Günlük arşivler: 19 Ağustos 2015

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : HISTORY OF MIND-CONTROL – Chapter 6 – The Trojan Horse

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=0ty0Ezb8yS0&feature=youtu.be

TARİH : II. VİYANA KUŞATMASI VE AVRUPA’DAN DÖNÜŞ (1683-1703)

Osmanlı-056

II. VİYANA KUŞATMASI VE AVRUPA’DAN DÖNÜŞ (1683-1703)

İkinci Viyana Seferi ve sonrasında gelen hezimet hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır. Tarihin bu dönüm noktasının en önemli olayı ise Osmanlılar tarafından Viyana’nın 154 yıl sonra, ikinci kez ve fetih amacıyla kuşatılmasıdır. Bernard Lewis’e göre bu tarihi olay, Mu’te Savaşı’ndan itibaren Hıristiyan ve İslam dünyasının mücadelelerinde en kritik noktayı teşkil etmektedir.1 Avrupa’nın fethini İberya üzerinden gerçekleştirmeye çalışan Müslüman Araplara karşın, Türkler Avrupa kapılarını doğu yönünden zorlamaktaydılar. Ancak 1683 öncesi Osmanlıların Doğu Avrupa’da elde ettiği üstün başarılar, Pireneler’de Müslümanları durduran Avrupa’yı endişeye düşürmek için kâfiydi. Dolayısıyla Viyana önlerinde otağ kuran Türkleri geri çevirecek hamleyi yapmak Avrupa’nın kaderini tayin edecek kadar önemli bir başarı veya başarısızlık olacaktı. Bu anlamda 1683 yılı, Osmanlılar için zirveden dönüş ve sonun başlangıcı, Avrupalılar için ise tam tersine İstanbul’un ve Kuzey Afrika’nın Osmanlılar tarafından fethinden sonra karşı karşıya kaldıkları kuşatma çemberinin kırılması demekti. Başka bir deyişle, 1492’de başlayan keşiflerle Afrika’nın güneyinden İslam dünyasının arkasına sarkma amacındaki kıta Avrupası gözünü tekrar bu dünyanın kalbi olan, yeni başkent İstanbul’a çevirecektir.

Gerçekten de 1683 öncesi ve sonrasında gelişen olaylar, Viyana kuşatmasının bir Osmanlı- Avusturya (Habsburg) mücadelesi olarak görülmemesi gerektiğini açık ve kesin olarak ortaya koymuştur. Unutulmamalıdır ki, Viyana’yı Osmanlı ordularına karşı sadece Habsburg İmparatorluğu kuvvetleri savunmamıştır. Aynı şekilde Viyana önlerindeki Osmanlı ordusu da sadece Osmanlı ordularından meydana gelmiyordu. Viyana Osmanlılar için sadece bir yenilgi değil, klasik olarak gördükleri değer ve normların, en azından eskisi kadar, işe yaramadığı anlamına geliyordu. Ayrıca Rumeli’ye geçişlerinden itibaren küçük gördükleri gayrimüslimler (millet-i mahkume) karşısında bu ilk büyük geri çekilme idi.2 Kısacası 1683 yılı, gerek Avrupa’nın gerekse de Osmanlılar için tarihin akışını değiştirmiştir. Bu bağlamda Viyana’da Osmanlı ordusunun bozgunu, Avrupa’nın savunmadan saldırıya geçişinin ilk aşaması ve tarihin doğudan batıya doğru gelişen olayların yazımı olmaktan çıkması anlamına gelmektedir.3 Bu nedenle Viyana kuşatmasının öncesi ve sonrası geniş bir cephe olayı olarak ele alınmalıdır. Nitekim başarısızlıkla sonuçlanan Viyana kuşatmasında Osmanlı ordularının geri çekilmesiyle başlayan ve 1699 yılında Karlofça Anlaşması ile son bulan savaşlar Osmanlı-Avusturya değil, Osmanlı-Avrupa Savaşları olarak adlandırılmaktadır. Gerçekten de, Lewis’in ifade ettiği gibi bu mücadeleler ancak “Kültürler Savaşı” olarak okunur ve değerlendirilirse tam anlamıyla idrak edilebilir. Bu yüzden Viyana önlerine Osmanlı ordusunun gelişinin hazırlıkları öncelikle değerlendirilmelidir.

II. VİYANA KUŞATMASI VE AVRUPA’DAN DÖNÜŞ (1683-1703).pdf

TARİH : ANKARA İTİLAFNÂMESİ SONRASINDA İNGİLİZ DEĞERLENDİRMESİ

Cumhuriyet-056

ANKARA İTİLAFNÂMESİ SONRASINDA İNGİLİZ DEĞERLENDİRMESİ

Bu çalışma, Fransızlarla imzalanan Ankara İtilafnamesi sonrasında İngilizlerin, Milli Mücadele’nin değişen iç ve dış politika şartlarına, Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Anadolu’daki İttihatçı oluşumlar ve Türk-Bolşevik ilişkilerine bakış açısını İngiliz belgelerindeki [Dışişleri Bakanlığı belgeleri (Foreign Office-FO) ve kabine tutanakları (Cabinet Papers-CAB)] yansımalarıyla irdelemeyi amaçlamaktadır.

Sakarya Meydan Muharebesi 13 Eylül 1921’de Türk ordusunun mutlak zaferi ile sonuçlandığı gün, Ankara Hükümeti’yle Fransa arasında antlaşma imzalamak amacıyla gönderilen Franklin Bouillon da Paris’ten İstanbul’a gelmişti.[1] Böylece, 13 Ekim’de Kafkasötesi cumhuriyetleriyle Kars Antlaşması ve 20 Ekim’de Fransızlarla Ankara İtilafnamesi’nin imzalanması, Yunanlılara karşı Sakarya’da kazanılan askeri zaferin yarattığı bu olumlu ortamda gerçekleşecek; Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Türk Milli Mücadelesi’nin askeri başarısı, diplomatik cephedeki muhtelif göstergeleriyle pekişecekti.

Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Muharebesi sonrasındaki olumlu tabloyu şöyle aktarıyordu: “…bugün memleketimizin hakiki menfaatini temin edecek gündeyiz ve bunu bize, bu Sakarya muzafferiyeti temin etmiştir. Biliyorsunuz Fransız murahhaslarıyla müzakere cereyan ediyor. İngilizlerle İstanbul’da temasımız vardır. Kars’ta konferans devam ediyor. İtalyanların müracaatları vardır”. Ancak, Milli Mücadele adına atılması gereken adımların henüz bitmediği de bir gerçekti. Bu gerçek, Mustafa Kemal’in şu sözlerinde hayat bulmaktaydı: “gayet kuvvetli bir cephe ile karşılarına çıkmazsak, hepsi teması keser ve çantalarını alır giderler”.[2] Mustafa Kemal’in oluşturmak isteği kuvvetli cephe, çok boyutlu ve kapsamlı olduğu kadar, hem Sovyet Rusya hem de İtilaf devletlerine yönelik politikalarda hassas ayarların dikkatle yapıldığı bir mücadele sahasıydı.

Fransa ile yapılan Ankara İtilafnamesi, de facto Ankara yönetiminin ilk kez bir İtilaf devleti tarafından tanınması, Kilikya’nın boşaltılması, Anadolu’nun -Hatay dışında- bugünkü güney sınırının belirlenmesi şeklinde kapsamlı bir anlam ve önem ifade etmekteydi.[3]

Diğer yandan, Milli Mücadele’nin Bolşevik Rusya’yı ikincil plana itmiş olabileceği şüphesini de bünyesinde barındırıyordu. Aslında Ankara ile Moskova arasındaki gerginlik daha Sakarya Muharebesi sırasında, yani eski İttihatçı lider Enver Paşa’nın Milli Mücadele’de yönetimsel rol oynamak için Batum’dan Anadolu’ya geçme çabasında bulunduğu bir dönemde, yoğun bir şekilde hissedilmişti. Ancak Sakarya zaferi, Sonyel’in deyimiyle, Enver’in Mustafa Kemal’e yönelik ‘açık düellosu’nu sonuçsuz bırakmış ve Sovyet Rusya’nın Anadolu’yu Enver Paşa aracılığıyla Bolşevikleştirme planlarını altüst etmişti.[4] Enver Paşa’nın Batum’da bulunduğu sırada, İttihatçılığın merkezi Trabzon’da Enverciler ‘Bozuk Parti’ ismiyle bir örgüt bile oluşturmuşlardı.[5] Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın ifadesiyle, bu cemiyetin Enver Paşa ve arkadaşları adına Ankara hükümetine bir darbe yapmaya yönelik faaliyetleri, "haricin fikri”ydi. Ancak Karabekir’in de saptadığı üzere, Sakarya zaferi sonrasında Bolşevikler artık Enver’le yol almanın mümkün olamayacağının muhtemelen farkına varmışlardı.[6]

