezi’ne kadar uzanan bir alanı Fransızların ellerinden bulunan beş, altı bin kişilik bir kuvvetle neredeyse Fransa’nın yarısı kadar olan bu bölgeyi savunmaları oldukça zordu. Dolayısıyla Fransa ve İngiltere Ermenileri Türklere karşı kullanarak, bölgedeki Türk egemenliğini tesirsiz hale getirmeyi denediler.

Fransa ise, pamuk üretimi bakımından oldukça zengin olan Çukurova, Urfa, Maraş, Antep, Antakya’ya yerleşebilmek için kısmen İngiliz askeri desteğinden faydalanırken, asıl hedefi Ermenilere hami görünüp bölgedeki Türk hakimiyetini kırmayı düşünüyordu. Böylece İngiltere ve Fransa’nın koruyuculuğu altına giren Ermeniler, güney illerinde Türk nüfusunu azaltmak ve Kilikya Ermeni Devleti’ni kurmayı tasarlıyorlardı.[8]

Bölgedeki Türk çoğunluğuna karşın güdülen siyaset gereği, Fransızlar Amerika, Mısır, Suriye ve Fransa’dan göçmen Ermenileri bölgeye taşıdılar. Yöreyi işgal eden ve General Gouraud’nun emrinde bulunan altı Fransız Taburu’ndan üçü Ermenilerden meydana gelmişti. Fransız kaynaklarına göre 1919 senesinin sonlarına doğru 120.000 civarında Ermeni’nin güney vilayetlerine yerleştirildiği iddia edilmektedir.[9]

Özellikle Fransızların Adana Vilayeti Genel Valisi Albay Bremond’un himayesi altında bulunan Ermeniler, Fransız askeri elbiseleri altında bölgedeki Türk mevcudiyetini kırmak amacıyla, baskı, zulüm ve haraç almak gibi faaliyetlere giriştiler. Ayrıca bunları Fransızlar tarafından uygulanan keyfi para cezaları, vergilerin artırılması, hapsetmek gibi faaliyetler de izledi.[10]

Fransızlar bölgeyi işgallerinde sadece Ermenilerden yararlanmamış, Cezayir, Tunus, Fas ve Senegalli Müslüman askerlerden de -Türklerin İslamiyet’ten ayrılarak Bolşevik oldukları ve halifeye karşı isyan ettikleri propagandasıyla- yararlanmışlardır.[11]

Milli Mücadele Dönemi (1918-1921)

31 Ekim 1918’de Alman Mareşali Liman von Sanders’ten, Yıldırım Orduları Grubu komutanlığını devralan Mustafa Kemal Paşa, ordu karargâhının bulunduğu Adana’da, 3 Kasım 1918’de Ahmet İzzet Paşa tarafından kendisine gönderilen mütareke metninin bir suretini almış bulunuyordu.[12]

Bu şekilde Mondros Mütarekesi’nin ağır şartlarını öğrenen Mustafa Kemal Paşa, bunun bir mütareke değil, Türkiye’ye empoze edilen teslim şartlarının kabullenilmesi olduğunu görmüştü. Özellikle Mütareke’nin 7.maddesi olan güvenliklerinin tehlikeye düşmesi halinde herhangi bir stratejik noktasını işgal hakkı verilmesi bunu açıkça gösteriyordu. Antlaşma metninde stratejik noktalar gibi belirsiz sözcükler kullanılması, bu devletlerin gerçek amaçlarını gizlerken, Kilikya gibi sınırları belli olmayan müphem kavramlardan dolayı Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı Hükümeti’ni uyarmış,[13] ne var ki Sadrazam ve Harbiye Nâzırı Ahmet İzzet Paşa, 4 Kasım 1918’de verdiği cevapta "… Kilikya hududu icabederse bildirilecektir”[14] gibi iyimser bir cevap vermiştir. Mütareke’yi bizzat imzalayan Rauf (Orbay) ise bunun kendisi ve Osmanlı Devleti için bir başarı olduğu görüşünde idi. Ayrıca Mütareke sırasında Amiral Calthrope’un kendisine Adana’nın işgal edilmeyeceğine dair güvence olarak mektup verdiğini söylüyordu.[15]

Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa Mütareke’ye temkinli yaklaşıp, maddelerin çoğunu kabul edilemez bulurken, Osmanlı devlet adamları İngilizlere fazlasıyla güven duymaktadırlar. Ne var ki Mustafa Kemal Paşa’nın haklılığı gecikmemiş, 3 Kasım 1918’de Mütareke’nin 7. maddesine göre Musul işgal edilmiştir. Yine aynı tarihte İskenderun limanlarındaki mayınların toplanması bahanesiyle İskenderun işgal edilmiştir. İşgaller devam ederken Yıldırım Orduları Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa ile Sadrazam İzzet Paşa arasındaki yazışmalar devam etmiş, neticesinde İzzet Paşa; "işgale karşılık verilmemesini”[16] istemiştir. Mustafa Kemal Paşa 5 Kasım 1918’de İstanbul’a verdiği bilgide, İskenderun’a çıkacak İtilâf Devletleri askerlerine ateş açılması emrini verdiğini yazmıştır. İngilizlerin İskenderun’dan yararlanabileceği yönünde cevap alması üzerine, İzzet Paşa’dan Yıldırım Orduları Komutanlığı görevinden alınmasını talep etmiş ve 13 Kasım 1918’de İstanbul’a varmıştır.[17] İstanbul’da İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan savaş gemilerinden oluşan hazin tabloyla karşılaşan Mustafa Kemal Paşa, mütarekenin uygulanış biçimi ve bu gelişmelere seyirci kalan İstanbul hükümetinin tutumunu da göz önüne alarak Anadolu’ya geçip milli mücadeleyi başlatma kararını almıştır. Anadolu’ya resmi bir görevle gitmesi, gerek sivil, gerek askeri erkânı denetimi altına alabilmesi açısından oldukça önemliydi.

Mütareke sonrası Anadolu’daki etnik grupların toprak talepleri, Mustafa Kemal’e beklediği görevin verilmesine vesile olmuştur. Rumların Karadeniz’de Pontus Rum Devleti kurma faaliyetlerine Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’ne bağlı yerel güçlerin sert direnişleri karşısında, katliam tehditleri ile karşı karşıya kaldıklarını iddia ederek İtilâf Devletlerinden yardım istediler. Calthorpe imzasıyla 21 Nisan 1919’da İstanbul Hükümeti’ne bir nota verilerek asayişsizliğin giderilmediği takdirde bölgenin işgal edileceği bildirildi.[18] Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın beklediği fırsat karşısına çıkmış 30 Ekim 1919’da 9. Ordu Müfettişliği’ne tayin emri, 6 Mayıs’ta ise askeri ve mülki idarede istediği en geniş yetkileri kapsayan yetki talimatı çıkarıldı.

19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, daha önceden tasarlamış olduğu Milli Mücadele’yi fiilen başlatıyordu.

Bir yandan almış olduğu yetkileri çok iyi kullanarak Kolordu Komutanları ile yazışarak askeri gücü organize ederken, diğer taraftan sivil idarecilere gönderdiği yazılarla halkı işgallere karşı bilinçlendirerek mitinglerle protestolarını sağlıyordu. Mitinglerin ilk sonucu 67 Türk devlet adamının Malta’ya sürülmeleri ile sonuçlanmış, Mustafa Kemal Paşa da bu faaliyetlerinden dolayı geri çağrılmıştı.[19] Mustafa Kemal Paşa, bu çağrıyı reddederek, Milli Mücadele’yi millete maletmeye çalışıyordu. Bu amaçla 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum ve 4 -11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi’ni gerçekleştirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu faaliyetlerini yakinen izleyen Fransızlar, O’nun siyasi ve askeri gücünün farkındadırlar. Nitekim 6 Kasım 1919’da Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne çektiği telgraf sonucunda, Antep, Urfa ve Maraş’ta halk işgalleri protesto etmek amacıyla mitingler düzenlerken, Fransız Yüksek Komiserliği’ne protesto telgrafları çektirerek Fransa’yı doğrudan hedef alıyordu.[20]

Gelişmeler karşısında Fransızlar, Mustafa Kemal Paşa ile temasa geçmek üzere, Suriye’de Fransız Yüksek Komiserliği de yapmış olan George Picot’u görevlendirmişlerdi. 7 Aralık 1919’da

Sivas’a gelen Picot, Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı görüşmelerde "bölgedeki Fransız işgalinin sona erdirilmesi, aksi takdirde Türklerin bu toprakları geri almak için savaşa devam edeceği”[21] şeklindeki Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerine karşılık, Fransa’nın Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını desteklediğini, Sivas’a hareketinden önce Ermeni kıtalarına yeni işgal olunan yerlerden çekilmelerini emrettiğini söylemiştir. Ayrıca Anadolu’da kendilerine sağlanacak olan ekonomik ayrıcalıklara karşılık olarak Maraş, Antep, Urfa ve Kilikya’nın boşaltılmasının ve barış konferansında doğan İtilâf Devletlerinin de bu konuda Fransa’yı örnek alarak işgal ettikleri yerleri terk etmelerinin mümkün olabileceğini söylemiştir. Picot bu sözlerden sonra Mustafa Kemal’den bölgede Fransızlara karşı bir isyan çıkarılmamasını rica etmiş, Mustafa Kemal Paşa ise Fransızlarla Ermeniler olay çıkarmadığı takdirde Müslüman halkın saldırıya geçmeyeceğine dair güvence vermiştir.[22]

Picot-Mustafa Kemal görüşmesinden olumlu bir sonuç çıkmamış olmasına rağmen, bu olay, Fransızların Mustafa Kemal Paşa’nın gücünü tanımış olmaları bakımından önemlidir. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde ise İstanbul Hükümeti’nden başka bir muhatap tanımayan İngilizleri bu görüşme oldukça rahatsız etmiştir. Bu görüşmeden çıkartılacak başka bir sonuç ise; Fransızların işgal ettikleri bölgelerdeki temel amaçları ekonomik ayrıcalıklar elde etmektir. Bu da ancak barış halinde sağlanabilecektir. Bu nedenle Picot sonrasında da çeşitli temsilcileri kanalıyla Mustafa Kemal Paşa ile anlaşma yolları aramışlardır. 1920 Şubatı’nda Amiral de Bon’un girişimleri, 23 Mayıs 1920’de Gouraud’nun çabaları sonucunda 29 Mayıs’tan itibaren 20 günlük ateşkes antlaşması imzalanmıştı. Buna göre, Antep, Siirt ve Pozantı bölgeleri boşaltılarak kamu güvenliği Türk jandarmasına bırakılacak, savaş esirleri ve diğer tutuklular takas edilecek, bölgede Fransız işadamlarına ve yönetimine ayrıcalık tanınacak, buna karşılık olarak da Fransızlar milli mücadele hareketini destekleyeceklerdi.[23]

Bu antlaşma, 8 Haziran 1920’de Fransızların Zonguldak Ereğlisi’ne asker çıkarmaları üzerine bozulmuşsa da, antlaşma sonucunda 11. Tümen’in Adana Cephesi’nden Batı Cephesi’ne kaydırılmış olması, bu cepheyi güçlendirmişti. 9-10 Ocak 1921 Birinci İnönü Savaşı sonrasında ise İtilaf Devletleri, Londra’da konferans masasına oturmak zorunda kalmışlardı.

Özellikle Misak-ı Milli’yi kabul ettirmek amacıyla Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey Londra’da görevlendirildi. Bekir Sami Bey, Fransız Başbakanı Briand ile 11 Mart 1921’de politik, askeri, ekonomik nitelikte ve Türkiye-Suriye sınırını belirleyen bir antlaşma imzalıyordu.[24]

Bekir Sami Bey’in kendi inisiyatifiyle imzalanan bu antlaşma Misak-ı Milli’ye aykırı oluşu nedeniyle Ankara tarafından onaylanmamıştır.[25]

Antlaşma onaylanmamış olsa da bu olay Ankara Hükümeti’nin İtilâf Devletleri tarafından dikkate alındığı bir konuma ulaştığını göstermektedir. Bu durum Moskova’yı harekete geçirerek 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması’nın imzalanmasına vesile olacaktır. Moskova Antlaşması Fransızları telaşlandırmış olup, Anadolu’da Bolşevik etkinliğinin artması ile tarihi çıkarlarının tehdit altına gireceği endişesi, Ankara ile bir an önce antlaşma yapmaya itmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, Çukurova’da Fransızlarla Ermenilere karşı tüm gücünü seferber ederken, diğer taraftan Suriye’de Arap milliyetçiliğini destekleyerek daha önce Osmanlı yönetiminde çalışmış kişilerin yardımıyla bölgenin birçok yerinde milli teşkilatlar kurdurtmuştu.

Bu teşkilatlar sayesinde Suriye içindeki demiryollarının kullanılmasını engelleyerek Fransızların Anadolu’ya silah sevkiyatı yapmalarının önüne geçilmişti.[26]

Öte yandan, 1921 yılında Fransa’da başbakanlığa getirilen liberal eğilimli Aristide Briand, Avrupa’da barışın egemen olmasını ve Türkiye ile hemen bir barışın yapılmasını istiyordu. Zaten 1920 yılından başlayarak Fransız kamuoyunda Milli Mücadele’nin lehine bir hava oluşmuştu.[27]

Bu havanın oluşmasında her iki ülke arasındaki entelektüel yakınlığın da önemli bir rol oynadığını belirtmeliyiz. Daha önce de ifade edildiği üzere, Osmanlı Devleti’nin kültürel yakınlığı sonucu, Türkiye’de eğitim görmüş Türk Aydınları, Mustafa Kemal Paşa da dahil olmak üzere, yabancı dil olarak Fransızca biliyorlardı. Bunun sonucunda Türk aydınları ile pek çok Fransız aydın ve subayları arasında içten dostluklar kurulmuştu. Pierre Loti, Claude Farrere, Berthe George Goulis, Franklin Bouillon, Colonel Mougin[28] bunlardan bazılarıdır.

Nitekim Pierre Loti, Çukurova’nın işgali karşısında "Çukurova Türk vatanının en ayrılmaz parçası, hatta kalbidir”[29] diyerek, Türklerin ölüm fermanı niteliğindeki Sevr Antlaşması için de "… I. François ve Muhteşem Süleyman tarafından onaylanan ve İttifaklara sadık kalan dostlarımızın ölüm kararını imzalamaya hazırız. oysa Türklerin ülkelerinde sayı bakımından ezici bir üstünlüğü, din, dil, kültür birliği vardır.”[30] diyerek ülkesinde Türkiye lehine kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır.

Sözünü ettiğimiz tüm bu siyasi, iktisadi ve entelektüel yakınlık sonucu, Fransız Başbakanı Briand, Fransız parlamentosunda dışişleri komisyonu başkanlığı görevini yürütmekte olan Franklin Bouillon’u Mustafa Kemal Paşa ile bir antlaşma yapmak üzere görevlendirmiştir.