Ankara İtilafnamesi imzalandıktan sonra, Anadolu’ya yönelik Bolşevik ilgisi varlığını sürdürürken, Ankara yönetimi ise Bolşeviklerden Misak-ı Milli’nin Batı’ya tanıtılmasında, cephane ve mali destek temini konularında yardım beklemeye devam etmekteydi. Bu amaçla Mustafa Kemal Paşa, 20 Kasım 1921 günü Moskova’daki büyükelçi Ali Fuat Paşa’ya yolladığı talimatta, Bolşeviklerin Türk dostluğundan şüpheye düşürülmemesini ve Misak-ı Milli çerçevesinde uzlaşmada Ankara- Londra arasında aracı görevini üstlenmelerinin teminini; Ankara İtilafnamesi’nde Bolşevik Rusya ve diğer Sovyet Cumhuriyetlerini ilgilendirecek hiçbir maddenin bulunmadığının kendilerine tekrar edilmesini önemle vurguluyordu.[7] Ancak Ankara İtilafnamesi’yle ilgili İngiliz propagandası Rus cephesinde uzun süreli bir tedirginlik yarattığından, Ukrayna başkomutanı General Frunze 19 Aralık 1921’de, olumsuzlukların giderilmesine yönelik bir dostluk antlaşması yapmak amacıyla Ankara’ya gelecekti.[8]

Mustafa Kemal ayrıca, Türk-Bolşevik ilişkileri çerçevesinde, Milli Mücadele’den kopuk ama dolaylı bir irtibat boyutu olan sürgündeki İttihatçı liderler Enver ve Cemal Paşa’nın Rusya ve Afganistan’daki faaliyetlerini izlemeyi de ihmal etmiyordu. Yaklaşık iki yıldır Moskova denetimli bir çizgide faaliyet gösteren ve iyi ilişkiler içinde olmadığı Enver Paşa’dan elini yıkamış görünürken, Afganistan’daki Cemal Paşa ile irtibatını sürdürmek niyetindeydi.[9] Ali Fuat Paşa’ya gönderdiği 26 Kasım tarihli telgrafında, Cemal Paşa’nın Enver Paşa ile ilişkisini kesmesi gerektiğini vurguluyor; bu konuyu ‘açıkça’ Cemal Paşa’ya iletmesini istiyordu.[10] Gerçekten de bu tarihlerde oldukça karmaşık ilişkiler ağında ilerleyen Enver Paşa, Moskova’yı bile şaşırtacak kadar yeni bir rota tayin etmekle uğraşıyordu.

Enver Paşa, Sakarya Muharebesi sırasında Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’de liderliği ele geçirmek için zaman kollamıştı. Nitekim bu tarihlerdeki İngiliz kabine tutanakları, Enver Paşa’nın Bolşevikler ile Anadolu’daki Türkiye Komünist Partisi’ni birbiriyle irtibatlandıran ‘en değerli bağlantı (the most valuable link)’ olduğu ve Envercilerle komünistlerin eşanlamlı (synonymous) olduğu yönünde bilgiler içermekteydi. İngilizler -yine bu tarihlerde- Mustafa Kemal’in, Enver’in Anadolu ve Almanya’daki uzantılarından, Türkistan ve Afganistan’daki faaliyetlerinden çekindiği; gizli Türk komünist organizasyonlarının bir süredir İstanbul’da üslendiği ve ittihatçılarla ortak hedefler etrafında irtibata geçerek gizli bir şekilde örgütlendikleri; Bolşeviklerin ise -Dağıstan ve Azerbaycan’da yaptıkları gibi- Türk komünistlerini Anadolu’daki planlarına alet edecek şekilde kullanmak istedikleri yönünde muhtelif haberler elde ediyorlardı.[11] Ancak Sakarya zaferi Mustafa Kemal Paşa komutasında kazanılmıştı. Dolayısıyla, Enver Paşa için Anadolu hareketinin liderliğini ele geçirme ihtimali artık tamamen yokolmuştu. Bu anlamda, Enver Paşa’nın, 8 Kasım 1921’de "ava gidiyorum” bahanesiyle Buhara uzerinden Türkistan seferine yönelmesi,[12] yerinde bir zamanlamaydı; ve aslında, Enver Paşa’nın hayatı ve ideallerinin geneline bakıldığında pek de sürpriz değildi.

Batum’da Anadolu liderliğine yönelik hayalleri gerçekleşmeyen Enver Paşa, Ankara İtilafnamesi sonrasında artık bambaşka bir kimlikle, Bolşevik karşıtı kimliğiyle, mücadelesine Türkistan’da devam edecekti. Enver Paşa’nın Batum’dan ayrılmasından sonra amcası Halil Paşa (Kut)’nın işittiği ve aktardığı şekliyle, Ruslar, Enver Paşa ile Cemal Paşa’nın Türkistan’da birleşerek görüşmelerini bilinçli olarak önlemişlerdi ve Enver Paşa, Cemal Paşa’yı Buhara’da bulamamıştı. Bu durum da onu umutsuzluğa, karşısındakilerin iyi niyetli olmadıkları inancına itmiş ve ‘Asya ihtilali’ konusunda daha önceden ertelemiş olduğu kararını uygulamaya koymasında etkili olmuştu.[13] Ayrıca ihtimal dahilindeydi ki, Sakarya zaferinden sonra, amacını aşan faaliyetler içine giren Yeşil Ordu Cemiyeti ile yeraltı Komünist Fırkası mensupları hakkında takibat başlayınca, Gürün’ün de vurguladığı gibi, artık Rusların ilgisini tamamen kaybettiğini gören Enver Paşa Buhara’ya gitmekten başka çare görememişti.[14]

İşte tam bu tarihlerde Afganistan’la ilgili görüşmeler yapmak için Moskova’dan Almanya’ya gitme hazırlığı içinde olan Cemal Paşa, Buhara’ya gittiğini öğrendiği Enver Paşa’yı tekrar Moskova çizgisine çekmek için büyük bir gayret sarfediyordu. 15 Kasım’da Cemal Paşa Berlin’den Enver’e: “…Doktor Nazım ile beraber serian Moskova’ya avdet et. Halil ve Küçük Talat’ı İran’a gönderme. Onların dahi hemen Moskova’ya gelmelerini temin et. Ve kendin vakit kaybetmeden Berlin’e gel. Oradan da Malta’dan çıkmış olanlarla birlikte bir umumi kongre akdedelim”[15] çağrısında bulunuyordu. Fakat, artık biraz geç kalınmıştı.

Ankara İtilafnamesi sonrasında İngiliz cephesine bakıldığında ise, İngilizlerin bir yandan yaklaşık onbir ay sürdürdükleri Afgan görüşmelerini 15 Kasım’da sonuçlandırarak Afganistan’ın bağımsızlığını tanıma aşamasına geldikleri,[16] diğer yandan da Ankara İtilafnamesi’nin gizli tarafları bulunduğuna dair propaganda yaptıkları görülmekteydi. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Franklin-Bouillon’un sonuçlandırdığı bu Türk-Fransız İtilafnamesini bir türlü içine sindiremiyordu. İtilafnamenin Fransız Başbakanı Aristide Briand’ın kendi ülkesinde bile ciddi bir şekilde eleştirilmesine neden olduğunu ve Fransa’da bu itilafnamenin genelde ‘İngiltere’ye dostça olmayan ve nihayetinde Ermenilere ihanet eden’ bir nitelikte algılandığını iddia ediyordu.[17] Curzon’a göre bu itilafname, Franklin-Bouillon tarafından yürütüldüğü, İngilizlere danışılmadığı, Sevr Barış Antlaşması’ndan ödün verilmesi anlamına geldiği ve İtilaf Devletleri birlikteliğine bir darbe olduğu için hem İngiltere hem de Fransa’da ciddi eleştirilere hedef olmuş ve Briand yönetiminin geleceğini de riske atmıştı.[18]

Kısacası Lord Curzon, Kilikya’da seksen bin askeri bulunan Fransa’nın Milli Mücadelecilerle bir an önce bir antlaşmaya varmak istemesini haklı bulduğunu ifade ediyor; ama kendilerine bildirilmeden -hatta gizlenerek- yürütülmüş olan Franklin Bouillon görüşmelerinden duyduğu memnuniyetsizliği gizlemiyordu.[19]

Öte yandan, İstanbul’daki en üst düzeydeki İngiliz diplomatik temsilcisi Sir Horace Rumbold’a ulaşan bilgilere göre, Sakarya zaferi sonrasında Ankara’da hakim olan hava, bir kez daha, Milli Mücadeleci cephede ‘uzlaşmaz (intractable)’ bir bakış açısının egemen olacağına işaret etmekteydi. Ankara İtilafnamesi ise Milli Mücadelecilere, İtilaf Devletleri arasındaki dayanışmanın ne denli zayıf olduğunu göstermişti. Dahası Milli Mücadeleciler, İngiliz basınındaki bazı haberleri İngiltere’de kendilerine sempati beslendiği şeklinde yorumlamakta ve İrlanda sorununun gelişim evrelerini yakın bir ilgiyle izlemekteydiler. Kars Antlaşması, Milli Mücadelecilerin kuzey sınırını güvence altına almıştı. Milli Mücadeleciler İslam dünyasında güçlü bir merkezî pozisyona sahip olma yolundaki ümitlerini de tazelemekteydiler.[20]

İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold, Milli Mücadele’nin -iç sorunlar yaşamasına rağmen- Sakarya zaferi sonrasında çok güçlü bir konuma ulaştığını biliyor ve mevcut zaman itibariyle Milli Mücadelecilerle dialog kurmaktan çekiniyordu.[21] Ancak dialog kurmuş olanları eleştirmekten de geri kalmıyordu. Nitekim, Mustafa Kemal’in 1 Mart 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nde yaptığı ve Milli Mücadeleci basında yayımlanan bir konuşmasında ‘Milli Mücadelecilerin 1921’de Rus Cumhuriyetleri ve Fransa ile yaptığı antlaşmaların Sevr Barış Antlaşması’nın uygulanmasının artık mümkün olmadığını gösterdiği’ yorumuna karşı Rumbold, imalı bir tavır takınarak, Mustafa Kemal’in bu yorumunu ‘ilginç (interesting)’ olarak tanımladıktan sonra "Ankara diplomasisinin -eğer hem Rus Bolşevizmini hem de Fransız kapitalizminin gözlerini boyamayı hedefliyorsa- kendine çok güç bir görev edindiği (the diplomacy of Angora has set itself a difficult task, if it means to hoodwink both Russian Bolshevism and French capitalism)” ifadesini kullanıyordu.[22] Rumbold bu sözleriyle, İngiliz isteklerinin dışında gelişen ve İngiltere’nin mevcut son siyasi gündemi belirlemedeki yetersizliğini gözler önüne seren gerçekleri görmekten kaçınmaktaydı.

Ancak Fransız cephesinde durum çok farklıydı. Franklin-Bouillon 27 Ocak 1922’de İngiliz Dışişleri temsilcilerine kendisini, Ankara liderleri üzerinde tesirli yegane Avrupalı şahsiyet olarak tanımladı. Dört defa gittiği Ankara’da, Milli Mücadeleci liderlerle birlikte toplam on dört ay yaşadığını, Anadolu ve Ortadoğu’yu yirmibeş yıldır yakından tanıdığını ve Rusya konusunda da bilgi sahibi olduğunu belirterek, herkesten çok Milli Mücadeleciler ve onların hedefleri, politikaları ile içinde bulundukları şartlar hakkında konuşmaya hakkı olduğunu belirtti. Bouillon kendisini, bir ‘politikacı, Doğu uzmanı ve hatta Fransa’daki tek gerçek Doğu uzmanı’ olarak görüyordu. Mustafa Kemal ve diğer Milli Mücadeleci liderleri ‘dostlarım’ olarak nitelendiren Bouillon, bu arada, İngilizleri de unutmuyor ve kendisinin İtilaf grubunun güçlü bir destekçisi olduğunu sözlerine ekleyerek, Milli Mücadelecilerle olan irtibatında kendisini sadece Fransa için değil İngiltere için de çalışıyormuş gibi hissettiğini belirtiyordu.[23]

Bouillon, Türk Milli Mücadelesi’nin Fas’tan Hindistan’a kadar, Azerbaycan’da, Dağıstan, Hazar- ötesinde ve Volga Müslümanları arasında büyük bir dikkatle izlendiğini vurgulayarak, Ankara hükümetinin Afganistan’daki etkisinin bazı Anadolu vilayetlerindekinden bile daha fazla olduğunu ve Hindistan’daki dolaylı etkisinin de azımsanamayacak derecede güçlü olduğunu dile getiriyordu.

Bouillon’un görüşüne göre, Müslüman halklar Bolşevizmi asla bir hayat felsefesi olarak kabul etmeyeceklerdi ve Müslümanlar aslında Asya’da Bolşevizmin yayılmasına doğal bir bariyer (the natural barrier) teşkil etmekteydiler. Milli Mücadelecilerin Bolşevizm ile ilgili tehlike sinyallerinin tarihçesini, 1920 Bakü Kongrelerine kadar geri götürmek mümkündü.

O sıralardaki konferansların birinde, Lenin’den sonra gelen en etkin kişilerden biri olan Zinovyef, açık bir şekilde “Bolşevik hedefinin Müslüman halklarını Bolşevikleştirmek ve onlardan faydalanmak” olduğunu ifade etmiş ve bunun üzerine Türk delegeleri Ankara’ya döndüklerinde “Bolşevizmin kendilerine uymadığını, Bolşevikleri kullanmak zorunda olduklarını ancak Bolşevizmi asla kabul edemeyeceklerini” belirtmişlerdi. Franklin-Bouillon’a göre, Müslümanlar artık her zamankinden daha fazla Bolşevizme karşıydılar. Eğer Bolşevik yardımı kesilirse, Türkler ve Bolşevikler tekrar amansız birer düşman durumuna geleceklerdi. Ancak, Bouillon’un öngörüsüne göre, Bolşevik yardımı kesilmeyecekti. Enver Paşa’nın geri adım attığı yolundaki haberler de inandırıcı olmaktan çok uzaktı.[24]

Franklin-Bouillon’a göre, Milli Mücadeleci ordu, yaklaşık ikiyüz bin askerden oluşuyordu. Tüfekleri mevcuttu; ancak giysi ve botları az sayıdaydı. Büyük miktarda savaş malzemesi yığmaktaydılar; top mermileri, rehavet halindeki İngiliz inzibatı tarafından korunan (guarded by somnolent British police) İstanbul’daki cephanelikten elde ediliyordu. Bouillon, mermi sevkiyatının iki tanesinden haberdardı. Bu sevkiyatlar, bahsedilen cephanelikten ‘buharlaşmış (evaporated)’ bir şekilde Milli Mücadelecilere ulaşmışlardı: biri sekiz bin, diğeri ise kırkbeş bin miktarındaydı. Franklin Bouillon’un -Childs’in deyimiyle ‘artniyetli bir şekilde (maliciously)’- iddia ettiği üzere, Binbaşı Henry İnebolu’ya gitmiş ve ilk sekiz binlik mermi sevkiyatını yukarıda adı geçen cephanelikten Milli Mücadelecilere satmıştı. Bouillon bu açıklamalarına, Fransızların da Milli Mücadelecilere üniforma, silah, cephane ve on adet uçak temin ettiğini de ekliyordu.[25]

Franklin-Bouillon Kilikya konusunda çözüm getiren Ankara İtilafnamesi’ni bir ihanet olarak algılayan İngiliz tepkilerini anlayamadığını çünkü görüşmelerden onların da haberdar olduğunu ve İtilafnamenin gizli maddeleri bulunmadığını belirttikten sonra, itilaf dayanışması yoluyla Türklere fazla haşin davranıldığı imajına artık son verilmesinin gerekli olduğuna dair fikrini açıkça ifade etti. Fransa’nın Kilikya’da yılda beşyüz milyon frank harcadığını ve iki yılda beş bin kayıp verdiğini, o nedenle Kilikya’da bu durumun devam etmesinin kabul edilemeyeceğini önemle vurguladı.[26]

Özetle, Bouillon, Ankara’dan güzel anılar ve elinde bir Türk-Fransız İtilafnamesi ile dönmüştü. İngilizlerin eleştirilerine maruz kalsa da, bu itilafname Bouillon için ve Ankara Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) için büyük bir başarı göstergesiydi. Nitekim Yusuf Kemal anılarında, daha sonraki bir tarihte Marsilya’da karşılaştığı Bouillon’un kendisine daima ‘mon complise (suç ortağım)’ diye hitap ettiğini belirtiyordu.[27] Bu da gösteriyordu ki Bouillon, “Fransa’nın İngiltere’den ayrılıp Ankara ile bir itilaf imzalamasının bir suç olduğu” yolundaki İngiliz mantığına daha sonraki bir tarihte tekrar referans verdiğinde, kendisine yöneltilen İngiliz eleştirilerini pek de fazla önemsemiyor ve sadece espriyle anımsıyordu.