Deneyimli bir politikacı olan Bouillon, 9 Haziran 1921’de Ankara’ya gelerek Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Fevzi (Çakmak) Paşa’nın da hazır bulunduğu ve iki hafta süren toplantıda Mustafa Kemal Paşa ile görüşmelerde bulunmuştur.[31]

Oldukça tartışmalı geçen görüşmelerde Bouillon, bir emrivaki de olsa Sevr gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerektiğine değinerek, Londra’da Bekir Sami ile yapılan Antlaşmanın temel alınmasını istemiştir. Mustafa Kemal Paşa ise hareket noktalarının Misâk-ı Milli olduğunu belirterek, "Sevr Antlaşması’nı kafasından çıkaramayan milletlerle güven ilkesine dayanan işlemlere girişemeyiz. Bizim açımızdan böyle bir antlaşma yoktur.”[32] gibi sert bir açıklaması sonrasında Franklin Bouillon’a Misâk-ı Milli metnini açıklamıştır. Özellikle kapitülasyonların kaldırılması ve tam bağımsızlık maddeleri, üzerinde en çok tartışılan konular olmuştur.[33] Mustafa Kemal Paşa’nın bu maddeler üzerinde taviz vermeyeceğini gören Bouillon, Londra’da yapılan Antlaşmanın Fransızlara nüfuz bölgeleri oluşturma hakkı tanıyan maddelerin Ankara tarafından kesinlikle kabul edilemeyeceğini Paris’e bildiriyordu.[34]

Bu sıralarda Ankara Hükümeti lehine önemli gelişmeler yaşandı. Fransızlar, Türk birlikleri karşısında Zonguldak’ı, Yunanlılar Adapazarı’nı, 4 Temmuz 1921’de de İtalyanlar Antalya’yı terk etmek zorunda kaldılar. Yunan ordusunun Ankara üzerine ilerlemesi, -sonucunu merakla bekledikleri- Sakarya Savaşı’nda da Türk Ordusu’nun zafer kazanması üzerine, Fransa, Ankara Hükümeti’nin askeri ve siyasi gücünü görerek, Franklin Bouillon’a Kilikya’nın Fransız kuvvetleri tarafından boşaltılabileceği bildirilerek, Ankara hükümetinin şartlarını kabul etmesi yolunda talimat verilmiştir.[35]

20 Ekim 1921’de Yusuf Kemal (Tengirşenk) ile Franklin Bouillon arasında gerçekleştirilen Ankara İtilafnamesi ile siyasi, askeri ve diğer bazı konularda taviz verilmeksizin Güney bölgeleri işgalden kurtarılırken, Ermenilerin Çukurova üzerindeki hayalleri de son buluyordu. Böylece Misâk-ı Milli İtilaf Devletlerinden biri tarafından fiilen tanınırken, İngiltere-Fransa arasında zaten var olan anlaşmazlıklar daha da büyüyordu. İtilafname İngiltere’de dehşet ve şaşkınlıkla karşılanacak, İstanbul’daki İngiliz temsilcisi Sir Horace Rumbold ise, Lord Curzon’a bu konuda bilgi verirken, Fransa’nın Antlaşmayı imzalamasını "Şerefsiz bir hareket”[36] olarak niteleyecek kadar ileri gidiyordu.

Türkler yönünden antlaşmanın başka bir önemi de Güney Anadolu Cephesi’nin tasfiyesi ile bu cephelerdeki askerler ile savaş araçlarının, Fransızlardan satın alınanlarla birlikte, Batı Cephesi’nde kullanılmasıdır. Bütün bunlar İtilaf Devletleri tarafından hazırlanmış olan Sevr Antlaşması’nın artık uygulanma şansının kalmadığının açık bir kanıtıdır.

Antlaşma uluslararası boyutu ile ele alındığında, Doğu’da sömürge yönetimi altında yaşayan halklara, Türklerin bu zor şartlar altında kazandığı zaferle, yenilmez olarak gördükleri bir Avrupa devletlerine karşı bağımsızlık adına bir ümit kaynağı olmuştur.

Antlaşma Fransa’da da sevinçle karşılanmış, özellikle bu bölgede bulundurmak zorunda kaldıkları 60-70 bin askerin mali yükünden kurtulmuşlardı. Bu Fransızlar açısından yılda beş yüz milyon Frank tutarında bir harcamadan kurtulmak anlamı taşıyordu.[37] Antlaşma, siyasi açıdan da Fransa’ya önemli kazançlar sağlamıştır. Yapılan bu antlaşma özellikle İslam dünyasında Mısır ve Hindistan’da sevinçle karşılanmış, bunun sonucunda bu ülkeler de Fransa ile ilişkilerini güçlendirmişlerdir.[38] Yine bu antlaşma ile yardım konusunda tek alternatif durumunda olan Moskova’nın yanına bir de Paris’in eklenmesi Ankara hükümeti için siyasi bir zafer olarak değerlendirilmiştir.

Ankara Antlaşması’nın Türkiye açısından tek olumsuz yönü, Hatay’ın Misak-ı Milli sınırları dışında tutulmasıdır. Ancak antlaşmaya konulan "İskenderun Bölgesi (Hatay) için özel bir yönetim kurulacaktır. Bu mıntıkanın Türk ırkından olan halkının kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylık sağlanacaktır. Türkçe resmi dil olacaktır.” maddesi çerçevesinde -Suriye üzerinden Mandat rejiminin kaldırılması ve bu ülkeye bağımsızlık verilmesi için Fransa ile Suriye arasında 9 Eylül 1936’da bir antlaşma yapılmış ve Türkiye yukarıda sözü edilen hükümlere dayanarak- harekete geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın 1923 yılında Adana’ya yaptığı gezide kendisini siyah bayrakla karşılayan Hataylılara "Kırk asırlık Türk Yurdu yabancı eline bırakılamaz” diyerek verdiği sözü, Avrupa’nın içinde bulunduğu karışıklıktan faydalanarak, büyük bir politik mücadele sonrasında bağımsızlığına kavuşturarak tutmuştur.

Doç. Dr. Adil DAĞISTAN

Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 272-277

Dipnotlar :

[1] Mustafa Yılmaz…vd.; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ortak Kitap, Siyasal Kitabevi, 3. Baskı, s. 239.

[2] Paul du Véou, La Passion de la Cilicie (1919-1922), Paris 1937, s. 11.

[3] Pierre Redan, La Cilicie et la Problème Ottoman, Paris 1921, s. 6.

[4] Suriye’de Fransız menfaatleri için bkz. Reşat Sagay, XIX ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma Siyasetleri, İstanbul 1972, s. 74 vd; Dominique Chevallier, "Lyon et la Srie en 1919”, Revue d’Histoıre 1960, s. 277.

[5] Bu dönemde Türk-Fransız ilişkileri ile ilgili olarak geniş bilgi için bkz.; Abdurrahman Çaycı, Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti (1838-1911), Ankara 1995; İsmail Soysal, Fransız İhtilâli ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara, 1987.

[6] Gizli Antlaşmalarla ilgili geniş bilgi için bkz.; E. E. Adamovu, Sovyet Devlet Arşivi Gizli Belgelerinde Anadolu’nun Taksim Planı, Çev.: Hüseyin Rahmi (Apak), İstanbul 1972, s. 25 vd.; Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, İstanbul 1938, s. 11; Yuluğ Tekin Kurat, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1986, s. 17 vd.

[7] İşgallerle ilgili olarak bkz.; T. C. Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklâl Harbi, IV. Cilt, Güney Cephesi, Ankara 1966, s. 5 vd.; Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. 1, Ankara 1973, s. 39 vd.

[8] Kamuran Gürün, Ermeni Dünyası, Ankara 1985, s. 283.

[9] Véou, a.g.e., s. 87; Redan, a.g.e., s. 88; Türk kaynakları için bkz.; Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara 1951, s. 172.

[10] Türklere karşı uygulanan bu faaliyetler için bkz., ATASE Atatürk Özel Arşivi, Klasör 16, Dosya No: 335/37, Fihrist. 60.

[11] Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Haziran 1955, s. 12, Belge No. 308.

[12] Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da 1919-1921, Ankara 1981, s. 50.

[13] Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul Hükümeti’ni uyarıları ile ilgili yazışmalar ile ilgili olarak bkz.; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, s. 27 Ankara (Mart) 1959, No. 714.

[14] Bıyıklıoğlu, a.g.e., s. 52.

[15] Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1976, s. 51 vd.

[16] Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, s. 28, Ankara, (Haziran) 1959, No. 721.

[17] a.g.d., s. 735.

[18] Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi, Ankara 1968, s. 42; Gothard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara 1971, s. 104.

[19] Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, Ankara 1985, s. 95 vd.; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, C. 1, İstanbul 1966, s. 256.

[20] Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. 1, Ankara 1973, s. 196; Bige Yavuz, Türk-Fransız İlişkileri 1919-1922, Ankara 1994, s. 37 vd.

[21] Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953, s. 268.

[22] Cebesoy, a.g.e., s. 271.

[23] TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. 1, Ankara 1985, s. 43.

[24] Anlaşma metni için bkz.; Sonyel, a.g.e., C. II, s. 135 vd.; Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Dış Politikası’nda 50. Yıl, Kurtuluş Savaşımız (1919-1922), s. 101 vd.

[25] Atatürk, Nutuk-Söylev, C. II, s. 787; TBMM Gizli Celse Zabıtları, C. II, s. 4.

[26] Sonyel, a.g.e., C. 1, s. 189.

[27] Luis Basın, "Mustafa Kemal Atatürk et la Turcologie Française”, Turcica, Paris, 1981, s. 16.

[28] Bkz.; Adil Dağıstan, "Türk Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türk-Fransız Yakınlaşmasında Claude Farrère’nin Rolü”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XV, Temmuz 1999, s. 501.

[29] Pierre Loti, La Mort de Notre Cherè France en Orient, Paris 1920, s. 80.

[30] Pierre Loti, Les Alliés Qu’il Nous Faudrait, Paris 1919, s. 2.

[31] Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Ankara, 1981, s. 233 vd.; Selek, a.g.e., s. 667; Ali Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s. 141 vd.

[32] Atatürk, a.g.e., C. II, s. 831 vd.

[33] Ener, a.g.e., s. 278; Sonyel, a.g.e., C. 11, s. 199.

[34] Yavuz, a.g.e.,’den Archives du Ministère des Affaires Etrangères, Série E Levent Turquie, C. 172.

[35] Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919-1922, Ankara, 1988, s. 213; Sonyel, a.g.e., C. 11, s. 199; İtilafname metni için bkz.; İsmail Soysal, Tarihleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, C. 1, Ankara, 1983, s. 50 vd.

[36] Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, 12. Baskı, İstanbul, 1994, s. 338.

[37] Daver Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul, 1961, s. 260; Ener, a.g.e., s. 280; Türkgeldi, a.g.e., s. 143.

[38] Yavuz, a.g.e., s. 150.

IŞİD DOSYASI : MİT, Emniyet’ten aldığı 60 yabancıyı IŞİD’e verdi

IŞİD’in bombalı saldırısında 32 kişinin öldüğü Şanlıurfa’da skandal bir olay yaşandığı ortaya çıktı. İddiaya göre, geçtiğimiz yıl şehirde gözaltına alınan 60 yabancı MİT tarafından IŞİD’e teslim edildi. Skandalın arkasından İl Emniyet Müdürü Eyüp Pınarbaşı çıktı. Yabancıların, Pınarbaşı’nın bilgisi dahilinde MİT’e verildiği öğrenildi.

Şanlıurfa’da son günlerde yaşanan terör olayları, ildeki güvenlik ve istihbarat zafiyetini tartışmaya açtı. Geçtiğimiz ay Suruç ilçesinde IŞİD mensubu bir canlı bombanın saldırısı sonrası 32 kişi hayatını kaybetti. Bu olayın hemen ardından Ceylanpınar’da polise yönelik suikast gerçekleştirildi. İl Emniyet Müdürü Pınarbaşı ise güvenlik zafiyetinin üzerini örtmek için ‘paralel’ safsatasına sarıldı. Pınarbaşı’nın “İlimizin plaka tanıma sistemi ‘abiler’inden aldığı talimatla kapatılarak asayiş ve terör olayları tırmandırılmaya çalışılmıştır.” şeklindeki iddiası yalan çıkarken, kentte yeni bir skandal yaşandığı ortaya çıktı. Nokta Dergisi’ndeki iddiaya göre, terör örgütü IŞİD’e katılmak üzere İstanbul ve Ankara üzerinden Şanlıurfa’ya gelen yüzlerce yabancı ülke vatandaşları, polis tarafından gözaltına alındı. Nisan-Ekim 2014 tarihleri arasında yakalanan kişiler hakkında Şanlıurfa Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şube Müdürlüğü’nde işlem yapıldı. Ancak sınır dışı edilmesi gereken 60 yabancı, İl Emniyet Müdürü Eyüp Pınarbaşı’nın bilgisi dahilinde önce Asayiş Şube Müdürlüğü nezarethanesine konuldu, üç gün sonra da Şanlıurfa’da görevli Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) personellerine teslim edildi. MİT de Suriye’de savaşmak için gönüllü olan bu kişileri sınırın diğer tarafına geçirerek IŞİD’e verdi. Terör örgütüne teslim edilen kişiler arasında Amerikan vatandaşı Johan Castillo B., Alman Toni N., Fransız Mahmut B. ile Rus Dzheren E. ve Rusina M. gibi isimler bulunuyor.

Emniyet kaynakları ise yakalanan yabancı ülke vatandaşlarıyla ilgili izlenmesi gereken bütün prosedürlerin düzenlenen kanunlarda açıkça ortaya konulduğuna dikkat çekiyor. Oturumu olmayan yabancı kişilerin, yapılan işlemlerin hemen ardından 3 gün içerisinde sınır dışı edilmesi gerektiğini vurgulayan kaynaklar, “Burada Emniyet Müdürlüğü tarafından yapılan usulsüz bir işlem söz konusu. Buna rağmen bu kişiler hangi saiklerle MİT’e teslim ediliyor? Neden sınır dışı edimedi?” değerlendirmesinde bulunuyor. Uzmanlar ayrıca emniyet müdürünün personeline gözaltına alınan şahısların MİT’e teslim edilmesi yönünde bir talimat veremeyeceğinin altını çiziyor.

ANKARA’DA IŞİD OPERASYONU: 12 GÖZALTI

Öte yandan Ankara merkezli 4 ilde terör örgütü IŞİD’e eşzamanlı şafak operasyon düzenlendi. Sabah saatlerinde yapılan operasyon kapsamında 12 kişinin gözaltına alındığı öğrenildi. Başkent’teki baskınlardan biri, Etimesgut Devlet Hastanesi karşısındaki sokakta gerçekleştirildi. Olası bir çatışma ihtimaline karşı tedbirli davranan polis, burada yaklaşık dört saat kaldı. Yapılan aramaların ardından bir kişi gözaltına alındı.

TARİH : ORTA ASYA’NIN JEOPOLİTİK KONUMU VE OLUŞTURULMAK İSTENEN BÖLGESEL GÜVENLİK SİSTEMİ

Turk_Dunyasi-054

ORTA ASYA’NIN JEOPOLİTİK KONUMU VE OLUŞTURULMAK İSTENEN BÖLGESEL GÜVENLİK SİSTEMİ

Bugün hızla yeni bir dünya düzeni oluşmakta. Peki bu nasıl bir düzen? Tek kutuplu mu yoksa çok kutuplu mu, bütün ulusların ve devletlerin barış içerisinde birarada yaşadığı ve küresel işbirliği yaptığı bir dünya düzeni mi, yoksa bir “Medeniyetler Çatışması”mı?

Bugün hem Orta Asya ülkeleri hem de dünyanın genelinde uygulanmakta olan modern politik yöntemler gerek dinamizm, gerekse iç çelişkiler açısından farklılıklar göstermektedir. Bir yanda Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinde merkeziyetçilikten uzaklaşma yönelimi mevcutken, diğer yanda her geçen gün artan bir entegrasyon gereksinimi oluşmaktadır.

“Orta Asya” sadece coğrafi bir kavram olarak nitelendirilemez. Bu bölge içerisinde yer alan ülkeler barış, güvenlik, ekonomi ve ekoloji konularında yaşanan sorunlara çözüm getirme noktasında birbirlerinden bağımsız hareket edemezler. Her ülke kendi jeopolitik strateji ve amaçlarını, kendi ulusal politikasını ortaya koymaya çalışmaktadır. Aynı zamanda, Orta Asya’nın güvenliği, Orta ve Yakın Doğu, Güney Asya ve Bağımsız Devletler Topluluğu gibi dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan barış ve istikrar sorunlarından da ayrı tutulamaz.[1]

“Farklılıkların Birliği” terimi de, varoldukları süre boyunca Orta Asya devletlerinin yaşadığı benzer ve aynı zamanda birbirinden ayrı jeopolitik ve ekonomik değişimlere atıfta bulunmaktadır. Bunlar;

  • Bu ülkelerin ortak Sovyet sonrası, totalitarizm sonrası, koloni sonrası tarihleri ve bugün farklı politik ve ekonomik sistemlere geçişlerini,
  • Serbest pazar ve sosyalist ekonomi, daha güçlü bir hukuk sistemi ve demokratik toplum oluşturma aşamasında yaşanan ortak sorunları içermektedir.

Ama bu devletler ne kadar farklı deneyimler yaşamış olurlarsa olsunlar kendileri için önemli konular söz konusu olduğu zaman birbirleri ile işbirliğine girmekten kaçınmamaktadırlar.

  • Farklı tarih ve deneyimlerine rağmen bu ülkelerin tarih boyunca sahip oldukları manevi, kültürel ve etnik birliktelik, daha ileri bölgesel işbirliği ihtimalini kuvvetlendirmekte ve daha güçlü bir bölgesel güvenlik yaratmaktadır.
  • Afganistan ve Tacikistan’da yaşanan askeri çatışmalar ulusal ve bölgesel sınırların savunması konusunda ortak bir fikir oluşmasını sağlamıştır.[2]

Karşılıklı anlayış, sabır ve etkileşim ile Orta Asya devletleri bölgesel problemlerin çözümü konusundaki çabalarını güçlendirmeye devam edebilirler. Orta Asya’da ekonomik ve politik istikrarın sağlanması Amerika ve Avrupa gibi Rusya’nın da çıkarları açısından yakından ilgilendiği bir konudur.

21. Yüzyılın Başında Orta Asya’nın Jeopolitik Konumu

Orta Asya ülkeleri yüzyıllar boyunca, 130 yıldan fazla süren ve kolonileşme çağı olarak adlandırılabilecek "Büyük Oyun”un nesneleri konumunda idiler. 1860’lardan itibaren Rusya ve İngiltere, Orta Asya’da kendi etki alanlarını yaratabilmek amacı ile büyük bir mücadeleye giriştiler. Bölgenin kaderini de "Büyük Oyun” adı verilen bu mücadele tayin etmiştir. Bu bölge Türkistan adı altında Rus İmparatorluğu tarafından ele geçirildikten sonra oldukça büyük bir güce sahip olan askeri bakana bağlanmıştır.

1917 yılında Rus Çarlığı’nın düşmesi sonucunda Orta Asya devletleri arasında bir ulusal bağımsızlık umudu ortaya çıkmışsa da bu umut kısa bir sürede yok olmuştur. Akabinde, 1924-25 yılları arasında Sovyetler, tarihsel, dinsel ve kültürel kökenleri ortak olan ve bunu kendisinden ayrılmak için haklı bir gerekçe olarak sunabilecek durumda bulunan Orta Asya devletlerinden duyduğu endişe sebebi ile bölgeyi beş ayrı cumhuriyete böldü. Orta Asya’nın beş devlete bölünmesi, ortak kökten geliyor olmalarına rağmen, Orta Asya devletleri arasında giderek artan bir kriz ve güvensizliğe yol açtığı söylenebilir.[3]

Orta Asya bugün dünya üzerinde Batı ve Doğu’nun çıkarlarının çatıştığı ender coğrafyalardan biridir. Daha da önemlisi bölge, Türkiye, Pakistan, İran gibi İslam dünyasının önde gelen güçlü ülkelerinin gözünde sahip olduğu jeopolitik önemi taşımaya devam etmektedir.[4] Bugün 21. yüzyılın başlarında Orta Asya ülkeleri benzer bir oyuna bu kez yabancı rejimlerin kuklası olmak istemeyen aktif katılımcılar olarak tekrar dahil olmuşlardır.

Bölge sınırları içerisinde tekrar varolan bu "Büyük Oyun” aslında artan dış etkiler aracılığıyla Orta Asya’nın oluşan potansiyel dönüşümünün bir habercisi durumundadır. Peki, böylesine artan dış etkilere karşı ne yapılmalılar? Güç dengeleri oluşturma amacına yönelik olarak stratejik ortaklık oluşturmak, bağımsız devletlerin bağımsızlıklarını koruma yolunda atılacak çok önemli bir adımdır. Ne yazık ki Orta Asya devletleri arasında halihazırda kolektif bir savunma sistemi bulunmamaktadır.

Dağılan eski Sovyetler Birliği’nin Orta Asya’nın bugünkü jeopolitik konumu üzerindeki etkisi de rahatlıkla gözlemlenebilir. Orta Asya ülkelerinin sahip oldukları ortak politik, ekonomik ve sosyal dönüşüm "eylem-karşı eylem”, "anlaşmazlık-işbirliği” metodu ile yürütülmektedir. Yeni bir güç dengesi oluşturulduğunda varolan işbirliği yeni şartlar ve kurallar altında geliştirilecektir. Yeni bir güç dengesi taraflar arasında gelecekte oluşabilecek olası çatışma yaratmakla birlikte, varolan ideolojik farklılıkların daha ‘soğukkanlı’ ilişkilere dönüşmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Peki Orta Asya’da gerçekleşebilecek olası bir çatışmaya kimler katılabilir? Rusya, ABD, Batı Avrupa, fundamentalist İslam ülkeleri ya da Çin? …

İki liderin, yeni Avrasya’nın lideri olan Rusya ve dünyanın lideri olan ABD’nin, Orta Asya’nın mevcut ve öngörülebilir jeopolitik problemlerine dönük kendilerine ait farklı planları vardır.

Rusya, halen bölgenin büyük gücüdür ve bu gücünü devam ettirebilecek potansiyele de sahiptir. Bunun son örneklerinden biri de uzun süreli Tacikistan müdahalesidir ki Rusya bu müdahalede Bağımsız Devletler Topluluğu’nun desteğini almış ve Tacikistan’a 30,000 asker yerleştirmiştir.

Rusya’nın 1996’dan önce oldukça zayıf görülen, Orta Asya’da nisbi bir barış ortamı oluşturma çabaları, hem biraz esneklik sinyalleri hem de bölgedeki ülkelerin ulusal çıkarlarını da dikkate alma arzusu göstermeye başladı. Diğer taraftan Orta Asya devletleri Rusya’nın dış politik amaçlarına karşı kendi pozisyonlarını netleştirme çabası içerisindedirler.

Rusya ile Orta Asya devletleri arasında her ülke ile ayrı ilişki kurulmuş olmakla birlikte Kazakistan ve Özbekistan’ın Rusya’nın gözünde her zaman ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu belirtmekte de yarar vardır. Rusya’nın çıkarları ve bu çıkarları gerçekleştirme amacına yönelik olarak kullandığı yöntemler Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden yıllar içerisinde birçok kez gözden geçirilmiş ve değişikliğe uğramıştır. Rusya ve Orta Asya ülkeleri arasındaki ilişkide varolan talepler ve Orta Asya devletlerinin istenmeyen Rus dış politikasına karşı oluşturduğu ‘cevaplar’ şu maddelerle özetlenebilir;

  • Rusya Orta Asya’yı bir stratejik çıkar kuşağı olarak görürken, bu bölge sınırları içerisinde yer alan devletler, Rusya’nın savunma, ekonomik ve dış politikasının kendi ulusal çıkarlarını göz önünde bulundurmasını ve aynı zamanda bağımsızlıklarının kabul edilmesini talep etmektedirler.
  • Rusya Orta Asya’yı hem ürünlerini satabileceği büyüyen bir pazar hem de bir hammadde kaynağı olarak görmektedir. Bölge sınırları içerisinde yer alan devletler ise Rus ithalat ve ihracat pazarlarında kendi üretimlerinin fiyatlandırılması söz konusu olduğunda eşit-ekonomik ortak olma eğilimi taşımaktadırlar.
  • Orta Asya devletleri halkları, kültürleri ve gelenekleri ile daha uyumlu, daha iyi ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri sağlayabilmek için nasıl bir model oluşturmaları gerektiğinin üzerinde durmaktadırlar. Bu modeller, mekanizmalar, yazılı ve ahlaki normlar birçok kez Rusya tarafından belirlenenlerle uyum göstermemektedir.
  • Orta Asya devletleri (durumu henüz netlik kazanmayan Tacikistan dışında) Rusya ile karşılıklı çıkar ve içişlerine karışmazlık ilkesi temelinde stratejik ortaklık kurma çabasındadırlar. Rusya ise halen bölge üzerindeki ulusal çıkarlarını netleştirmeye çalışmaktadır.[5]

Orta Asya devletleri jeopolitik ve ekonomik konumları, savunma yapıları, gelişen iletişim ve bilgi ağları nedeniyle halen Rusya’ya bağımlıdır ve uluslararası ilişkilerde bir denge oluşturmaya çalışmaktadırlar.

Bölge sınırları içerisinde yer alan devletler arasında varolan bir güç dengesi arayışı, Orta Asya’nın eski imparatorluk merkezinin geleneksel etkisini deneme-yanılma yöntemi kullanarak devam ettirmektedir.

Dış jeopolitik güçler şu etmenler sebebiyle bölgeyle ilgilidir;

  • – Bölgenin hayati jeopolitik pozisyonu,
  • – Tüm dünyaca önemi kabul edilen enerji kaynakları (petrol ve gaz),
  • – Rusya için bölgenin jeostratejik önceliği.

Bu etmenlerin hepsi birden hem devletler hem de bölgenin geneli için jeostratejik bir öncelik oluşturmakta ve gerek Rusya gerek diğer jeopolitik güçlerin bölge güvenliği ve yerel istikrarının güçlendirilmesi üzerindeki etkilerine bağımlı olmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri Orta Asya devletlerinin bağımsızlıklarını kazandıkları dönemi takip eden süre içerisinde Amerika’nın bu bölge üzerinde doğrudan ulusal çıkarlara sahip olmadığı fikri vardı.

Bugün ise bu düşünce yerini Amerika’nın bu devletler ile ekonomik bağlarını geliştirmesi, güçlü diplomatik ve askeri ilişkiler kurması gerektiği fikrine bırakmıştır. Amerika şu anda bölgede sahip olduğu prestijin keyfini sürmektedir. Diplomatik çabaları göz önüne alırsak Amerika’nın ilerideki ekonomik gelişme ve yabancı yatırıma önayak olma şansı hayli yüksek görünmektedir.

Amerika’nın bir başka çıkar noktası ise istikrarsız Orta Doğu’nun rezervlerinden sonra dünyanın ikinci en büyük petrol ve gaz rezervlerinin bulunduğu ve bölge sınırları içerisinde yer alan Hazar Denizi’dir.

Amerika’nın Hazar Denizi’nde bulunan petrol ve gaz rezervleri üzerindeki çıkarları onun Avrasya üzerinde sahip olduğu diğer çıkarları ile bağlantılıdır. Örneğin Amerikan politikasını oluşturanlar son zamanlarda tekrar oluşabilecek bir Rus İmparatorluğu’na, Rusya’nın bölge sınırları içerisindeki petrol ve gaz rezervlerine girerek boru hatları üzerinde tartışmasız bir kontrole sahip olacağına bunun da Amerika’nın serbest girişini sınırlandıracağına dair büyük endişeler taşımaktadırlar. Daha da ötesinde radikal İslam, devlet ve rejimler, Orta Asya’yı kendi stratejik etki alanlarına dahil edebilir; Çin de böyle bir teşebbüste bulunabilir.

Bütün bu etmenler Amerika’nın Orta Asya devletlerine ekonomik refaha ulaşma yolunda verdiği desteğin en önemli sebepleridir. Ekonomik gelişme bu ülkelerin bağımsızlıklarını sürdürmelerinin garantisi olacak, radikal İslamcı etkileri devre dışı bırakacak ve Amerikan ürün ve hizmetleri için kazançlı bir pazar oluşmasını sağlayacaktır. Geniş çaplı bir ekonomik gelişme oluşturulamaz ise bu devletler, politik istikrarsızlığa her zaman düşebilirler. Bu devletlerde politikayı belirleyen zümre Amerika’yı sadece ekonomik başarısı açısından değil; aynı zamanda diğer devletlerle yaşadığı ideolojik rekabete rağmen sahip olduğu önderlik noktasında da örnek almaktadırlar.

Bugün Amerika Avrasya’da her zaman sahip olduğundan daha geniş hareket serbestisine sahiptir. Ve tarihte ilk kez Amerika ve müttefikleri Avrasya topraklarına ve ekonomi kaynaklarına girme noktasında bu kadar geniş bir serbestiye sahiptirler. Meclis ve yürütme, bölgeyi ilgilendiren enerji, ticaret, jeopolitika ve güvenliği entegre edebilecek, detaylı bir İpek Yolu stratejisi yaratmışlardır. Amerika bugün bölgede pazarların geliştirilmesi, sanayi ve tarım alanlarında özelleştirmenin sağlanması, hukuk düzeninin oluşturulması ve işlerlik kazandırılması, eğitimde yardımlaşma ve sivil toplumun güçlendirilmesi konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yaratmış oldukları İpek Yolu stratejisi diplomatik işbirliğinin yanısıra bu devletlere sağlanacak askeri ve politik desteği de içermektedir. Amerika’nın bölge üzerinde önemli ekonomik ve stratejik çıkarları bulunmaktadır.

Bir araştırmacının öncelikli araştırılması gereken konu olarak Orta Asya devletlerinin, Rusya’nın ve Amerika’nın bölge üzerindeki ulusal çıkarlarını dengeleyebilecek hangi ciddi yolların varolduğunu bulmaktır?

Orta Asya tarihsel, kültürel ve dinsel açıdan bir çok katmandan meydana gelmiş bir mozaiktir.[6] Devletler tek tek incelenmeli ve gerek komşuları gerekse bölgesel güçler ile kurdukları ilişkiler ele alınmalıdır. Bölge sınırları içerisinde yer alan devletlerin bireysel durumlarının incelenmesi, bölgeye "eski Sovyetler Birliği’nin bir parçası” ya da "Müslüman dünyasının bir parçası” gözüyle bakılmasından daha yararlı sonuçlar doğuracaktır.