Yine bu tarihlerde, Ankara İtilafnamesi İtalyanları da harekete geçirmişti. Milli Mücadelecilere ilişkin bilgi veren bir başka haber kaynağı da, İtalyan hükümetinin temsilcisi olarak görevlendirilen Senyör Cavaliere Tuozzi oldu. Tuozzi başkanlığındaki heyet, 9 Kasım-11 Aralık tarihleri arasında Ankara’da görüşmelerde bulundu. 4 Ocak 1922’de İstanbul’a geçen Tuozzi’nin Anadolu’daki durum hakkında Sir Rumbold’a aktardığı bilgilere göre, Milli Mücadeleciler -silah, cephane ve para eksikliklerine rağmen- Yunanlılar tarafından büyük bir askeri mağlubiyete uğratılamazlardı. Anadolu ve İzmir konusunda taviz vermeyeceklerdi; ancak Trakya konusunda uzlaşmaya yanaşabilirlerdi. Anadolu’nun toprak bütünlüğü, ekonomik ve mali özgürlüğü için savaşıyorlardı. Sultan’ın eski Arap topraklarını geri kazanmaktan vazgeçmişlerdi; fakat kendileriyle birliktelik içinde olacak zayıf bir Mezopotamya devletinin oluşumu için gizli planlar yapmayı düşünüyorlardı. Mezopotamya’daki entrikalarını uygulayabilmek için Şeyh Senusi’yi kullanıyorlardı. Kral Hüseyin’e şiddetle karşıydılar ve Türk şehri olarak gördükleri Musul’u almayı arzu ediyorlardı. Tuozzi’nin genel kanaatine göre, TBMM’nin başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’daki siyasi pozisyonu her zamankinden daha güçlüydü. Enver Paşa’nın taraftarları varolan koşullarda Mustafa Kemal için bir tehlike oluşturmamaktaydı; ancak eğer Mustafa Kemal Sakarya’da yenilseydi durum farklı olabilirdi.[28]

Tuozzi heyetinin bir anlaşmaya varmadan Ankara’dan ayrılması, Milli Mücadeleciler arasında üzüntü uyandırmıştı. Ancak İngilizlerin Binbaşı Henry heyeti,[29] Yusuf Kemal’in Tuozzi’ye ifade ettiği şekliyle her ne kadar ciddi bir heyet (not a serious mission) olmasa da, onları cesaretlendirmişti. Milli Mücadeleciler Tuozzi’ye, üç İtilaf Devletiyle antlaşma yapmak suretiyle Yunanlıları saf-dışı bırakma politikası izleyeceklerini açıkça ifade etmişlerdi. Ankara İtilafnamesi’nden oldukça memnundular ve gelecek itilaf konferansında Fransızların desteğinden umutluydular. Ankara’nın Bolşeviklerle ilişkileri ‘karşılıklı şüphe (mutual suspicion)’ye dayalıydı ve Milli Mücadeleciler Bolşevik hükümetinin durumunun eskisinden çok daha güçsüz olduğunun farkındaydılar. Tuozzi’ye göre gelecekteki barış konferansında, Fransa’nın tavrı önemliydi. Eğer Fransa itilaf devletleriyle elele olursa, o takdirde başarılı bir anlaşmaya ulaşmak mümkün olabilecekti.[30]

Özetle, Tuozzi’nin raporuna da yansıdığı üzere, Sakarya zaferinden sonra Milli Mücadelecilerin kendilerine olan güvenleri büyük ölçüde artmıştı; ama Mustafa Kemal’in rakipleri onu alaşağı etme emellerini terketmemişlerdi. Rumbold’a ulaşan ısrarlı söylentiler, Mustafa Kemal cephesinde Enver Paşa’nın hâlâ büyük bir rahatsızlık sebebi olduğu yönünde yoğunlaşıyordu.[31] Bu anlamda, İngilizler de farkındaydılar ki, Mustafa Kemal iç siyasi zorluklarını daha tam olarak aşamamıştı.

Sakarya zaferi sonrasında, Meclis’de bireylerarası ve gruplararası mücadelenin yoğunluğu İngilizlerin dikkatinden kaçmadı. Fakat, bu muhalefetin sadece tatmin olmamış çeşitlilik gösteren dağınık gruplara mensup kişilerden mi oluştuğu, yoksa yeni bir politika takip etmek isteyen kişilerin oluşturduğu sistematik bir örgütlenme mi olduğu, olayın üstünden bir-iki ay süre geçtikten sonra bile İngilizler için hâlâ gizemini korudu.[32]

Milli Mücadelecilerin Sakarya’daki zaferi, hem Mustafa Kemal Paşa’nın hem de TBMM’de lideri olduğu Birinci Grubun pozisyonunu oldukça güçlendirmişti. Ayrıca, Ağustos ayı sonunda İngiliz Hindistan Bakanı Edwin Montagu’dan gelen ve Hindistan’daki durum hakkında bilgi veren mektubun TBMM’de okunması da olumlu bir hava yaratmıştı. Montagu’nun hem devlet hizmetinde hem de orduda kademeli olarak artan bir sayıda Hintlinin işe alınmasını önermesi, Pan-İslamcıların pozisyonunu zayıflatırken Birinci Grup’un otoritesini daha da arttırmıştı.[33] Ancak yine de, Meclis içinde çatallanan muhalif tepkiler Müdafaa-i Hukuk Grubunu ikiye ayırarak birbirleriyle çatışma içine girmelerini hızlandırdı.

Temelde hükümetin yönetimini eleştiren ıkinci Grup, 1921 son aylarında etkinliğini arttırdı.[34] Özellikle, Malta’daki ittihatçı tutukluların kurtarılarak Meclise katılmalarından sonra, hükümete karşı sertleşen bu muhalefet, daha örgütlü hareket etmeye başladı.[35] Horace Rumbold’un geliştirdiği bir teoriye göre, Mustafa Kemal Bolşeviklerle olan ilişkilerini tekrar güvence altına almaya çalışırken, Bolşevikler Enver’i Mustafa Kemal’e karşı muhalefet oluşturma yönünde teşvik etmede artık daha az istekli görünüyorlardı. Ancak, Mustafa Kemal’in muhalefetinde hem Enver Paşa ve diğer bazı eski partili ittihatçılardan oluşan bir grup hem de Osmanlı Saltanatıyla daha iyi ilişkiler geliştirmenin özlemini çeken bir grup da yer almaktaydı. Her iki gruba mensup unsurlar birbirinden tamamen kopuk değildi. Rumbold’un da gözlemlediği üzere, Mustafa Kemal’e muhalif bu eski İttihatçılar, pozisyonlarını güçlendirmek için kendilerini Halifeliği ve Sultan’ın otoritesini güçlendirmeyi hedefleyen bir oluşum olarak takdim etmekteydiler. Rumbold’a ulaşan diğer bilgilere göre, Berlin’de bir grup Türk vardı ve bunların lider kadrosu arasında eski İzmir Valisi Rahmi Bey de yer almaktaydı. Rahmi Bey, İttihat ve Terakki içindeki etkin Selanik unsurlarından biriydi ve Ankara’ya gitmek için herhangi bir teşvik ile karşılaşmamıştı. Vakit gazetesi editörü Ahmet Emin (Yalman) da bir Selanik Yahudisiydi ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanlarla işbirliği yapmıştı. 1922 Ocak ayında Ankara kabinesinden üç bakanın istifası açıklandıktan birkaç gün sonra, 19 Ocak tarihli Vakit gazetesinin dokuz sütundan az olmayan bir bölümü, Ahmet Emin’in, kabineden istifa eden bakanlardan biri olan Hüseyin Rauf Bey ile görevde olduğu sıralarda yaptığı bir röportajına ayrılmıştı. Rumbold’a göre, bu röportajın Rauf Bey’in istifasının hemen ardından tekrar gündeme getirilmesi manidardı. Dahası, haberin başlığıyla, Rauf Bey’in Halifelik ve Saltanatın kurtarılması uğrundaki kararlılığına özel bir önem atfedilmişti.[36] Özetle Rumbold, eğer teorisinde bir parça haklılık mevcutsa, Mustafa Kemal’e yöneltilen muhalefetin iplerinin, büyük bir olasılıkla, Berlin ve İsviçre’deki Türkler ve Selanik Yahudi-dönmeleri (Salonica crypto-Jews) tarafından çekildiğini düşünüyordu. Rumbold, adı geçen bu muhalif oluşumun İtilaf Devletleri ve Sultan’a, Mustafa Kemal’e gösterdiklerinden daha ılımlı bir tavır sergileyeceğine dair ciddi şüpheler taşıyordu. Ancak, bu kişilerin -kendileri çok fazla güçlenmeden- Mustafa Kemal’in siyasi otoritesini zayıflatmayı başarmaları halinde, Sultan’ın siyasi gücünü arttırma ve İtilaf Devletleriyle barışcıl bir uzlaşmaya ulaşabilme yolunda ilerleme kaydedilebileceğine ihtimal vermekteydi.[37]

Sakarya zaferi sonrasında Meclis-içi panaromaya 5 Ekim tarihli İngiliz istihbarat raporu çerçevesinde bakıldığında, TBMM’nin -Suriye, Arabistan ve Kafkasya’nın eski Türk vilayetlerini temsil eden birkaç onursal üyesinin dışında- yaklaşık 230 milletvekilinden ve belli başlı üç siyasi gruptan oluştuğu görülmekteydi. Çoğunluğu oluşturan ve Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği Birinci Grup (Ilımlılar, the Moderate Party), 165-170 üyeden oluşmaktaydı. Bu grup, Yunan ordusunun Sakarya Muharebesindeki yenilgisinin ardından her zamankinden daha güçlü bir hale gelmişti ve artık Müdafaa-i Milliye Grubu (the National Defence Group) olarak isimlendiriliyordu. Bu grup Türkiye’nin geleceğini, Batılı devletler ile iyi ilişkiler kurma ve Rusya’dan çekinme esasına dayandırmaktaydı. Yunan ordusunu safdışı bıraktıktan sonra, İtilaf Devletleri ile Misak-ı Milli çerçevesinde bir barış yapmayı amaçlıyordu. Meclisin makul üyelerinin hemen hemen tümü, bu grubun bünyesinde yer almaktaydı.[38]

Yusuf Kemal’in liderliğinde 45-50 kişiden oluşan Müfrit Grup (Aşırılar, the Extremist Party), Türkiye’nin tam bağımsızlığının elde edilmesi ve Misak-ı Milli’nin tümüyle uygulanması taraftarıydı. Batı karşıtlığını savunurken Doğu’ya doğru genişlemeyi hedeflemekte, dolayısıyla da Doğu’da egemen olan İngiltere’yi Türkiye’nin ‘müzmin, kronik düşmanı (Turkey’s inveterate enemy)’ olarak görmekteydi. İngiltere’nin ‘sözde (alleged)’ Helen sempatisi bu düşmanlıkta sadece raslantısal bir yer işgal ediyordu. Nitekim Yunanlıların tümüyle yenilmesinden sonra bile İngiltere, Doğu’ya doğru genişlemek isteyen Türkiye’nin yine en güçlü rakibi olacaktı. Bu nedenle, İngiltere’nin Doğu İmparatorluğu’nu kıskaca alan Rusya’nın yardımını almak ne pahasına olursa olsun sağlanmalıydı. Bu grubun tanınan üyeleri arasında, gazetesi aracılığıyla İslamiyet ile Bolşevizm ilkelerinin birbiriyle örtüştüğünü savunan ve yakınlarda Mustafa Kemal ile çekişme için giren Yeni Gün gazetesi editörü Yunus Nadi (Abalıoğlu) bulunmaktaydı. Bir diğer üye olan Nazım (Resmor) da, komünist faaliyetleri nedeniyle hapis cezasına çarptırılmıştı.[39]

Meclisteki üçüncü ve en küçük grup, Enverci Grup’tu. Sayısal anlamda azınlıkta kalan Enverciler, hedeflerinde ise oldukça aşırıya kaçan bir çizgideydiler. İttihatçı geleneğinin en kötü örneğini temsil eden ve onbeş üyesi olan bu grubun içinde, örneğin, ünlü bir Pan-İslamist ve eski bir İttihatçı olan ve Anadolu’da Bolşevizmi savunan Eskişehir milletvekili Eyüp Sabri (Akgöl) yer almaktaydı. Enverci Grup, tüm Orta Asya boyunca Pan-İslamist bir ayaklanma (Pan-İslamic revolt) gerçekleşmesini amaçlamaktaydı. Bu amaç çerçevesinde, tüm Batılı devletlerin -özellikle de İngiltere’nin- hakimiyetini yokedebilmek için Sovyet Rusya ile geniş çaplı bir işbirliğini öngörmekteydi.[40]

Böylece İngiliz belgeleri, Meclis-içi siyasi renkleri genel hatlarıyla üç temel grupta sınıflamaktaydı. Çoğunluğu oluşturan, Misak-ı Milli’yi esas alan Mustafa Kemal’in Birinci Grubu’nun yanısıra, Eyüp Sabri’nin Bolşevik ekolündeki grubu ‘Enverci’ olarak tanımlanmakta ve bu grubun Bolşevik-denetimli ve emperyalist (yayılmacı) niteliğinin ağır bastığı vurgulanmaktaydı. Yusuf Kemal’in grubu ise, Misak-ı Milli’ye sadık, Ankara-Moskova yakınlaşmasını savunan, Anadolu-denetimli sosyalist bir grubu ifade etmekteydi.

Kısacası, 1922 yılının Ocağı’na gelindiğinde, Mustafa Kemal yönetimi, her ne kadar Kasım 1921’de oldukça zedelenmiş ikili ilişkiler gündeme gelmiş olsa da, yeniden Bolşeviklere yönelmişti. Enver Paşa ve grubuna açıkça verilen Bolşevik desteğinden artık pek eser yoktu. Mustafa Kemal yine tercih edilecek gibi görünüyordu. Nitekim öyle de oldu. Yeni bir Bolşevik heyeti Ankara’ya yollandı ve Aralık 1921 sonunda Ankara-Ukrayna Antlaşması büyük bir süratle sonuçlandırıldı. Bu çerçevede Rumbold, Mustafa Kemal’in birkaç ay öncekinden çok daha fazla Bolşeviklere yöneldiğini düşünüyordu. Rumbold’un maddelediği şekliyle, Mustafa Kemal’in iç politika zorlukları ve Bolşevik denetiminde faaliyet gösteren Enver Paşa tarafından yerinin kapılması korkusu; Tuozzi heyetinin sonuçsuz görüşmeleri; İngiliz hükümetinin uzlaşmaz tavrı gibi nedenlerden ötürü Misak-ı Milli’nin İtilaf Devletlerince kabulünün zor olması, Mustafa Kemal’in tekrar Bolşeviklere yönelmesinin nedenleri arasında sayılabilirdi.[41]

Rumbold’un vurguladığı üzere, Ankara ile Moskova ilişkilerinde, karşılıklı bir şüphe kuşkusuz her zaman varolacaktı. Ancak bu husus bile, yine de, Türk-Bolşevik yakınlaşma teorisini tamamen ortadan kaldıramazdı.[42] Nitekim takip eden gelişmeler de bunu doğrular nitelikteydi. Ankara-Moskova yakınlaşma imajı, artan bir şekilde 1922’nin ilk aylarında devam etti. İngilizlere göre Mustafa Kemal yönetimi -sanki aradığı siyasi destek ve ordusunun masraflarına yönelik mali destek nedeniyle- Sovyet hükümetine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktaydı. Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’ya göre, bu durum, bir Türk atasözü olan "Denize düşen yılana sarılır (a drowning man clutches at a serpent)” benzetmesiyle açıklanabilirdi. Ancak Rumbold’un Sadrazama cevaben söylediği şu sözler manidardı: "Bu yılan, Mustafa Kemal’i muhtemelen ısıracak (the serpent would probably bite Mustafa Kemal)”.[43] Böylece Rumbold açıkça ikaz etmekteydi ki, bu birliktelik her ne şartta olursa olsun tehlikeliydi.

Özet olarak denilebilir ki, Ankara İtilafnamesi sonrasında İngilizlerin Anadolu’da net olarak gördüğü bir sonuç vardı ki, o da Sakarya zaferinden beri gittikçe artan bir düzeyde Mustafa Kemal’e olan güvenin yaygınlaşmasıydı. 2 Kasım 1921 tarihli Daily Telegraph’da yer alan bir yazıda da görüldüğü üzere, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile yapılan Kars Konferansı görüşmelerinin başarılı bir şekilde sonuçlanmasının ardından Ankara itilafnamesi’nin imzalanması, Anadolu halkı ve Milli Mücadeleci çevreler tarafından büyük bir diplomatik başarı olarak nitelendirildi. İstanbul’da İttihatçılar tarafından ziyaret edilen kafeler canlanmıştı; kırmızı fesli, kusursuz yaka ve kravatlarıyla şık Avrupa kıyafetli kişiler gruplar halinde oturuyor; Ankara ve Mustafa Kemal’in son başarısı ile ilgili olarak yorum yapıyorlardı.[44] Hem Yunanlıları mağlup eden askeri zaferine hem de üç Kafkas devletini biraraya getiren ve ardından Fransızlarla İtilafname imzalayan Mustafa Kemal yönetiminin siyasi ve diplomatik gücüne duyulan takdir, İngilizleri bile imrendirecek düzeydeydi.

Her ne kadar İngilizler Fransızların Milli Mücadelecilerle yaptığı itilafnameden üzüntü duysalar ve yer yer Kemalist-İttihatçı çizgisini ayırmakta zorluk çekseler de, artık Mustafa Kemalcileri, uzlaşmaz Pan-İslamistlere kıyasla ‘ehven-i şer’ olarak algılamaya daha çok eğilim gösteriyorlardı. Çünkü İngilizlerin gözünde, Misak-ı Milli’nin çok ötesinde talepleri olan, Hindistan’a kadar uzanan bölgede İngilizleri tehdit eden, Bolşevik-denetimli ve İttihatçı ağırlıklı oluşumların faaliyetlerinin önlenmesi şarttı. Aslında İngilizler bu tarihlerde net bir şekilde gözlemleyebildiler ki, Mustafa Kemal de Misak-ı Milli’yi aşan boyutlarda hedefler taşıyan tüm iç ve dış aşırı oluşumları, Milli Mücadele’nin dışında tutmaya özen gösteriyordu. Bir bakıma Ankara ile Londra arasında, bu noktada bir amaç ortaklığından bile sözedilebilirdi. O halde, belki de, İngiltere’nin yapması gereken en acil girişim, Mustafa Kemal’in makul isteklerine artık önyargısız ve dikkatlice bakabilmeye çabasında saklıydı.