Orta Asya, devrim niteliğinde bir ekonomik, politik ve kültürel değişimin içindedir. Bölgenin insanları geçmişte Sovyet rejiminin ve coğrafyanın kendilerini dışında bıraktığı küresel ekonominin ve modernizasyonun bir parçası olmak istemektedirler. Ama bu isteklerinin önünde muhtemel iki büyük engel vardır ki bunlar da çökmüş ekonomileri ve militan İslamiyet’tir. Gerek bölge sınırları içerisinde yer alan devletlerin hükümetleri, gerekse dünya güçleri açısından atılması gereken en önemli adım sonradan şiddetli anlaşmazlıklar doğurabilecek rekabeti ortadan kaldırarak işbirliği içerisinde yaratılan İpek Yolu stratejisine işlerlik kazandırmak ve bölgesel zenginliklere gerek yerel, gerek yabancı tarafların ulaşabilmesini mümkün kılmaktır. Eğer ekonomik ve politik reformlar başarıyla gerçekleştirilemez ise, başka bir deyişle içte ve sınırlarda yüksek tansiyonlu anlaşmazlıklar yaşanırsa, bölge bir terörizm yuvası, radikal dinsel ve politik düşüncelerin yatağı, kısacası bir savaş alanı haline gelebilir.

Dünyanın liderleri olarak bahsettiğimiz devletlerin radikal İslam’a karşı Orta Asya’da oluşturulmaya çalışılan istikrara destek vermeleri gerekmektedir. Gelişmiş ülkelerin katılımıyla oluşturulacak üç taraflı ve/veya çok taraflı ekonomik projeler, karşılıklı çıkar işbirliğinin sağlanmasında güvenilir bir garantör olacaktır.

Sonuçta, Rusya ve Amerika’nın stratejik ortak geliştirmeleri aslında bir tezat oluşturmaz. Bu stratejik yaklaşımla Rusya-Amerika-Orta Asya ortaklığının tüm tarafları birbirlerini tamamlayarak ve teşvik ederek bugün bölge üzerindeki ulusal çıkarlarını gerçekleştirebilirler. Belki de sorulması gerekenler arasında en önemlisi Rusya’nın kendini tanımlama süreci içerisinde Orta Asya’da durumun ne olması gerektiğidir? En az bunun kadar önemli bir diğer soru ise Amerika’nın kendi iç problemlerine dönerek tekrar o eski izolasyon politikasını benimsemesi durumunda bölgede ne olacağıdır?

Şimdi de biraz bölgedeki diğer önemli jeopolitik komşu ve devletlerden bahsedelim.

İran; Müslüman Orta Asya devletlerini, ideolojisini yayabileceği ve ürünlerini satabileceği bir pazar, bir potansiyel etki alanı olarak görmektedir. İran kendi topraklarından geçerek körfeze ulaştırılan enerji ihracından kâr etme düşüncesindedir. Buradan kazanılan para ile Orta Asya’da Sovyet zamanında izin verilmeyen cami ve dini eğitim merkezleri inşasına ağırlık vermişlerdir. Ama İran sadece Şiiliğe kucak açmıştır. Aynı zamanda bölgede İran kaynaklı terörizme dair çok az kanıtlar mevcuttur. Bölge sınırları içerisinde yer alan devletlerin seküler hükümetleri potansiyel bir aşırı dinci patlamanın endişesini taşımakta bu sebeple de İran’ın hareketlerini dikkatle izlemektedir.

Çin, içerisinde Hong Kong’u barındırması, Tayvan’a meydan okuması ve Pasifik Okyanusu’na odaklanması sebebi ile bölgeyi stratejik olarak geri plana itmiştir. Çin, bölgede bir statüko oluşturmak ve huzursuz Uygur Türklerini (Kuzeybatı Çin’de yaşayan) kontrol altında tutmak ile ilgilenmektedir. Bunları gerçekleştirebilmek için Çin, Orta Asya’daki komşularıyla iyi ilişkiler kurmaktadır. 1996 yılında Şangay’da Çin, Rusya, Kazakistan ve Kırgızistan liderleri tarafından imzalanmış olan ve askeri destek ve devlet sınırları üzerine yapılan antlaşma bugünkü Asya güvenlik sisteminin önemli bir öğesidir. 1997’de Çin tekrar aynı ülkelerle asker azaltma antlaşması imzalamıştır. Bu arada Çin, Batı Kazakistan’dan başlayarak Sincan bölgesine kadar uzanan dünyanın en uzun boru hattını inşa etme planları yapmaktadır. Ama Çin bölge üzerinde jeostratejik dengeleyici misyonunu üstlenmenin kendisine bir çıkar sağlayacağını düşünmemektedir.

Pakistan; Orta Asya’nın enerji kaynaklarına geçiş hakkı elde etmeye çalışmaktadır. Arkasına aldığı ve radikal İslamcı bir hareket olan Taliban desteği ile Pakistan, Afganistan’ı ele geçirmek istemektedir.

Afganistan; Kendisine miras kalan istikrarsızlık ve savaşçı tarih ile bütün gelişim planlarının önünde zor bir bölge olarak durmaya devam etmektedir.

Dış güçlerin bölge üzerinde ideolojik, jeostratejik ve ekonomik etki için savaştığı göz önünde bulundurulursa ortada bir çelişki olduğu gözlenebilir.

Orta Asya ülkeleri için çelişki kendi kendilerine yetebilmeleri için acil olarak ihtiyaç duydukları ekonomik ve politik çözümler ile yapısal dönüşümü tamamiyle sağlamaya olanak verecek uzun süreli ve zorlu aşamalar arasında kalmaktır. Burada hem eskiyi koruma hem de oluşacak yeni jeopolitik bağımlılığın ulusal çıkarları ile uyum göstermemesi riskleri mevcuttur.

Sorun: Orta Asya’da stratejik ve öncelikli ortaklıkların kombinasyonu nasıl olabilir?

İmparatorluğun eski merkezi açısından çelişkiler ise bugünkü stratejik olasılıklar ile hem Orta Asya’da hem de küresel boyutta sahip olunan stratejik çıkarları yürütebilecek finansal kaynakların yetersizliğinden oluşmaktadır. Rusya’nın içerisinde Orta Asya’ya yönelik politikanın ne olması gerektiği konusunda yerel bir savaş hüküm sürmektedir.

Sorun: Rusya’nın bölge üzerindeki stratejisini ne etkileyecektir; iş dünyası, askeriye, endüstri, bürokrasi?

Ortak devletler için çelişkiler Orta Asya’nın jeostratejik konumunu kullanma olasılığı ile sahip olmak istedikleri finansal kaynaklar arasında oluşmaktadır. Sonuç olarak, yeni jeostratejik hedefleri hem bölge genelinde hem de tek tek devletler temelinde oluşturmaya devam ediyor.

Sorun: Ortak ülkeler ile Orta Asya ülkelerinin çıkarları arasındaki ilişki nedir?

Çelişkiler sisteminin ortak jeopolitik koşulları. Orta Asya ülkelerinden hiçbirisinin bu sorunlara getirdiği bir çözümü yoktur.

Sorun: Bölge sınırları içerisinde yer alan devletlerin 21. yüzyıl dünya topluluğuna girebilmek için seçtikleri jeostratejik ve bölgesel hedefler nelerdir?

İşte çözülmesi gereken “sorunlar grubu” budur.

Bölge sınırları içerisinde yer alan devletlerin dış taleplere verdikleri cevaplar bağımsızlığı teşvik edecek ve bu da onları ulusal birlik ve hükümetler arası ekonomik entegrasyona ulaştıracaktır. Orta Asya devletleri uzun vadeli ekonomik ve politik istikrar istedikleri için kendi sistemlerini Batı modeli demokrasi ve kapitalizme dönüştürmek için mücadele vermektedirler. Diğer yandan da halkları, gelenekleri ve kültürleri ile uyum sağlayacak ekonomik, politik ve sosyal gelişme hedefleri aramaktadırlar.

Orta Asya devletleri için gelecekteki güvenlik hedefleri birbirlerinin daha derin bir entegrasyona gidip gitmeme konusundaki kararlarına bağlı olmakla birlikte bütün bu devletler ortak güvenlik hedeflerini kendi ulusal çıkarlarının bile önüne koymuşlardır. Aynı zamanda Amerika, Avrupa ve Rusya gibi lider konumda olan güçlerin Orta Asya’da bir güvenlik ittifakı oluşturulmasına katkıda bulunmaları da bölge devletleri tarafından arzu edilen bir diğer noktadır. Bu ittifak;

  • Bölgeyi büyüyen radikal İslam ve onunla bağlantılı teröre karşı koruyacak,
  • Petrol boru hatlarının düşman topraklarda inşa edilmesini engelleyecek,
  • Uyuşturucu ve silah trafiğini durduracak.

Tarih boyunca görülmüştür ki; bir bölgede istikrar ve barışın sağlanabilmesi için bölgesel ittifakların kurulması gerekmektedir. Bir ülke kendi güvenliğine yapılan saldırılar karşısında ittifak yardımı almaz ve tek başına kalırsa başarısız olacaktır. Orta Asya devletleri arasında bölgesel güvenlik üzerinde yoğunlaşan görüşmeler ve bilgi alışverişleri yakın bir gelecekte Orta Asya genelinde bir güvenlik sisteminin oluşacağının sinyallerini vermektedir. Devamlı artan bu görüşmeler devletlere, güvenliklerine yönelik saldırılarda kendi ulusal güvenlik sistemlerinin ne kadar yetersiz kaldığını, bölgesel bir güvenlik sistemi yaratabilmek için birbirleri ile daha sık ve daha geniş işbirliğine girmeleri gerektiğini kanıtlamıştır.

Sınırlar Ötesi Güvenlik Tehditleri: Afganistan ve Tacikistan

Etnik tansiyon, çatışma ve politik istikrarsızlıkların savaşlara neden olması yanında, yükselen terörizmin, uyuşturucu trafiğinin, yasadışı silah ticaretinin, insan hakları ihlallerinin ve diğer sınırlar ötesi güvenlik tehditlerinin başlıca sebepleri arasında sayılmaktadır.[7] Orta Asya’nın en büyük çatışma problemleri Afganistan ve Tacikistan’dır. Orta Asya’ya köktenci grup ve fikirlerin girmesinden duyulan büyük bir endişe vardır. Dini fanatizmin en karanlık yanı kendisini geleneksel İslam değerlerine dönüş kisvesi altında saklayabilmesidir. Böyle bir yargı Müslüman toplumunu köktenci ve köktenci olmayanlar diye iki gruba ayırmaktadır. Köktenciler İslam’ın politizasyonundan sorumlu olanlardır. İslam’ın gerçek değerlerini savunmak adı altında düzenledikleri terörist saldırılar için diğer radikal İslami gruplardan finansal destek alırlar. Her türlü dini fanatizm Orta Asya güvenliği için bir tehdit konusudur. Orta Asya devletleri köktenciler tarafından desteklenen terörist saldırıların bilincinde olarak politize edilmiş radikal İslam’ı dikkatle takip etmektedirler. Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan, Tacikistan’daki barış sürecine yardım konusunda uluslar arası güvenceler temelinde bir protokol imzalamışlardır. Bu yerel savaş, aynı zamanda 500,000 mültecinin Orta Asya ve etrafına dağılmasına da sebep olmuştur.

Orta Asya devletleri, gerek kendi bölgelerinde gerekse bölgeleri dışında, radikal İslamcı saldırılar (Afganistan’dan kaynaklanan) başta olmak üzere birçok konuda birlikte hareket etmeye başlamışlardır.[8]

Orta Asya’da Bölgesel Bir Güvenlik Sistemi Oluşumu

1995 yılında Kazakistan ve Kırgızistan’ın üyesi olduğu Birleşmiş Milletler destekli Orta Asya barış gücü "Centrazbat’a Özbekistan’ın da katılımı ile bölgesel askeri ittifak oluşmaya başladı. Bu ülkeler aynı zamanda NATO tarafından oluşturulan Barış İçin Ortaklık Programı’na da katıldılar. Bu devletler o tarihten itibaren Orta Asya bölgesi dahil olmak üzere aralarında "İşbirliği Osprey 96” ve "İşbirliği Osprey 98”in (Amerika topraklarında) de bulunduğu birçok askeri tatbikata katılım göstermişlerdir.

Orta Asya’da bölgesel güvenliği sağlama yolunda atılan en önemli adımlardan biri 1997 yılında bölgenin nükleer silahlardan arındırılmış bölge olarak ilan edilmiş olmasıdır. Orta Asya’da nükleer silahlardan arındırılmış böyle bir bölgenin yaratılmış olması, yeni nükleer güçler Hindistan ve Pakistan’ın da katılımıyla birlikte bölgenin neredeyse tamamen nükleer güçler ile çevrili olduğu düşünüldüğünde, Orta Doğu ve Güney Asya gibi dünyanın değişik bölgelerinde de buna benzer çalışmaları desteklemesi açısından da çok önemlidir. Bunun yanında Asya’da yeni yeni oluşan güvenlik tehditleri arasında nükleer atıkların emniyetsiz bir şekilde atılması ve sayısı artan nükleer silahlar bulunmaktadır. Böylece, bazı serseri devletler, Sovyet askeri sanayi ürünlerinin hurdaya çıkmış bazı parçalarını elde etmeye çalışabilirler. İhracat kontrol mekanizmaları zayıftır ve bu ülkeler; herşeyi herhangi bir müşteriye satma konusunda büyük bir ekonomik baskı altındadırlar.

21. Yüzyılda Orta Asya Güvenliği

Orta Asya’daki güvenlik ve barış koşulları dört ayrı jeopolitik aşamada oluşmaktadır:

  • Ulusal,
  • Bölgesel, bölge sınırları içerisinde yer alan bütün devletlerin istikrarlı ekonomik ve politik gelişimleri,
  • Alt bölge, Orta Asya devletlerinin komşu ülkelerle barışçıl ilişkileri,
  • Küresel, bilim ve teknolojide yaşanan son gelişmelerin bilgisi doğrultusunda oluşan çok kutuplu dünya.

Bölge güvenliği, küresel ekonomik ilişkiler içerisinde ve uluslar arası yapılarla etkileşim içinde olmak isteyen bölge devletlerinin hedefe yönelik çalışmaları sonucunda oluşmuş olmakla birlikte kıtalar arası güvenlik sistemlerinin oluşturulmasına da büyük katkı sağlayacaktır.

Orta Asya devletleri bugün güvenlik hedeflerine ulaşabilmek için diğer devletlerle işbirliği yapmak durumunda olduklarının bilincindeler. İki taraflı stratejik ortaklıkların yanı sıra Orta Asya ülkeleri artık çok taraflı stratejik ortaklıklar kurabilmenin yollarını arıyor.

Bununla beraber Orta Asya ülkelerinin ortak güvenlik hedeflerini paylaşan birçok stratejik ortağa ihtiyacı vardır. Orta Asya devletlerinin politik açıdan bağımsızlığını, ekonomik açıdan da kendine yeterliliğini kabul eden bu ülkeler bölgenin stratejik ortakları olarak kabul edilmektedirler.

Aynı zamanda salt bu ülkeler stratejik ortaklar oldukları için her zaman ve her koşulda ortak ulusal çıkarlara sahip olma zorunluluğundan da kurtuluyorlar. Stratejik ortaklık belirli bir konu için tek bir ortak hedefe yönelik olarak oluşturulabilir. Bu ortaklıklar özellikle ekonomik ve politik değişim sürecinde bulunan Orta Asya devletleri için büyük önem taşımaktadır.

21. yüzyılda Orta Asya’nın müşterek güvenlik hedefleri şunları içermektedir;

  • Engelleyici güçlere rağmen kararlılıkla bölgede barış ve istikrarın oluşturulması,
  • Politik ve ekonomik istikrarın oluşmasına katkıda bulunacak istikrarlı ekonomik ilişkilerin oluşturulması,
  • İçsel etnik çatışmalar, terörizm, uyuşturucu trafiği, zorunlu göç ve yasadışı silah ticareti ile savaşılması.

Bu hedeflere başarı ile ulaşabilmek için ortaklıklara yönelik kurumsal mekanizmaların oluşturulması gerekmektedir. (Güçlü bir yasal çerçeve gibi) Ama oluşturulacak bir yasal çerçeve, bölgede gelecekte varolacak ortaklıklar için bir ilk adımdır sadece. Orta Asya’da güçlü bir bölgesel güvenlik sistemi kurabilmek ve uluslararası alanda saygı duyulan ‘nükleer güçlerden arındırılmış bölge’ yaratabilmek için Orta Asya devletlerinin birbirleri ile işbirliğine devam etmeleri ve ortak güvenlik sorunlarını kendi ulusal savunma hedeflerinin önüne koymaları gerekmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi bölge sınırları içerisinde yer alan her devletin kendi ulusal güvenlik çıkarları bulunmakta ama bu dar boyutlu ulusal çıkarlar hiç bir zaman ortak güvenlik hedefleri ile ikame edilmemeli. Bölgede istikrarı ve ulusal kendine yeterliliği, ekonomik entegrasyonu ve bölgesel güvenliği oluşturmak amacıyla hazırlanan stratejilerin başarıya ulaşabilmesi için bölge sınırları içerisinde yer alan her devletin kendi özel koşullarını da göz önünde bulundurması gerekmektedir. Tüm Orta Asya devletleri hem kendi bölgesel ve ulusal politikaları çerçevesinde hem de uluslararası organizasyonlar mekanizması içerisinde varolan tüm olasılıkları kullanmak durumundadırlar.

Orta Asya’da istikrar sorunu sadece askeri ittifaklara dayalı olarak çözümlenebilecek bir konu değildir. Şu etmenler de sorunun çözümünde önemli rol oynamaktadır.

  • Afganistan ve Tacikistan’daki sorunun çözümlenmesi.
  • Amerika, Batı Avrupa, Japonya ve bazı komşu ülkelerin bölge üzerindeki stratejik çıkarları.
  • Bölge sınırları içerisinde yer alan devletlerin kendi kendine yeterliliklerinin kuvvetlendirilmesi, entegrasyon ve güvenlik konularındaki çalışmalarının koordinasyonunun sağlanması.
  • Bölge sınırları içerisinde yer alan devletler arasındaki ekonomik ve demokratik reformların, barışın, sosyal istikrarın ve uluslar arası antlaşmaların etkileri.

Orta Asya devletlerinin ortak çıkarlar peşine düşerek güvensizliği yok ettikleri takdirde ekonomik gelişmenin yanısıra demokratik reformlarda da başarıya kavuşabilecekleri ve bölgeyi çatışmalardan arındırılmış bir saha haline getirebilecekleri bugün daha net olarak görülebilecek bir manzaradır.

Doç. Dr. Nazokat A. KASYMOVA

Dünya Ekonomi ve Diplomasi Üniversitesi Uluslararası Ekonomik İşler Bölümü / Özbekistan

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 18 Sayfa: 909-916

Kaynaklar:

♦ Karimov İ., Uzbekistan na Proge XXI veka: Ugrozi Bezopasnosti, Usloviya i Garantii Progressa, Taşkent 1997.

♦ Ata-Mirzaev O., Gentşke V., Murtazaeva R., Uzbekistan Mnogonatsionalniy: İstoriko Demogratiçeskiy Aspekt, T. Abu Ali İbn. Sino, 1998.

♦ Babakhocaev M., Respublika Uzbekistan: Oçerki Mecnatsionalniy i Meckontesionalnıy Otnoşeniy, Vneşneekonomiçeskiy Svyazey, T. Taş GİV, 1996.

♦ Bedrintsev A., Mirzacanov Ş., “Tsentralnaya Aziya: Osnovnıe Napravleniya Usileniya İntegratsionıkh Protsesov”, Mirovaya Ekonomika i Mecdunarodnıe Otnoşeniya, 1997, No. 12, s. 129¬133.

♦ Vasilev A. M., “Rossiya i Tsentralnaya Aziya”, Postsovestkaya İsentralnaya Aziya Poteri i Obreteniye, Moskova, Vostoçnaya Literatura RAN, 1998, s. 5-35.

♦ Jumaev R., Davlat va Jamiyat: Democratlashtirish Yulda, T. Share 1998, 142 s.

♦ Jumaev R., Ubaydullayev U., Khujanov B., Confliktologiya Assoslary, Taşkent 2000.

♦ Zatulin K., Grozin A., Khlyupin V., Natsionalnaya Bezopasnost Kazakhstana, Problemi i Perspektivı, Moskova, İnstitut Stran SNG, 1998.

♦ Kasimov A., Vaskin I., Osnovnie Napravleniya Vneşney Politiki Respubliki Uzbekistan, Taşkent 1994.

♦ Kakharov A., “Prioritetı Razvitiya: Sotsiologo-politiçeskie Voprosı İntegratsii Gosudarstv Tsentralnoy Azii”, Pravda Vostoka, 22 aprelya 1998 s.

♦ Panarin S., “Politiçeskoe Razvitie Gosudarstv Tsentralnoy Azii v Svete Geografii i İstorii Regiona”, Vestnik Evrazii, 2000, No. 1, s. 90-133.

♦ Pyadukov G., “Tsentralnaya Aziya: politiçeskiy vektor integratsioni Protsessov”, Tsentralnaya Aziya i Kultura Mira, Bişkek 1998, No (4), s. 10-18.

♦ Tolipov F., “Sravnitelniy Analiz İntegratsii v SNG i Tsentralnoy Azii”, Tsentralnaya Aziya i Kavkaz, 1999, No. 5-6, s. 143-145.

♦ Tolipov F., “Demokratizm, Natsionalizm i Regionalizm V Stranakh Tsentralnoy Azii”, Tsentralnaya Aziya i Kavkaz, 2000 No: 4 s. 7-18.

♦ Yeşmambetov N., “Perspektivi Vazvitiya Kırgızıstana i Tsentralno Aziatskogo Regiona v Prekhodniy Period”, Tsentralnoya Aziya i Kultura Mira, 1998, no. (4), s. 18-24.

♦ Yudanov Yu. Tsentralnaya Aziya-noviy favorit inostranikh investorov// 2000- No:3 s. 72-80.

◊ US Department of State, Caspian Region Energy Development Report, op. cit., s. 9.

◊ Materials of Halk Suzi newspaper, 2000-2001.

Dipnotlar :

[1] Karimov İ., Uzbekistan na Proge XXI veka: Ugrozi Bezopasnosti, Usloviya i Garantii Progressa, Taşkent: Uzbekistan 1997.

[2] Tolipov F., “Sravnitelnıy Analiz İntegratsii v SNG i Tsentralnoy Azii”, Tsentralnaya Aziya i Kavkaz, 1999, No. 5-6, s. 143-145.

[3] Ata-Mirzaev O., Gentşke V., Murtazaeva R., Uzbekistan Mnognatsionalniy: İstoriko Demogratiçeskiy Aspekt, T. Abu Ali İbn Sino, 1998.

[4] Karimov İ., Uzbekistan na Proge XXI veka: Ugrozi Bezopasnosti, Usloviya i Garantii Progressa, Taşkent 1997.

[5] Vasilyev A. M., “Rossiya i Tsentralnaya Aziya, Postsovetskaya Tsentralnaya Aziya, Poteri i Obreteniya”, M.: Vostoçnaya Literatura RAN, 1998, s. 5-35.

[6] Panarin S., “Politiçeskoe Razvitie Gosudarstv Tsentralnoy Azii v Svete Geografii i İstorii Regiona”, Vestnik Evrazii, 2000. No. 1, s. 90-133.

[7] Jumaev R., Ubaydullaev U., Khujanov B., Confliktologiya Assoslary, Taşkent 2000; Zatulin K., Grozin A., Khlyupin V., Natsionalnaya Bezopasnot Kazakistana, Problemı i Perspektivi, Moskova, İnstitut stran SNG, 1998; Pyadukhov G., “Tsentralnaya Aziya: Politiçeskiy Vektor İntegratsionıkh Protsessov”, Aziya i Kultura Mira, Bişkek 1998, no (4), s. 10-18.

[8] Postanovlenie Oliy Maclisa RUz. “O ratifikatsii Dogovora mejdu Respublikoy Kazakistan, Kırgızskoy Respublikoy, Respublikoy Tadjikistan i Respublikoy Üzbekistan o sovmestnıkh deystviyakh po borbe s terrorizmom, politiçeskim i religioznım ekstremizmom, transnatsionalnoy organizovanoy prestupnostyu i inımi ugrozami stabilnosti i bezopasnosti storon”, 26 maya 2000 g., Vedomosti Oliy Maclisa Respubliki Uzbekistan, Taşkent, Upravlenie delami Apparata Prezidenta Respubliki Uzbekistan, 2000, No. 5, s. 148.

Postanovlenie Oliy Maclisa RUz. “O ratifikatsii Dogovora mejdu Respublikoy Kazakistan, Kırgızskoy Respublikoy, Respublikoy Tadjikistan i Republikoy Uzbekistan o sovmestnıkh deystviyakh po borbe s terorizmom, politiçeskim i religioznım ekstemizmom, transnatsionalnoy organizovannoy prestupnostyu i inımi ugrozami stabilnosti i bezopasnosti storon”, 26 maya 2000, Vedomosti Oliy Maclisa Respubliki Uzbekistan, Taşkent, Upravlenie delame Apparata Prizedenta Respubliki Uzbekistan, 2000, No: 5, s. 148.

RESEARCH DOCUMENT : OBAMA’S SECRET DIPLOMACY WITH CUBA

New Revelations

National Security Archive News Alert

Edited by Peter Kornbluh

Posted – August 13, 2015

For more information, contact:
Peter Kornbluh: 202/374-7281 or peter.kornbluh@gmail.com

Washington D.C., August 13, 2015 – On the eve of Secretary of State John Kerry’s historic trip to Havana tomorrow to raise the American flag over the newly reopened U.S. Embassy, the National Security Archive today distributed a ground-breaking article revealing key details of the behind-the-scenes political operations and secret negotiations that have led to the normalization of diplomatic relations.

The article appears in the September issue of Mother Jones magazine and was written by Archive analyst Peter Kornbluh and American University Professor William M. LeoGrande. The article is adapted from the revised edition of their book, Back Channel To Cuba: the Hidden History of Negotiations Between Washington and Havana, to be published by the University of North Carolina Press in October 2015.

Among the new revelations:

  • Prior to the ultra-sensitive talks conducted by the Obama White House to restore normal diplomatic relations, two of Hillary Clinton’s top aides conducted a two-year secret dialogue with Cuban Foreign Ministry officials focused on exchanging imprisoned U.S. citizen Alan Gross for the “Cuban Five” spies who were serving lengthy jail sentences in the United States.
  • The secret talks between White House officials and Cuban negotiators close to Raul Castro came to an impasse in June 2014 over the administration’s demand that, in addition to Gross, Cuba release a CIA asset who had passed intelligence to the U.S. in the 1990s that led to the arrest of the Cuban Five spy network.
  • The White House arranged a secret Rose Garden meeting between President Obama and the cardinal of Cuba, Jaime Ortega, who delivered a personal letter offering to assist on talks with Cuba from Pope Francis into the hands of the president.
  • When President Obama met with Pope Francis in March 2014 at the Vatican, the focus of their meeting was on Cuba policy and the role the pope could play as an interlocutor during the secret negotiations.
  • Prior to the Vatican meeting, Senator Patrick Leahy and key members of the policy/advocacy community enlisted several cardinals — including Cardinal O’Malley of Boston, and Washington’s Cardinal Theodore McCarrick — to brief Pope Francis on the need to help Obama change U.S. policy toward Cuba.
  • Senator Leahy’s office was also instrumental in putting together a legal briefing paper for President Obama identifying options for a prisoner exchange that would gain freedom for Alan Gross, and open the door to normalizing relations with Cuba.

“The United States and Cuba have opened a new era of relations,” according to Kornbluh. “The story of the Obama administration’s secret diplomacy and behind-the-scenes political efforts is crucial to appreciating how Washington and Havana have overcome years of hostility and aggression to normalize diplomatic ties.”

The story, “Cuba Confidential,” has been posted on the Mother Jones website:

TARİH /// REFİK DURBAŞ : Yanlış istihbarat kurbanı.

refikdurbas

Naci Sadullah Danış, 1907 yılında İzmir’de doğar; orta ve liseyi Galatasaray’da okur. Babası Sadullah Bey, Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım’ın annesiyle kardeştir. Sadullah Bey ile Adviye Hanım’ın ağabeyleri de Türk romanının kurucularından Halid Ziya Uşaklıgil’dir.

Kemal Sülker’in anlatımına göre Naci Sadullah “uzun boylu, kara kaşlı, kara gözlü, uzun kirpikli, alt dudağı sarkık, zayıf yapılı, nüktesi bol bir yazardır.” (Anılara Yolculuk, Yazko, 1983)

Bir gün beklemediği bir olayla karşılaşır; 33 yaşında er olarak askere alınır ve İstanbul’dan uzak bir yere gönderilir.

Kısa bir süre sonra İstanbul’da bir yerden Kemal Sülker’i arar:

“Kemal, bir haftalığına izinli geldim, akşama geç kalmadan Bahçeli’ye gel…” Sülker, akşam Ömer Rıza Doğrul’u da alarak Bahçeli meyhaneye gider.

Naci Sadullah rakısını yudumlamaktadır.

Güya, bir haftalığına izinli gelmiştir.

Ertesi akşam, Asmalımescit’teki Nil içkili lokantasında buluşulur.

Fakat Naci Sadullah, hasret gidereceğini söyleyerek gece kaldığı yerleri bildirmekten çekiniyor, kimseye de adresini vermek istemiyordur.

Birkaç gün sonra İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Safiye Ayla, Ömer Rıza Doğrul, Doğan Nadi ve Kemal Sülker’i sorguya çekince durum anlaşılacaktır.

Naci Sadullah “izinli” değil, askerden kaçmıştır.

Zaten Nil’deki o geceden sonra da Naci Sadullah’dan bir daha haber alınmaz.

Sonrasını olayın tanığı Kemal Sülker’den dinleyelim:

“Bir gece Ömer Rıza Doğrul’la Sirkeci’de yine Bahçeli’de yiyip içtikten sonra dolmuşla Aksaray’a, evlerimize gittik. Henüz beş on dakika geçmemişti ki kapı çalındı. Bir polis, beni Emniyet’e götüreceğini ve hemen evden çıkmamı istedi. Öyle yaptım. Sokağa çıkınca, az ötede bir motosiklet sepetinde Ömer Rıza’nın oturduğunu gördüm. Beni de başka bir motosikletin sepetine buyur ettiler. Heyecan içinde Sirkeci’ye indik.