1921 yılı sonunda İngilizlere ulaşan askeri istihbarat haberleri, Fransa ile ayrı bir antlaşma imzalayan ve benzer bir antlaşmayı İtalya ile yapma yolunda ilerleme kaydeden Milli Mücadelecilerin, artık İngilizlerle uzlaşmaya niyetli oldukları görüntüsünü de vermekteydi. Bu görüntüye göre, Türk- İngiliz Esir Mübadelesi Antlaşması’nın 23 Ekim’de Rumbold ile Ankara hükümeti adına Hamit Bey arasında imzalanması ve 1 Kasım’da da Türk ve İngiliz esirlerinin İnebolu’da değiştirilmesi, Anadolu’da olumlu bir hava yaratmıştı. Eğer İngilizler Yunanlılara desteklerini keserlerse, uzlaşma ortamı sağlanabilirdi. İran, Azerbaycan ve diğer Kafkas devletleriyle yapılan antlaşmalar Ankara yönetiminin pozisyonunu güçlendirmişti. Milli Mücadeleciler artık kendilerine dikte ettirilen maddeleri kabul etmek zorunda olmadan İngiltere ile eşit bir platformda görüşebilecekleri kanısındaydılar. İtilaf devletlerinin hepsiyle uzlaşmaya varmaları, onlara Yunanlılara karşı askeri bir üstünlüğün ve Milli Mücadeleci nitelikli bir yönetimin İstanbul’da tesisinin kapılarını aralayabilecekti. Milli Mücadele’ye ihanet etmiş olduğu gerekçesiyle, Sultan Vahdettin’e bir an için bile taviz verilmeyecekti; ya feragat etmek ya da yurtdışına kaçmak zorunda kalacaktı. Muhtemelen Vahdettin’den sonra Abdülmecit tahta geçecekti. Ancak her ihtimal dahilinde, Milli Mücadeleciler, Halifeliğe yeni atanacak kişi konusunda İngiltere’nin müdahalesine asla izin vermeyeceklerdi.[45] Sonuç itibariyle, Mustafa Kemal Paşa ve Ankara yönetimi askeri ve diplomatik zaferlerle gelen başarının haklı gururunu yaşıyordu. Misak-ı Milli’den ödün verilmeyeceği açıktı. Diğer bir deyişle, ufukta barış görünüyordu ancak uzun vadeliydi.

Yrd. Doç. Dr. Neşe ÖZDEN

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi /Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 285-292

Dipnotlar :

[1] Yunanlıların Ankara-hedefli saldırıları üzerine 23 Ağustos’ta başlayan Sakarya Meydan Muharebesi’nde toplam insan kaybı (ölü, yaralı, esir) sayısı, Türklerin yirmi üç bin Yunanlıların ise otuz yedi bin civarındaydı. Sakarya zaferinin kazanıldığı gün, sürgündeki ittihatçı lider Enver Paşa da Türkistan’a gitmek üzere gizlice Bakü’den ayrıldı. Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. IV, (Ankara 1996), s. 49, 51.

[2] Kazım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, C. I, (Ankara 1990), s. 583.

[3] Franklin-Bouillon heyeti ve itilafnamenin şartları için bkz. Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, (Ankara 1986), s. 198-202.

[4] Salahi R. Sonyel, “Kurtuluş Savaşı Günlerinde Mustafa Kemal-Enver Çatışması”, Belleten, C. LIV, Sayı: 209 (Nisan 1990), s. 399-400; Salahi R. Sonyel, “Enver Paşa ve Orta Asya’da Başgösteren Basmacı Akımı”, Belleten, C. LIV, Sayı: 211 (Aralık 1990), s. 1179.

[5] Bozuk Parti üyelerinin Trabzon’daki entrikalarına son vermek amacıyla, TBMM ve Doğu Cephesi Komutanlığı tarafından verilen mücadelede, Trabzon valisi Ebubekir Hazım (Tepeyran) ve VI. Süvari Tümeni komutanı Albay Sami Sabit (Karaman) önemli rol oynadılar. Bkz. Sabahattin Özel, Milli Mücadelede Trabzon, (Ankara 1991), s. 160-5; Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, (İstanbul 1982), s. 111-4; Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıraları, (İstanbul 1957), s. 25-6.

[6] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkanı, (İstanbul 1967), s. 151, 333.

[7] Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları, C. II, (Ankara 1995), s. 307-8; Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), (Ankara 1991), s. 75.

[8] Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, (İzmit 1949), s. 85; Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, (İstanbul 1960), s. 1155; Gürün, a.g.e., s. 76. Cebesoy’a göre, Rusya, Ankara İtilafnamesi’nden memnun olmalıydı; çünkü aslında Türk-Bolşevik amaçlarına katkıda bulunan bir nitelik bile taşıyordu. Ancak Bolşevikler bunu görmek istemediler. Oysaki, kendileri İngilizlerle ticari antlaşma yaptığı halde Türk cephesi bu konuda tepkisel bir tavır takınmamıştı. Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, (İstanbul 1955), s. 263.

[9] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, C. III (1914-1922), (İstanbul 1972), s. 596-7.

[10] Onar, a.g.e., s. 308.

[11] CAB24/128, C. P. 3330, "İngiliz sömürgelerine, denizaşırı ve diğer ülkelerdeki ihtilalci hareketlere yönelik aylık rapor”, No. 34, (Ağustos 1921), s. 44-5.

[12] Enver Paşa’nın Türkistan Bağımsızlık Mücadelesi (Basmacı hareketi) içindeki başarıları hakkında bkz. Baymirza Hayit, Basmacılar: Türkistan Milli Mücadele Tarihi (1917-1934), (Ankara 1997), s. 200-5, 214-21.

[13] Halil Paşa, İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete Bitmeyen Savaş, (haz. M. Taylan Sorgun), (İstanbul 1972), s. 362. Nitekim, İttihat-Terakki döneminde Tanin gazetesinin sorumlu müdürü olarak görev yapmış olan Muhittin Bey, Batum’dan Bakü’ye geçen Enver Paşa’ya Türkistan’a niçin gittiğini sorduğunda, Enver Paşa, ‘Kabil’den gelmekte olan Cemal Paşa’yı Taşkent’te karşılamak için’ yanıtını vermişti. Ancak bu buluşma gerçekleşemedi. Aydemir, a.g.e., C. III, s. 617.

[14] Gürün, a.g.e., s. 51.

[15] Cebesoy, Moskova Hatıraları, s. 281.

[16] Cebesoy’un da dikkatini çektiği üzere, vaktiyle Cemal Paşa’nın etkisiyle imza edilmeyen İngiliz-Afgan Antlaşması’nın, Paşa’nın Almanya’ya gitmek üzere yola çıkmasından sonra imzalanması, Afganlıların Ruslar tarafından daha fazla oyalanmak istemediklerini izlenimini veriyordu. Cebesoy, a.g.e., s. 271.

[17] CAB23/39, C. 121, “Bakanlar Kurulu Kararları’, (21 Aralık 1921).

[18][18] CAB23/27, C. 88 (21), “Bakanlar Kurulu Kararları’, (22 Kasım 1921).

[19] Lord Curzon’un Ankara İtilafnamesi’yle ilgili analizi (örneğin, itilafnamenin İngiliz-Fransız ikili antlaşmaları, azınlıklar, toprak ve ulaşım hattı açısından değerlendirilmesi) için bkz. CAB23/27, C. 84 (21), “Bakanlar Kurulu Kararları’, (1 Kasım 1921).

[20] FO371/6535/E12559/143/44, Rumbold’dan Curzon’a, No. 724, İstanbul 13 Kasım 1921.

[21] A.g.b.

[22] FO371/7857/E2752/5/44, Rumbold’dan Curzon’a, No. 225, İstanbul 6 Mart 1922.

[23] Sir Howard d’Egville’nin organize ettiği ve İngiliz Dışişleri danışmanları W. J. Childs ve Headlam-Morley’in de hazır bulunduğu 27 Ocak tarihli öğle yemeği sırasında Franklin-Bouillon ile yapılan görüşme hakkında bkz. FO371/7854/E1179/5/44, Dışişleri Bakanlığı, Childs’in Memorandumu, 30 Ocak 1922.

[24] A.g.b.