Emniyet Müdürlüğü’nde bir komiser bize durumu anlattı:

Naci Sadullah’ı kıtasına gönderme emri alınmış, Naci’nin yakın arkadaşları olduğumuz biliniyormuş, Naci’nin izi bulunmuş, Tarlabaşı’nda bir randevu evinde kalıyormuş. Ama çifte tabancası varmış. Bir cinayete meydan vermemek için, randevu evine baskın yapacakken ikimizi önlerine katacaklar ve Naci bizlere ateş açmayacağından, asker kaçağını kıskıvrak yakalayacaklarmış!”

Ömer Rıza’nın da, Kemal Sülker’in de plana uymaktan başka yapacak bir şeyleri yoktur.

Sivil polisler ile bir odaya girilince bir karyolada sarışın bir gençle, esmer bir kadının sarmaş dolaş yattığı görülür.

Polislerden birisi elinde tabanca, seslenir:

“Kımıldamayın, yakarız! Naci sen misin?”

Sarışın genç, yorganı omuzlarına doğru çekerken, “Evet penim” der, “sarı Naci derler bağa…”

Sonradan iş anlaşılacaktır: Yanlış istihbarat alınmıştır.

Aranan Naci Sadullah yerine, laz Sarı Naci izlenmiştir.

O gün Sülker ve Ömer Rıza’yı bırakır polisler.

Fakat iki günün ardından Kemal Sülker, “Naci’nin gizlendiği yeri” söylemediği ve grev hakkıyla bir anket hazırladığı için Sıkıyönetim Mahkemesi’ne çıkarılacak; suçunun olmadığı anlaşıldığı halde, bir hafta Emniyet Müdürlüğü’nde bekletildikten sonra “ikamete memur” sıfatıyla Anadolu’ya gönderilecektir.

PKK DOSYASI : Fuat Avni’den şok kumpas iddiası

Artan terör olaylarının faturasının Cemaat’e kesileceğini iddia eden Fuat Avni, Emniyet’te özel bir ekip kurulduğunu yazdı. Bunun için ABD’den Alper Yılmaz isimli bir hacker getirildiğini açıkladı

Twitter fenomeni Fuat Avni, PKK eylemlerine yönelik çarpıcı iddialar ortaya attı. Fuat Avni, Hrant Dink suikastına ilişkin devam eden soruşturmada, Dink ailesinin işaret etmesine rağmen ifade vermeyen Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Engin Dinç’in PKK ve IŞİD’e yönelik operasyon dosyalarını kapattığını ileri sürdü. Fuat Avni, Dinç’in aynı zamanda Adana, Mersin, Diyarbakır ve Suruç’ta HDP’ye yönelik saldırılara bizzat göz yumduğunu iddia etti.

BUGÜN GAZETESİ

İSMİNİ BİLE VERDİ

Fuat Avni, PKK’nın eylemlerini Hizmet Hareketi’ne yıkmak için çalışma yaptığını da anlattı. “Plana göre Cemaat’e ait şahıs ve şirketlerin internet şifreleri ele geçirilerek, onlar üzerinden PKK’ya eylem yapın talimatı verilecek. PKK’yı Cemaat’in yönlendirdiği algısını oluşturmak için Dinç, bir ekip kurdu. Başına Kerim Altıay’ı getirdi. Kumpas için ABD’den Alper Yılmaz isimli bir hacker getirtildi. Kirli kumpaslarını yakında devreye sokacaklar”

“TIR’larla IŞiD’e yardım devam ediyor”

CHP ile yürütülen koalisyon çalışmalarını “göstermelik ve oyalama taktiği” olarak yorumlayan Fuat Avni, stratejik kararların alınmaya devam ettiğini öne sürdü: Fuat Avni, “Müstafi hükümet uluslararası boyutta kararlar almakta ve ülkeyi felakete sürükleyecek adımlar atmakta beis görmüyor. Bir taraftan IŞİD ile mücadele imajı çizilirken diğer taraftan TIR faaliyetleri devam ettiriliyor (!) Y… ve Fidan’ın koordinasyonunda, Bayırbucak Türkmenleri’ne yardımlar tam gaz devam ettiriliyor (!) MİT içerisinde yardımları organize eden ekip mevcut süreç ve boşluktan istifade ile TSK’dan yardım toplamaya devam ediyor.”

İşte Fuat Avni‘nin o paylaşımları:

1. Doğu ve güneydoğuyu örgüte teslim eden … ve avaneleri faturayı Cemaat’e kesmeye karar verdi.

2. Zift Medyası’na, paralel polislerin PKK‘ya bilgi sızdırdığı ve örgüte yapılacak operasyonları engellediği haberleri yaptırıldı.

3. Bölgede, örgütle mücadele eden istihbarat ve terör uzmanları Efkan Ala’nın talimatıyla tasfiye edilmişti.

4. İstihbarat Başkanı Engin Dinç, göreve gelir gelmez, PKK ve IŞİD‘e yönelik operasyon dosyalarını kapattı.

5. İstihbarat zafiyetini değerlendiren PKK, şehirleri silah, roket ve bombalarla doldurarak her yeri cephaneliğe çevirdi.

6. … ve avaneleri HDP‘yi baraj altında tutmak için, PKK‘yı sokağa çekmek istiyor. Olağanüstü hal ilan etmek için zemin hazırlanıyor.

7. PKK ve KCK içindeki Fidancı ekip, her türlü kirli eylemlerin planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak ülkeye ihanet ediyor.

8. Adana, Mersin, Diyarbakır ve Suruç‘ta HDP‘ye gerçekleştirilen saldırılara, Engin Dinç bizzat göz yumdu.

9. …, kaos ortamı sayesinde HDP‘yi baraj altına itip sürecin sorumluluğunu da paralele bağlamayı planlıyor.

10. …, kumpas görevini DİNÇ’e verdi. Milli Görüşçülerle anlaşamayan ve suyunun ısındığını fark eden DİNÇ görevi kabul etti.

11. Plana göre Cemaat’e ait şahıs ve şirketlerin internet şifreleri ele geçirilerek, onlar üzerinden PKK‘ya eylem yapın talimatı verilecek.

12 . PKK‘yı Cemaat’in yönlendirdiği algısı oluşturmak için DİNÇ, bir ekip kurdu. Başına Kerim Altıay’ı getirdi.

13. Kumpas için ABD’den Alper Yılmaz isimli bir hacker getirtildi. Kirli kumpaslarını yakında devreye sokacaklar.

14. Kumpasınız başınızı yiyecek. Ne yaparsanız yapın, kurtulamayacaksınız. Kaybedenlerdensiniz.

TARİH /// ALTAY TÜRKLERİNİN ANLATMALARINDA MİTİK BİR VARLIK : CE LBEGEN

Celbegen

ALTAY TÜRKLERİNİN ANLATMALARINDA MİTİK BİR VARLIK:

CELBEGEN

Altay Türklerinin inanç sistemlerine göre, dünya üç katmandan oluş maktadır: gökyüzü, yeryüzü ve yeraltı. Gökyüzü Tanrı Ülgen ile iyi ruhların, yeryüzü canlılar ile yer-su ruhlarının, yeraltı ise Erlik ile kötü ruhların bulunduğu mekânlardır. Başlangıçta Tanrı Ülgen, Erlik ile birlikte yeryüzünü yaratma gayreti içindeyken, Erlik’in sürekli olarak Tanrıyla mü­cadele içine girmesi, kendine bir yer­yüzü yaratma hevesine kapılması ve Tanrının yarattıklarını bozması üze­rine; Tanrı, onu yeraltına sürer. Erlik de, o günden beri, kendi yarattıklarıy­la beraber yeraltında yaşamakta ve yarattığı kötü ruhları yeryüzüne gön­dererek her fırsatta kötülük işlemeye devam etmektedir (Ögel 2003: 451­466). “Celbegen” tipi de bu kategoride yer alan kötü ruhlardan biridir.

Altay Türklerinde “Celbegen”, “Elbegen” ya da “Celven” olarak karşı­mıza çıkan bu kötü ruh, Hakas Türk­lerinde “Çilbigen”, Tuva Türklerinde “Celbege” (Beydili 2005: 617-618), Kuzey Türklerinde ise “Celbegen”, “Yel Moos”, “Kara Moos” adlarıyla anılmaktadır. “Yel” kelimesinin, “cin”, “kötü ruh” gibi anlamlarından dolayı Celbegen, Yalmavuz ve Yelbuga gibi kelimelerle ilişkilendirilmiştir (Ögel 2002: 561, 567; Bayat 2007: 166, 319; İnayet 2007: 15-16).

Altay Türklerinin mitik karak­terli anlatmalarında sıkça karşımıza çıkan “Celbegen”, “Altayca-Türkçe Sözlük”te “Masallarda geçen çok başlı canavar” olarak verilmektedir (Nas- kali vd. 1999: 58). V. İ. Verbitskiy’nin “Slovar Altayskogo i Aladagskogo Nareçiy Tyurksogo Yazıka” adlı söz­lüğünde ise Celbegen “Masalsı yam­yam. Bu canavarlar tek, üç, yedi ve on iki başlı olurlar. Rengine göre kara ve sarı olurlar. Yaşadıkları yerler deniz ve karadır.” şeklinde tanımlanmakta­dır (Verbitskiy 2005: 90). Altaylı ünlü folklor araştırmacısı S. S. Surazakov, Celbegen’in bir “cutpa”1, yani dev, ol­duğunu söylemektedir. Bahaeddin Ögel de Celbegen’in bir dev olduğu­nu ifade etmekte ve “Kötü ruhlar ile Türk mitolojisindeki yeraltı ruhları, Yelbegen gibi, diğer adlarla dev gibi görülmüşlerdir.” diyerek Celbegen’in yeraltı ruhlarından olduğunu belirt­mektedir (Ögel 2002: 564). Nitekim Altay inanç sistemiyle ilgili değerli bil­gilerin yer aldığı Altay Can adlı eserde de, çok çok eskiden insanların yoldan çıktığı, bunun üzerine insanları ya­kalayıp yeraltına getirmesi için Erlik Bey tarafından Celbegen’in yeryüzü­ne gönderildiğinin ifade edilmesi de, Celbegen’in Erlik’in tebaasından olan kötü bir ruh olduğunu göstermektedir (Muytueva vd. 1996: 15). Zira yeryü­zünün yaratılışında kendisine sürekli ihanet eden Erlik’i yeraltına gönderen Tanrı Ülgen, Erlik’in tüm yalvarmala­rına rağmen ölen insanları ona verme­se de, kendi varlıklarını yaratmasına izin vermektedir. Erlik’in körükle kıs­kacı koyup, çekiçle vurmak suretiyle yarattığı canlıların arasında alkarısı ve şulmus gibi kötü ruhlar da vardır (Türker 2011: 443). Onun içindir ki kötü ruhlar, Erlik’in tebaasından ola­rak kabul edilmekte ve onların yeryü­züne Erlik tarafından gönderildikleri­ne inanılmaktadır.

Celbegen’in, tıpkı yalmavuz ve al- karısı gibi kötü ruhlarda olduğu gibi, başlangıçta iyi bir ruh olduğu, sonra­dan ise dönüşüme uğradığı yönünde görüşler de mevcuttur. B. Ögel, ko­nuyla ilgili olarak; “Anadolu’nun bazı yerlerinde devlere, emegen adı veri­lir. Eğer bu derlemeler doğru ise bu, Türk-Moğol dillerindeki ‘Kadın-ata’ demektir.” (Ögel 2002: 565) şeklinde bir bilgi vermiş; ancak erken olduğunu düşünerek bu bilgiyi yorumlamaktan kaçınmıştır. Fuzuli Bayat, Celbegen’in “Yer Ana’nın demonikleşmiş adı” oldu­ğunu ifade etmiş ve bazı anlatmalarda yer alan Celbegen’in bir kişiyi yutarak diriltmesinin “Mitolojik Ana’nın hayat verici ve öldürücü işlevi’nin bu kötü ruhta korunması şeklinde yorumla­yarak bu dönüşüme dikkat çekmiştir (Bayat 2007: 27). Alimcan İnayet ise alkarısı, cadı ve Celbegen gibi kötü ruhlarla pek çok benzerliğini tespit ettiği yalmavuzun, anaerkil dönemde olumlu bir karaktere sahipken (önemli bir tanrıça veya savaşçı kadının ruhu) zaman içerisinde dönüşüme uğraya­rak kötü bir ruh olduğunu belirtmiştir (İnayet 2007: 21-22, 60). Bizim ince­lediğimiz anlatmalarda ise Celbegen, dişi olarak değil, evli barklı bir erkek ya da bir bahadır olarak yer almak­tadır. Hatta destanlarda genellikle “Celbegen öbögön” olarak geçmektedir ki “öbögön” daha ziyade erkekler için kullanılan bir hitap sözüdür. Ancak bazı anlatmalarda Celbegen’in olum­suz olarak karşımıza çıkmaması, böyle bir dönüşümün söz konusu olabileceği­ni düşündürmektedir.

Makalede, Altay Türklerinin do­kuz destan, on bir masal ve iki efsa­nesinde karşımıza çıkan Celbegen tipinin özellikleri, olağanüstülükleri, yeraltı ile ilişkisi, yurdunun tasviri, şekil değiştirmesi, mücadeleleri ve varlık olarak ölümlü oluşu üzerinde durulacak ve bunların anlatmalarda­ki rolleri tartışılacaktır. Anlaşılırlığı kolaylaştırmak için destanlar “D”, ma­sallar “M”, efsaneler ise “E” harfi ile gösterilerek numaralandırılmıştır.

Anlatmalarda Celbegen’in en belirgin özellikleri, yedi başlı olması ve insan eti yemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Celbegen’in insan yiyici olmasına; D5, D6 no’lu destanlarda ve M1, M3, M4, M5, M8, M9, M11 no’lu masallarda rastlanmaktadır. Özellikle M1 no’lu anlatmada Celbegen’in ken­disini yememesi için hayvanını ver­meyi teklif eden Konçıbay’a “Hayır, ben hayvan eti yemem. insan yerim. Senin etin lezzetlidir. Ben ilk senin oğlunu yiyeceğim. Akşam geldiğimde bana oğlunu vereceksin” (Dilek 2003: 123) demesi, Celbegen’in bu özelliğini açıkça göstermektedir. Efsanelerde ise, Celbegen’in insan yiyici olmasına E1’de rastlanmaktadır. Buna göre; insanların şikâyetçi olması üzerine yeryüzüne inen ay, Celbegen’i alıp götürmekte ve Celbegen o günden beri “insanları kaynattığı küçük kara kazanı’ yla birlikte ayda yaşamaktadır (Türker 2011: 462).

Anlatmalarda çok başlı olmasıyla dikkat çeken Celbegen, genellikle yedi başlı olarak karşımıza çıkmaktadır. İncelediğimiz anlatmaların beşinde Celbegen’in başlarından bahsedilmemektedir. Celbegen; D2, D3, D5, D7, D9 no’lu destanlar ile M3, M4, M5, M6, M7, M8, M11 no’lu masallarda yedi başlı; D6’da hem yedi hem de yet­miş yedi başlı; M2’de ise, yetmiş yedi başlı olarak geçmektedir. Efsaneler­de ise, sadece E1’de yedi başlı olarak verilmektedir. Ancak bu anlatmada da Celbegen’in çok başlılığı süreklilik arz etmemekte; normalde tek başlı olan Celbegen, sadece kızdığı zaman­larda yedi başlı olmaktadır. Ele aldı­ğımız anlatmalarda Celbegen’in baş sayısının yedi ve yedinin katlarından oluştuğu görülmekte ve dolayısıyla bir tutarlılık arz etmektedir. Bu durum sadece D1’de farklılık göstermekte­dir ki, bu anlatmada Celbegen dokuz başlıdır. B. Ögel, Celbegen’in üç, yedi, dokuz ve on iki başlı olabildiğini söy­lemekte (Ögel 2002: 563); ancak ince­lediğimiz metinlerde on iki başlı olu­şuna rastlanmamakta, üç başlı olması ise M6’da “O vakitler Celbegen’in sade­ce üç başı varmış. Fakat üç baş onun için azmış.” denilerek Celbegen’in yedi başa sahip oluşu anlatılmaktadır (Di­lek 2007c: 552). Celbegen’in çok başlı oluşu bir taraftan onun olağanüstü­lüğünü ve gücünü vurgularken, diğer taraftan onu yenen kahramanın ne büyük bir belanın üstesinden geldiğini göstermektedir.

Celbegen’in başlarının fonksiyon­ları da anlatmalarda yer almaktadır. M6’da Celbegen’in yedi başa sahip olu­şu anlatılırken başlarının fonksiyonla­rından da bahsedilmektedir; “O vakit­ler Celbegen’in sadece üç başı varmış. Fakat üç baş onun için azmış. Onun başının birisi nasıl yiyecek bulacağını düşünmek için, ikinci başı konuşmak için, üçüncü başı da ağlamak veya gülmek içinmiş. Fakat türkü söylemek için başı yokmuş.” (Dilek 2007c: 552). D5’te ise Celbegen’in başlarını türkü söylemek için kullandığı şu şekilde an­latılmaktadır: “Celbegen’in yedi başı/ Yedi türlü türkü söylüyor gibiydi/ En fazla üç başı türkü söylüyordu/ Niçin öyle derseniz/ Celbegen’in dört başı/ Başka işle meşguldü/ Celbegen bir ba­şıyla kopuz çalıyor/ Bir başıyla konu- şuyor/ Bir başıyla kaval çalıyor/ Bir başıyla da şikayetleniyordu.” (Dilek 2007b: 263). Celbegen’in her bir başı­nın başka bir eylemde bulunmasına D6’da da yer verilmektedir; “Yetmiş başlı Celbegen/ Bir başıyla bağırıp/ Bir başıyla haykırıp/ Bir başıyla ağ­layıp/ Bir başıyla inleyip/ Yetmiş başı yetmiş türlü/ Ses çıkararak geldi” (Di­lek 2007b: 441-442).

Anlatmalarda, Celbegen’in baş sayısı; yedi, yetmiş ve yetmiş yedi tekrarlarını da beraberinde getirmek­tedir: D9’da “Celbegen’i görseniz/ On dört gözü yerinden fırlamış/ Yedi ağ­zını açmış/ Yedi börkünü düşürmüş/ Yedi saçı dağılmış” (Ergun 1998: 139), D6’da “Yetmiş yedi başlı/ Celbegen şimdi baş köşede/ Uzanmış uyuyor­muş/ Yetmiş yedi gök yastığı/ Sayarak koyup yaslanmış” (Dilek 2007b: 430), M10’da “Celbegen torbasını yüklenip, yedi dağı aşıp, yedi nehri geçmiş” (Di­lek 2007c: 574). Yedi sayısı, pek çok kültürde olduğu gibi Türklerde ve özellikle de Altay Türklerinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Altay Türkle­rinin inanç sistemlerinde Ülgen’in ve Erlik’in yedi oğlunun olması, gökyüzü­nün ve yeraltının yedi katlı tasavvur edilmesi, Erlik’in değneğini yerin altı­na sokmasıyla yetmiş yedi türlü kötü hastalığın yeryüzüne çıkması bunlar­dan bazılarıdır.

Anlatmalarda, Celbegen’in dış görünüşüyle ilgili başka tasvirlere de yer verilmektedir. Anlatmalara göre Celbegen, M5’te yedi saç örgülü, kanı pis kokulu; M9’da altmış altı dişli, kara başlı, bitli, tüylü; M3’te sakallı, kara tenli, korkunç; D1’de ise dokuz sakallı ve başında üç yaşındaki koyun büyüklüğünde beni olan bir varlık ola­rak tasvir edilmektedir. Ayrıca M9 ve D5’te “açgözlü” oluşundan da bahsedil­mektedir. Celbegen’in gerek dış görü­nüşü, gerekse karakter özellikleriyle ilgili tasvirlere baktığımızda bunların, olağanüstülüklerle bezeli ve insanda kötü duygular uyandıran vasıflar oldu­ğu dikkat çekmektedir. Bunun nedeni Celbegen’in kötülüğünün vurgulan­mak istenmesidir. Celbegen’in olağa­nüstü vasıflarına dikkat çekilerek bir taraftan esrarengiz kılınmakta, diğer taraftan da gücü hissettirilmektedir. Bunun için sadece olağan dışı fiziksel özelliklerden değil, yeraltının ve hü­kümdarı Erlik’in rengi olan “kara” ön plana çıkarılarak renk simgeciliğin­den de istifade edilmektedir (Çoruhlu 2009: 408-409, 412). Örneğin D6’da Celbegen’in askerlerinin Kögüdey’in yurduna saldırısında “(…) Kara atla­rı koşan/ Kara bahadırların hepsi/ Kara askerlerin hepsi/ Kara ağaç gibi sallanıp/ Kara nehir gibi yaylanıp/ Buradan aşağı indiler’ (Dilek 2007b: 435) ifadeleriyle askerlerin kötülüğü ve gücü vurgulanmaktadır. Kara ren­ginin anlatmalarda sık sık tekrarlan­masıyla, Celbegen’in yeraltı ile ilişkili oluşuna da dikkat çekilmektedir.

Celbegen’in, Erlik’in tebaasın­dan olması bazı anlatmalarda açık­ça görülmektedir. M6’da sadece üç başı olan; ancak daha fazla başa ih­tiyaç duyan Celbegen, önce Tanrıya, Tanrı’nın kendisine yardım etmemesi üzerine ise Erlik’e başvurmaktadır. Anlatmaya göre, Erlik şeytanlarıyla bir görüşme yapmakta ve daha önce kendisinin piposunu çalmasından ötü­rü kızgın olduğu Celbegen için “Evet, Celbegen kötü suç işlemiş de olsa o bize benziyor. O da bizim gibi etle besleni­yor.” (Dilek 2007c: 553) diyerek, ona dört baş daha vermektedir. Erlik’in bu söylemi ve Celbegen’e Tanrı’nın değil de Erlik’in yardım etmesi, Celbegen’in Erlik’in tebaasından olmasından kay­naklanmaktadır. Nitekim söz konusu masalda Tanrı’nın Celbegen’e yardım etmemesinin sebebi, “Celbegen diye bir yaratık, tanrının kutsal kitabında yazılı değilmiş” (Dilek 2007c: 552) şek­linde ifade edilmiştir ki, bu da fikrimi­zi doğrular niteliktedir. Celbegen’in yeraltı dünyasıyla olan bağlantısı D3, D6 ve D7’de de yer almaktadır. D3 ve D7’de Celbegen’in adı yeraltından ge­len Cer Tekpenek’le birlikte zikredi­lip, onun dostu olarak verilmektedir. D6’da ise Kögüdey Kökşin, yurduna saldıran Celbegen’in askerleri için, “Altay’ı, güzel halkı/ Kul yapmaya ge­lenler/ Celbegen’in şeytanları/ Yeral­tının canavarları” (Dilek 2007b: 436) demektedir. Burada canavar için “cut- pa”, şeytan için ise “cetker” ve “ceek” kelimeleri kullanılmaktadır. Bu ifade­ler de, Celbegen’in yeraltı ile alakasını göstermesi bakımından dikkat çekici­dir. Celbegen, D3’te Oçı Balanın yur­duna iki defa saldıran Ak Calaa’nın alpları arasında iken, D5’te ise Erlik’in yeğeni ve aynı zamanda damadı olan Buurıl Kağanın yardımcısıdır ve ye­raltı ülkesine gidip Erlik’in kızını ka­çırarak ona yardım etmektedir. Tüm bu anlatmalar Celbegen’in yeraltıyla, Erlikle ya da kötülükle bir şekilde iliş­ki içinde olduğunu göstermektedir.

Anlatmalarda dikkat çeken bir diğer nokta ise, Celbegen’in yurdu­nun tasviriyle alakalıdır. D4’te Ösküs Uul’un karısını almak isteyen Karatı Kağan’ın yaptıkları anlatılırken şöyle bir anlatıma yer verilmektedir: “(…) Hilekâr Karatı Kağan/ Bütün boğa­larını getirmişti/ Yer üstünden yetmiş kağanının/ Yerlerinden boğalar top­lamış/ Altay üstünün altmış kağanı- nın/ Altayından boğalar getirtmiş/ Celbegenin yerinden/ Yedi başlı boğa getirtmiş/ Erlik Biy’in yerinden/ iki kara boğa getirtmiş (…)” (Dilek 2007b: 214). Bu anlatımda Celbegen’in yeri, ne yeryüzü ne de yeraltıdır; başka bir dünyadır. D9’da ise Celbegen’in, Alıp Manaş’ın nefes almasıyla onun burnu­na girip çıkması üzerine “Yeryüzüne geldiğimden beri/ Yedi başlı er özüm/ Böyle şey görmedim” (Ergun 1998: 139) demesi, onun yeryüzüne ait olmadığı­nı göstermektedir. Celbegen’in yeryü­zünden başka bir dünyada yaşadığına dair bir anlatıma, D6’da da yer veril­mektedir. Destanda Celbegen’in karısı Altın Targa, kendisinden ateş isteme­ye gelen Boodoy Koo’ya “Hangi yurt­tan geldin? dedi/ Dilin başka, kokun başka/ Nerenin çocuğusun?” diye sor­makta ve Boodoy Koo da “Ay altında yaylanan/ Ala dağ atamdır/ Güneş al­tında uzanan/ Boz dağ anamdıf (Di­lek 2007b: 430-431) diyerek kendisinin yeryüzünden geldiğini belirtmektedir. Yine aynı anlatmada Celbegen’in yur­du, kara ormanda doksan cepheli taş saray olarak şu şekilde yer almakta­dır: “Kara dağın başından/ Aşağı doğ­ru indi/ Gidip dururken/ Keçe kadar gördüğü çöl/ Uçsuz bucaksız ovaymış/ Tarak kadar gördüğü orman/ Dipsiz kara ormanmış/ Yürek kadar gördü­ğü çadır/ Doksan cepheli taş saray­mış” (Dilek 2007b: 430). Celbegen’in yurdunun kara ormanda yer alması, karanlık ormanların kötü ruhların mekânı olarak algılanmasıyla alaka­lıdır. Pervin Ergun, masallarda kaos alemini sembolize eden ormanların, yeraltı dünyası ile yaşadığımız dün­ya arasında bir sınır gibi olduğunu ve cinler, periler, devler gibi olağanüstü varlıkları barındırdığını ifade etmek­tedir (Ergun 2010: 114-115). Yine D6’da Boodoy Koo’nun Celbegen’in yurduna bakır asayla gitmesi, M6’da ise “Çok çok eskiden Altay’da yaşayan insanlar yokken, yedi vadili Altay’da, bakır kaleden evli, kap kacağı bakır ve bronzdan, Celbegen adlı bir şey ya­şarmış” (Dilek 2007c: 552) denilerek “bakır” madenine vurgu yapılması, bakırın yeraltı simgesi olmasından kaynaklanmakta (Çoruhlu 2009: 415); bu da Celbegen’in yeraltı ruhlarından olduğu yönündeki kanaatimizi des­teklemektedir. Celbegen’in yurdunun M4’te büyük nehirlerin, büyük dağla­rın ardında yedi nehrin başında taş­tan kapılı, taştan direkli, taş bir saray olarak verilmesi; M5’te taş bir sarayda yaşaması; M8’de ise çilek toplamaya giden üç kızın yollarını kaybedip bir süre gittikten sonra karşılarına çıkan bir kulübede oturması, Celbegen’in de, kötü ruhlardan olan yalmavuz, alkarısı, dev gibi, insanlardan uzakta yaşa­dığını göstermektedir (İnayet 2007).

Anlatmalarda, Celbegen’in şe­kil değiştirmesi de dikkat çekmekte­dir. Celbegen’in şekil değiştirmesi, B. Ögel’in, Türklerde devin diğer kültür­lerde olduğu gibi anormal büyüklükte olmadığı; ancak bu ruhların şekil de­ğiştirebilmelerinden dolayı istedikle­ri zaman büyüyüp küçülebildiklerini ya da normal bir insan olabildikleri şeklindeki yorumlarını hatırlatmak­tadır (Ögel 2002: 564). Nitekim ince­lediğimiz efsane metinlerinden E1’de; normal zamanda tek başlı olan Cel- begen, sinirlendiğinde yedi başlı ol­maktadır. M1’de ise, Celbegen iki kere şekil değiştirmektedir: ilkinde şekil değiştirerek nehirden su içen atları ürkütmekte, ikincisinde ise bir ihtiya­ra dönüşerek kahramanın oğlunu ye­meğe çalışmaktadır. Celbegen’in atın ciğerine dönüşerek suda yüzmesi ma­salda şu şekilde yer almaktadır: “Bir gün Konçıbay malını sulamaya götür­düğünde, malı su içerken aniden kork­muş (…) görmüş ki suda atın ciğeri du­ruyor. Konçıbay onu alarak, kancaya takıp, atına binerek gitmiş. Giderken bir ses duymuş, dönüp bakmış ki, kan­cadaki atın ciğerinin yerinde Celbegen oturuyor.” (Dilek 2003: 122). Burada Celbegen’in atın ciğerine dönüşmesi, diğer kötü ruhlarla paralellik göster­mesi bakımından ayrıca önem arz et­mektedir. Bilindiği gibi, alkarıları lo­ğusa kadınların ciğerini çalarak suya atmakta; yalmavuz ise zaman zaman akciğer şeklinde yüzmektedir (inayet 2007: 70). Erlik’in kızıl, kanlı yemek­lerle beslendiğini, akciğer kanı içtiğini ise A.V. Anohin aktarmaktadır (Ano­hin 2006: 6).