[25] A.g.b. Yunanlılar zaten, Fransız ordusunun Kilikya’dan çekilmesi sırasında Türklere silah, üniforma, mühimmat verdiklerini tahmin etmişlerdi. Dahası, Yunan yazarlarına göre Fransızlar, askeri gücünü kolayca taşıyabilmesi için, Mersin limanını da Mustafa Kemal’e bırakmışlardı. Sonyel; a.g.e., s. 204.

[26] A.g.b.

[27] Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, (Ankara 1981), s. 308.

[28] WO106/1421 (FO371/7853/E320/5/44), Rumbold’dan Curzon’a, No. 13, İstanbul 6 Ocak 1922. Ayrıca General Harington’un telgrafına bkz. CAB24/131, C. P. 3533, (7 Aralık 1921), Savaş Bakanı’nın Memorandumu: ‘İngiltere ve Türk Milli Mücadelecileri’.

[29] Refet Paşa Binbaşı Henry ile 27 Kasım-5 Aralık 1921 tarihleri arasında İnebolu’da buluştu. İngiliz Savaş bakanı L. Worthington-Evans kabine memorandumunda, itilaf işgal Güçleri komutanı General Charles Harington’un İstanbul’dan yolladığı 1 Aralık ve 3 Aralık tarihli iki telgrafı yayımladı. 3 Aralık tarihli telgrafa göre Harington, Henry’nin Refet Paşa’yla buluşmasından -söylentilerin aksine- tamamen habersiz olduğunu bildiriyor ve ‘İngiliz heyeti’ hikayelerinin bütünüyle asılsız (pure fabrication) olduğunu da sözlerine ekliyordu. CAB24/131, C. P. 3533, (7 Aralık 1921), Savaş Bakanı’nın Memorandumu: ’İngiltere ve Türk Milli Mücadelecileri’.

[30] WO106/1421 (FO371/7853/E320/5/44), Rumbold’dan Curzon’a, No. 13, İstanbul 6 Ocak 1922.

[31] FO371/6536/E13327/143/44, Rumbold’dan Curzon’a, No. 1084, İstanbul 28 Kasım 1921

[32] FO406/49/E1107/27/44, Rumbold’dan Curzon’a, No. 95, İstanbul 24 Ocak 1922. Kasım 1921’de TBMM’deki uyumsuzluk belirgindi. Örneğin, Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutanlık yetkisini sürdürmek için Meclis’e sevkedilen kanun müzakereleri sırasında bazı milletvekilleri muhalif bir tutum izlediler. Selahattin Tansel; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. IV, (Ankara 1978), s. 114. Meclis’teki tartışmaları, birkaç ay sonra, Ocak 1922’de, üç bakanın istifası izleyecekti: Bayındırlık bakanı Hüseyin Rauf (Orbay) (7 Ocak), Milli Savunma bakanı Refet Paşa (Bele) (10 Ocak) ve iktisat bakanı Mahmut Celal (Bayar) (14 Ocak).

[33] FO371/6533/E11670/143/44, Askeri İstihbarat Bürosu, No. MI. 2., İstanbul 22 Ekim 1921, Ek: Türkiye Dosyası. 260, İstanbul’dan Gelen 5 Ekim Tarihli Rapor. Hindistan Bakanı Edwin Montagu, 22 Aralık 1920’de benzer önerilerde bulunmuştu. Buna göre, Filistin, Mısır ve Mezopotamya’nın askeri ve sivil yonetimini ele geçirecek bir Ortadoğu Masası oluşturulmasını; Ortadoğu ordusunun da Hintlilerden derlenmesini ve zaman içinde yerini bölgenin yerli insan kaynaklarına bırakmasını gündeme getirmişti. CAB24/117, C. P. 2348, (22 Aralık 1920).

[34] İngiliz belgelerinde, İkinci Grup oluşumu olarak 1921 sonları gösterilmektedir. Ancak, Ahmet Demirel’in de vurguladığı gibi, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında gerçekleşen yetki toplulaşması ve Meclis üstünlüğü ilkesine aykırı çeşitli uygulamalara karşı beliren muhalefet hareketi, Birinci Grup’un kuruluşundan ondört ay sonra, 1922 Temmuzu’nda ikinci Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla örgütlü bir yapı içine girmiştir. İkinci Grubun kuruluş tarihine ilişkin olarak öne sürülen savlar ve Birinci Grup ve ikinci Grup üyelerinin listesi için bkz. Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet: ıkinci Grup, (İstanbul 1995), s. 120-7, 379-380.

[35] Birbirinden farklı amaç ve düşünceye sahip milletvekillerinden oluşan ikinci Grup’ta başı çeken milletvekillerinin arasında, Malta’dan gelen İstanbul Meclisi’nin ittihatçıları dikkat çekmekteydi. Hüseyin Avni, Albay Salahattin, Rauf, Kara Vasıf, Ali Şükrü, Müfit Hoca, Mehmet Şükrü, Celalettin Arif gibi kişiler, ikinci Grubun önde gelenlerindendi. Bkz. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (1919-1927), (Ankara 2000), s. 428-30; Suna Kili, Atatürk Devrimi, (Ankara 1981), s. 98; İhsan Güneş, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Düşünsel Yapısı (1920-1923), (Eskişehir 1985), s. 143-6.

[36] FO406/49/E1107/27/44, Rumbold’dan Curzon’a, No. 95, İstanbul 24 Ocak 1922. Ahmet Emin ve Hüseyin Rauf Bey, 23 Ekim 1921 tarihli Türk-İngiliz Esir Mübadelesi Antlaşması gereğince, Malta’dan serbest bırakılan ve 1 Kasım 1921’de İnebolu’da İngilizlerle değiştirilen 59 Türk’ün, Anadolu’ya çıkmayarak İstanbul’a giden kesimi arasındaydılar. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. II: Mütareke Dönemi, (İstanbul 1986), s. 50.

[37] A.g.b.

[38] FO371/6533/E11670/143/44, Askeri İstihbarat Bürosu, No. MI. 2., İstanbul 22 Ekim 1921, Ek: Türkiye Dosyası. 260, İstanbul’dan Gelen 5 Ekim Tarihli Rapor. Ayrıca bkz. FO371/6531/E11069/143/44, Granville’den Curzon’a, No. 522, Atina 4 Ekim 1921, Ek: Karargah’tan Savaş Bakanlığı’na, No. 1116, 3 Ekim 1921, ‘Ankara’da BMM’indeki Üç Grup’.

[39] A.g.b.

[40] A.g.b.

[41] FO406/49/E1107/27/44, Rumbold’dan Curzon’a, No. 95, İstanbul 24 Ocak 1922.

[42] A.g.b.

[43] FO406/49/E3036/5/44 (FO371/7857/E3036/5/4), Rumbold’dan Curzon’a, No. 255, İstanbul 13 Mart 1922.

[44] FO371/6534/E11935/143/44, Rumbold’dan Curzon’a, No. 983, İstanbul 24 Ekim 1921, Ek: 2 Kasım tarihli ‘Daily Telegraph’ta yer alan A. Beaumont’un ‘Mustafa Kemal ve Pan-İslamist Hareket’ başlıklı yazısı.

[45] FO371/6537/E13664/143/44, Askeri İstihbarat Bürosu, No. M. I. 2, İstanbul 9 Aralık 1921, Ek: Türkiye Dosyası. 303.

TARİH : KÜRESEL BLOKLAŞMALAR VE TÜRK BÖLGESİ

Turk_Dunyasi-056

KÜRESEL BLOKLAŞMALAR VE TÜRK BÖLGESİ

1. Giriş

Özellikle 20.yy.’ın ikinci yarısında hızlanan ve “Küreselleşme” olarak adlandırılan süreçte ortaya çıkan ve ülkeleri yakından etkileyen önemli bir eğilim ülkelerarası bloklaşmalardır. Batı Avrupa’da AB ve EFTA, Kuzey Amerika’da ABD ile Kanada arasında Serbest Ticaret Bölgesi Anlaşması, Uzak Doğu’da ASEAN ve buna ek olarak Japonya öncülüğünde 12 Pasifik ülkesinin bir ticari blok kurmak üzere yola çıkması, Ortadoğu’da Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi yanında Magrep’te Tunus, Cezayir, Fas, Libya ve Moritanya’nın arasında kurulan işbirliği teşkilatı, Latin Amerika’da LAFTA gibi, oluşumlar, bir bloklaşma eğiliminin giderek yaygınlaştığını gösteriyor. Ekonomik, teknolojik, siyasal ve kültürel ilişkiler artırılarak ülkelerarası ilişkilerin bloklar içinde yoğunlaştırılması eğilimi sürdürülmeye çalışılmaktadır.[1]

Önümüzdeki yıllarda dünya ticareti ve ticaret anlaşmaları bloklar arasında olacaktır. Dış ticarette bölgeselleşme eğiliminin başta gelen sebepleri, küresel sanayileşme ve hızlı gelişen yeni teknolojilerdir. Dış ticaret alanındaki bu bölgesel gelişme şu sebeplere de bağlanabilir.[2]

1. Bloklaşan ülkelerin gerek öteki ticaret blokları ve gerekse bağımsız ekonomilerle ilişkilerinde yüksek pazarlık gücüne sahip olma potansiyeli vardır.