İncelediğimiz anlatmalarda, Celbegen’in ailesinden de söz edil­mektedir. Celbegen’in aile bireyleri de genellikle kendisi gibi olağanüstü­lüklere sahiptir. Destanların içinde yalnızca D6’da Celbegen’in karısı yer almaktadır: “Altmış altı dev başlı Al­tın Targa”. Altın Targa, Boodoy Koo’ya dört kulplu bronz kazanda yılan, kur­bağa, bit ve sirke olan bir yemek pi­şirerek ikram etmekte; Boodoy Koo ise “insan başını kâse yapan/ insan kanını su yerine içen/ Birinin verdiği yemeği/ Yemek istemiyorum.” diyerek yemeği reddetmektedir (Dilek 2007b: 431). Altın Targa’nın Boodoy Koo’ya yapmış olduğu yemeği, insan eti ve in­sanda tiksinti uyandıran yiyeceklerle yapması, insan kafatasında sunması ve kan içici olması, Altın Targa’nın da Celbegen gibi olumsuz bir tip olduğu­nu göstermektedir. Nitekim “altmış altı dev başlı olması” da onun bir dev olduğunun göstergesidir. Celbegen’in ailesinden özellikle masallarda söz edilmektedir. M4’te Celbegen’in karısı ve iki oğlu, M10’da sayısı belirtilme­yen oğulları, M5 ile M9’da ise üçer kızı yer almaktadır. Bu masallara bakıldı­ğında, Celbegen’in ailesinin de kendisi gibi insan eti ve kanıyla beslendikleri görülmektedir. Efsanelerin içinde ise, yalnızca E1’de ailesinden bahsedil­mektedir. Söz konusu efsaneye göre Celbegen’in karısı vardır; ancak çocu­ğu yoktur. Efsanede, Celbegen’in ka­rısıyla ilgili hiçbir olağanüstülüğe yer verilmemektedir.

incelediğimiz anlatmalarda, Cel- begen ile kahramanların mücadelesi de söz konusudur. Anlatmalarda bu mücadeleyi üç gruba ayırarak incele­yebiliriz: insanların, hayvanların ve astral varlıkların Celbegen’le müca­delesi. Destanlarda Celbegen’le müca­dele eden kahramandır. D6’da Boodoy Koo, Karatı Kağanın kızını alabilmek için yapılan yarışmalarda, rakiple­ri arasında bulunan Celbegen’i şekil değiştirmek suretiyle öldürmektedir. D9’da ise Alıp Manaş, Celbegen’in boy­nuna parmağıyla bir fiske vurmakta ve Celbegen’in yedi başı yerde yuvar­lanmakta, yani Celbegen’i kuvvetiy­le yenmektedir. Her iki destanda da kahramanın Celbegen’i öldürmesiyle, halk huzura kavuşmaktadır. Masal­larda ise Celbegen’le mücadele, iki anlatma hariç diğerlerinde söz konu­sudur. Masallarda kahramanı yenen, ya kahramana yardımcı olmak isteyen bir hayvan ya da kahramanın bizzat kendisidir. M1, M3’te kurnaz tilki; M8’de ise akıllı kunduz Celbegen’i yen­mektedir. M4, M5, M7, M8, M9, M10, M11’de ise Celbegen ile mücadele eden kahramandır; kahraman, M4’te sihirli nesneler aracılığıyla, M5, M7, M11’de fizikî güç ile, M9 ve M10 da ise kur­nazlık ile Celbegen’i yenmektedir. Celbegen’in akıl yoluyla yenilmesi, aslında Türk kültüründe devlerle ilgi­li anlatmalarda sıkça görülmektedir. Bu anlatmalarda devler; her ne kadar olağanüstü özelliklere sahip olsalar da, güçlü birini gördüklerinde korku­ya kapılmakta ve özellikle masallarda “çoğu kez aptallıklarından dolayı ma­sal kahramanları tarafından aldatıla­rak” öldürülmektedirler (Yücel 1998: 41). Astral varlıkların Celbegen’le mücadelesi ise, efsanelerde karşımı­za çıkmaktadır. Efsanelerde ay, yer­yüzüne inmekte ve Celbegen’i alarak tekrar gökyüzüne çıkmaktadır. Ayın Celbegen’i götürmesinin sebebi, ondan rahatsız olan insanların huzur bulma­larını sağlamak içindir.

İncelediğimiz metinlerin bir kıs­mında, Celbegen’in ölümü de görül­mektedir. Mitik anlatmalarda yeraltı- nın hükümdarı Erlik için her ne kadar ölüm söz konusu değilse de, aynı du­rum tebaası için geçerli değildir. Nite­kim D6 ve D9 no’lu destanlar ile M1, M4, M5, M7, M9, M10 ve M11 no’lu masallarda Celbegen’in ölümü görül­mektedir. Ancak Mllde biraz farklı bir durum söz konusudur ki, anlatma­da hem ölüm hem de aya çıkma mev­cuttur. Anlatmaya göre; bir ambarda yedi başlı yetmiş yedi Celven’i kilitli tutan kız, kocasının ambarın kapısını açması üzerine Celvenlerden biri hariç diğerlerini öldürmekte, sağ bıraktığı Celven ise aya çıkmaktadır. Anlatma­da bu kısım şu şekilde yer almaktadır: “Sağ bıraktığı Celvene: ‘Sen çık dolaş!’ deyip o Celven’i çıkarmış. O zamanlar çocukların elleriyle ay işareti yapması yasakmış. Çocuk oyun sırasında dolu­nay görmüş ve eliyle ay işareti yaparak ayı annesine gösterdiğinde, aydan yedi başlı Celven inmiş. Çocuğu aya gö­türmüş. Ay dolunay olunca ayda yedi başlı Celven ve tuttuğu çocuk görünür­müş” (Dilek 2007c: 557). Benzer bir du­rumun söz konusu olduğu efsanelerde de Celbegen’in ölümü değil, aya çıkı­şı anlatılmaktadır. Efsanelere göre; Celbegen, ay tarafından yeryüzünden alınarak gökyüzüne çıkarılmakta ve o günden beri de ayda yaşamaktadır. Elde ayın yüzeyindeki karartılara açıklama getirilirken, E2’de ay tu­tulmasının sebebi Celbegen’in ayın gözlerini kapatmasına bağlanarak açıklanmaktadır. Altay Türkleri ay tutulmasının yaşandığı zamanlarda Celbegen’in ayı yuttuğuna inanmakta ve ayı bırakması için; köpekleri hav­lattırıp, kap-kaçakla gürültü yaparak, seslerini Tanrıya duyurmaya çalış­maktadırlar. Bugün Türk boylarında ve Anadolu’da da rastlanan benzer pratikler ayın kötü ruhlarla mücade­le ettiği inancından kaynaklanmakta ve bu olay bütün Türk lehçelerinde “tutulmak” fiili ile ifade edilmektedir. (İnan 2006: 29; Kalafat 2009: 108-109). Altay Türklerinde görülen bir başka inanışa göre ise Celbegen, ay dolunay hâlindeyken onu yiyerek küçültmekte ve tekrar yeryüzüne inerek insanları yemek istemektedir. Ancak “yeni ay” zamanı ay, Celbegen’i yenmekte; böyle zamanlarda kötü ruhlar sakinleşmek­te, felaketler azalmakta ve yeryüzü dinlenmektedir (Muytueva vd. 1996: 15-17). Tüm bunlar ayın, Altay Türk- leri tarafından kutsal kabul edildiğini ve efsaneler aracılığıyla ayın etrafında oluşan inançların devam ettirildiğini göstermektedir.

SONUÇ

Altay Türklerinin destan, ma­sal ve efsanelerinden yola çıka­rak Celbegen’in özelliklerini orta­ya koymaya çalıştığımız makalede, Celbegen’in Erlik tebaasından olan kötü ruhlardan olduğu görülmektedir. Celbegen; yedi başlı, insan eti yiyen, fi­ziksel özellikleriyle insanda tiksinti ve ürküntü uyandıran, genellikle insan­lardan uzakta ve kötü ruhların mekânı olan karanlık ormanlarda yaşayan, kendisi gibi insan etiyle beslenen bir ailesi olan ve şekil değiştirebilen bir dev tipidir. Anlatmalarda genellikle, yaptığı kötülüklerle karşımıza çıkan Celbegen, insanlara bir şekilde zarar vermektedir; ancak anlatmaların so­nunda ya kahraman ya kahramana yardımcı olan bir hayvan ya da bir astral varlık tarafından etkisiz hâle getirilmektedir. Celbegen’in müca­delelerin hemen hepsinde yenilmesi, bize kötü olan bir varlığın sonunda mücadeleyi kaybedeceği gerçeğini vur­gulamaktadır. Celbegen tipinin hem destanlarda hem masallarda hem de inançlara açıklama getiren efsaneler­de bu kadar yaygın olarak yer alması, bu tipin Altay Türklerinde hâlâ canlı bir şekilde yaşadığını göstermektedir.

Dr. Ferah TÜRKER

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, ferahturker

Kaynak: Milli Folklor Dergisi, Yıl: 2012 Sayı: 94

NOTLAR

“1. mit. Erlik’in cehennemdeki sarayını koruyan dev, 2. Şamanın tören kostümündeki bir süs (bu süs iki kuyruklu, dört ayaklı ve bir başlı, mistik bir tasviridir ve kumaştan yapılır.”, Altayca-Türkçe Sözlük. Hzl. Emine Gürsoy Nas- kali-Muvaffak Duranlı. Ankara: TDK Yayınları, 1999.s. 66.

“Emegen”, kadın soyunun başı, kadınların koruyucusu ve doğum iyesidir. Doğumların iyi geçmesini ve artmasını sağlar. Emegeni temsilen evlerde muhakkak bir tasvir bulundurulur ve evlenen kıza yeni evinde mutlu olması amacıyla annesi tarafından verilir. Bk. N.S. Grebenniko­va. Altayskiy Panteon- Bogi, Duhi, Kultı. Gorno- Altaysk: 2004. s. 53.

Makalemizde incelememizi Türkiye’de ya­yınlanan Altay Türklerinin destanları, masalları ve efsanelerini esas alarak yaptık. Çalışmamızda aşağıdaki kaynaklar taranmış ve Celbegen’in yer aldığı anlatmalar tespit edilmiştir. Ancak anlat­malardan bahsedilirken, özellikle bazılarının adiarının uzun olması dolayısıyla, numaralan­dırma yoluna gidilmiş, böylelikle anlaşılırlığı ko­laylaştırmak amaçlanmıştır. Numaralandırma – da destanlar “D”, masallar “M”, efsaneler ise “E” harfiyle karşılanmıştır. Makalemizde taranan kaynaklar ve numaralandırma sistemine karşı­lık gelen anlatmalar şunlardır:

İbrahim Dilek. Altay Destanları I. Ankara: TDK Yayınları, 002. D1- Altay Buuçay Des­tanı D2- Kozın Erkeş Des­tanı
İbrahim Dilek. Altay Destanları II. Ankara: TDK Yayınları, 2007. D3- Oçı-Bala Destanı D4- Ösküs-Uul Destanı D5- Kan-Kapçıkay Destanı

D6-Kögüdey-Kökşin Destanı D7- Altın Ergek Des­tanı

İbrahim Dilek. Altay Destanları III. Ankara: TDK Yayınları, 2007. D8- Üç Kulaktu Ay Kara Destanı
Metin Ergun. Altay Türklerinin Kahra­manlık Destanı Alıp Manaş. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998. D9- Alıp Manaş
Altay Edebiyatı. Hzl. İbrahim Dilek, Akt. İbrahim Dilek- Figen Güner Dilek). Türkiye Dışındaki Türk Edebi­yatları Antolojisi. C. 24. Ankara: Kültür Bakan­lığı Yayınları, 2003. M1- Köpekle Kurt M2- Ak-Pös-Kuurçın
İbrahim Dilek. Altay Masalları. Ankara: Alp Yayınları, 2007. M3- UndıçanM4- Ösküs-Uul ile Emey-AruM5- Erte, Erke, Ergek Adlı Kardeşler M6- Celbegen’in Yedi Baş Alması M7- Ösküs-Uul M8- Üç Kız M9- Başparak M10- Üç Kardeş M11- Celven
Ferah Türker. “Altay Türklerinin Efsaneleri (İnceleme-Metin)”. Ya­yımlanmamış Doktora Tezi. İzmir: Ege Üni­versitesi, 2011. E1- Elbegen E2- Aybatkan
Emine Gürsoy-Naskali.Altay Destanı Maaday- Kara. İstanbul: 1999, YKY Yayınları.

KAYNAKLAR

♦ Altay Edebiyatı. Hzl. İbrahim Dilek, Akt. İbrahim Dilek- Figen Güner Dilek). Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi. C. 24. An­kara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2003.

♦ Altayca-Türkçe Sözlük. Hzl. Emine Gürsoy Naskali-Muvaffak Duranlı. Ankara: TDK Yayınları, 1999.

♦ Anohin, A.V. Altay Şamanlığına Ait Mater­yaller. Çev. Zekeriya Karadavut-Jannet Meyer- manova. Konya: Kömen Yayınları, 2006.

♦ Bayat, Fuzuli. Türk Mitolojik Sistemi (Kut­sal Dişi- Mitolojik Ana, Umay Paradigmasında İlkel Mitolojik Kategoriler-İyeler ve Demonoloji). Cilt: II. İstanbul: Ötüken Yayınları, 2007.

♦ Beydili, Celal. Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük. Çev. Eren Ercan. Ankara: Yurt Kitap- Yayın, 2002.

♦ Çoruhlu, Yaşar. “Türk Sanatı ve Mitoloji­sinde Kötülüğün Tasviri”. Lânet Kitabı. Ed. Emi­ne Gürsoy Naskali. İstanbul: KÎTABEVÎ Yayın­ları, 2009.

♦ Dilek, İbrahim. Altay Destanları I. Ankara: TDK Yayınları, 2002.

♦ Dilek, İbrahim. Altay Destanları II. Ankara: TDK Yayınları, 2007.

♦ Dilek, İbrahim. Altay Destanları III. Ankara: TDK Yayınları 2007.

♦ Dilek, İbrahim. Altay Masalları. Ankara: Alp Yayınları, 2007.

♦ Ergun, Metin. Altay Türklerinin Kahra­manlık Destanı Alıp Manaş. Ankara: Kültür Ba­kanlığı Yayınları, 1998.

♦ Ergun, Pervin. “Türk Kültüründe Ruhlar ve Orman Kültü”. Millî Folklor 87 (Bahar2010): 113-121.

♦ Grebennikova N. S. Altayskiy Panteon- Bogi, Duhi, Kultı. Gorno-Altaysk: 2004.

♦ İnan, Abdülkadir. Tarihte ve Bugün Şama­nizm (Materyaller-Araştırmalar). Ankara: TTK Yayınları, 2006.

♦ İnayet, Alimcan. Türk Dünyası Efsane ve Masallarında Bir Dev Tipi: Yalmavuz/Celmo- ğuz. İzmir: Kanyılmaz Matbaası, 2007.

♦ Kalafat, Yaşar. Türk Kültürlü Halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançları (Kodlar-Kült- ler-1). Ankara: Berikan Yayınevi 2009.

♦ Muytueva, V. A.- M. P. Çoçkina. Altay Can. Gorno-Altaysk: Gorno-Altayskaya Tipografiya, 1996.

♦ Naskali, Emine Gürsoy. Altay Destanı Ma- aday-Kara. İstanbul: YKY Yayınları, 1999.

♦ Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi. Cilt: I. Ankara: TTK Yayınları, 2003.

♦ Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi. Cilt: II. Anka­ra: TTK Yayınları, 2002.

♦ Türker, Ferah. “Altay Türklerinin Efsane­leri (İnceleme-Metin)”. Yayımlanmamış Doktora Tezi. İzmir: Ege Üniversitesi, 2011.

♦ Verbitskiy, V.İ., Slovar Altayskogo i Ala- dagskogo Nareçiy Tyurksogo Yazıka. Gorno-Al­taysk: Ak Çeçek Yay., 2005.

♦ Yücel, Ayşe. “Masallarda Dev ve Yaratılış Destanındaki Benzerleri”. Millî Folklor 39 (Güz 1998): 38-45.

MISIR DOSYASI : Mısır’da El-Mahrusa Yatıyla Kanal Açılışı Yeni Bir Dönem mi ???

Msr’da El-Mahrusa Yatyla Kanal Al Yeni Bir Dnem mi.pdf

MİZAH : İSLAM’A SAYGILI PARTİ = AK PARTİ :)))))))

MİZAH : AK PARTİ’DEN DEV HİZMET :)))))))