2. Çok taraflı ticaret sınırlıdır; belirsizliklerle doludur. Bölgesel ticaret bu konularda daha avantajlıdır.

3. Serbest ticaret bölgelerinin dünya ticaretini geliştirme şansı oldukça büyüktür.

Bloklaşmanın Türkiye’ye etkileri ve gerektirdiği uyum ise çok açıktır. Blokların dışında kalan ülkelerin ihracatı, teknolojik, kültürel ve ihtiyaçlarının karşılanması sınırlanacağı gibi, ülke yalnızlığa da itilebilir.[3] Değişime uyum için Türkiye, AB ile ilişkilerini sıkılaştırmaya devam ederken, başka girişimler de yapmak durumundadır. Ortak çıkar alanlarını paylaştığı ülkelerle, AB ile olan ilişkilerinden farklı nitelikte ilişkilere girmek zorundadır. Doğu blokunda ortaya çıkan siyasal ve ekonomik liberalleşme, artık buna imkan da vermektedir. Kendi öncülüğünde Karadeniz’i çevreleyen ve Orta Asya’ya uzanan “Karadeniz Ülkeleri Arasında İşbirliği Örgütü” kurulması bu girişimlerden biridir. Çevre koruması, ulaştırma, turizm, balıkçılık, sınır ticareti, ortak yatırım gibi alanlarda işbirliği, Karadeniz çevresi ülkelerde olabileceği gibi, Doğu Akdeniz Ülkeleriyle de olabilir. Arasıra gündeme gelen, su sıkıntısı içindeki Orta Doğu Ülkelerine su satma projesi buna bir diğer örnektir. Bu girişimler doğrudan ekonomik katkılarının yanı sıra ülkelerarası barışı da güçlendirecektir.

Şüphesiz, Türkiye’nin, özellikle bir ekonomik işbirliğine ve bütünleşmeye gidebileceği bölgelerden en önemlisi, yeni ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleridir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Orta Asya’nın Türk Cumhuriyetleri en gelişmiş Türk Devleti olan Türkiye’nin çevresinde bir "Türk Bölgesi” oluşturmaya yönelik girişimlere başlamışlardır.[4]

2. Yeni Türk Cumhuriyetlerine Genel Bir Bakış

Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un "açıklık” ve "yeniden yapılanma” politikalarıyla başlayan yeni dönem, bütün dünyada ideolojilerin değişmesine, duvarların yıkılmasına, demokratikleşme ve milliyetçilik hareketlerinin yoğunlaşmasına, iktisadi üretim tarzlarının ve mülkiyet anlayışlarının, piyasa mekanizması kurallarına ve verimlilik ilkelerine doğru kaymasına yol açmıştır. Gorbaçov, bir anlamda, tarihi devamlılığı sağlayamayan kuvvetleri serbest bırakmıştır.[5]

İmparatorluk dağıldıktan sonra bu topraklar üzerinde yaşayan halklardan bir kısmı bağımsızlıklarını kazanmış ve dünya politikasına yeni güçler olarak katılmış bulunmaktadırlar. Bunlardan Türk olanlar Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan Cumhuriyetleridir.

2.1. Siyasi Yapı

Uzun yıllar boyunca Sovyetler Birliği’nin kontrolü altında yaşamış olan Yeni Türk Cumhuriyetlerinin siyasi yapısı, bu devirde oluşturulmuş yapının bir devamı görünümündedir. Bağımsızlığı kazanan Cumhuriyetlerde henüz tam anlamıyla bir istikrardan söz etmek zordur. Sömürüden kurtulmalarına rağmen, Komünizmin ve çeşitli etkilerinin bütünüyle ortadan kalkmadığı ileri sürülebilir. Halklar kendi özgür iradesiyle hükümetlerini kuramamışlardır. Çünkü demokratik kurumlar mevcut değildir ve henüz bu ülkelerden tam anlamıyla elini çekmemiş olan Rusya ile mücadele devam etmektedir.[6]

Yeni Cumhuriyetlerde devam eden politik karmaşıklığın nedeni olarak, uzun süren yıllardan sonra Türk dünyasının yakınlaşma imkanının ortaya çıkması ve bunun dünyadaki güç dengesinin yeniden düzenlenmesine varabilecek kadar önemli sonuçlar doğurma potansiyeli gösterilebilir. Eski egemenlik alanını elinden çıkarmak istemeyen Rusya başta olmak üzere, dünya siyasal dinamiklerini yönlendiren sanayileşmiş devletlerin müdahaleleri, yeni Türk Cumhuriyetlerinin şu andaki durumunu ve çizecekleri rotayı etkilemektedir.[7]

2.2. Doğal Kaynaklar ve Ekonomik Yapı

Yeni Türk Cumhuriyetleri doğal kaynaklar yönünden oldukça zengindir. Bu ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginlikleri hakkında sürekli ve sıhhatli istatistiki bilgi verilmemesine rağmen, yinede bazı kaynaklardan Türk Dünyası’nın bir doğal kaynaklar ve hammadde cenneti olduğu anlaşılmaktadır.[8]

Doğal kaynakların çeşitleri itibarıyla baktığımızda, petrol ve doğalgaz üretiminin Azerbaycan, Kırgızistan, Türkmenistan ve bugünkü Rusya Federasyonu içindeki bazı bölgelerde yoğun olduğu görülmektedir. Sadece Azerbaycan’ın petrol rezervleri yaklaşık 2 milyar tondur. Eski Sovyetler Birliği’nin en önemli kömür merkezi Türkmenistan’ın Karagan bölgesindedir ve rezervi 53 milyar tondur. Türkmenistan’da bol ve çeşitli maden kaynakları mevcuttur. Özellikle demir madeni rezervi açısından dünyanın en önde gelen ülkesidir ve bakır madeni açısından da eski Sovyetler Birliğini’nin ihtiyaçlarını tümüyle karşılayacak seviyededir.[9] Başta pamuk, ipek ve hububat olmak üzere tarımsal ürünler ve bir yerüstü zenginliği olarak ormancılık Türk Cumhuriyetlerinde oldukça yoğun bir potansiyele sahiptir.[10]

Çarlık döneminde olduğu gibi, Sovyetler Birliği döneminde de Türk Cumhuriyetleri ham madde üreticisi ve deposu olarak görülmüştür. Sürekli kontrol altında tutulan bu bölgede uygulanan başlıca Sovyet politikalarından biri, bu devletlerin ekonomilerini birbirinden tecrit etmek olmuştur. Uzun yıllar boyunca, Türk halklarının ekonomisi, bir diğerinden tam tecrit edilmiş bir yapıda kurulmuştur. Hatta normal ekonomik ilişkilerin kesildiği bile gözlenmiştir. Bu yolla Türk dünyasının ekonomik ve kültürel yakınlaşması engellenmiştir.[11]

İzlenen bazı yöntemlerle Slav kökenli nüfusun gelir ve refahı artarken, Orta Asya Cumhuriyetlerininki sürekli gerilemiştir. Orta Asya’da kişi başına düşen gelir Slav Cumhuriyetlerindeki oranın çok altındadır. Doktor, hastane ve yatak sayısı gibi sosyal göstergeler karşılaştırıldığı zaman da dengesiz bir oran ortaya çıkmaktadır. Bu bölgede, eski Sovyet idaresi kendi sömürgeci politikasını Çarlık dönemi politikalarına benzetmiştir. 1991 yılında yapılan bir Rus araştırmasında, "Orta Asya Cumhuriyetleri onbeş kardeşin en fakiridir.” diye belirtmektedir (Gumpel, 1994, s.19).[12]

Bu sebeplerden dolayı, Yeni Türk Devletleri, ayrı ayrı bakıldığında ekonomik olarak güçlü görünmemektedir. Fakat birbirini tamamlayıcı tarzda bir bütün olarak ele alındıklarında, çok güçlü bir ekonomik potansiyel ortaya çıkmaktadır. Rusya’nın ekonomisinin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturduğu eski yapının, bu ülkelerin kendi çıkarlarına göre, serbest ve açık bir yapı haline dönüştürülmesi zaman isteyen bir süreçtir. Türkiye gibi belli tecrübelere sahip bir kardeş ülkenin yardımlarıyla, böyle büyük bir potansiyelin akılcı bir biçimde değerlendirilmesi sonucu, yakın bir gelecekte Türk dünyasının güçlü bir ekonomik blok haline dönüşmesi mümkündür.

Böyle bir aşamaya ulaşılabilmesi için, Yeni Türk Cumhuriyetlerinin siyasi bağımsızlıklarının yanı sıra ekonomik bağımsızlıklarına da kavuşmaları gerekmektedir. Merkezden yönetim sayesinde eski Sovyetler Birliği tarafından gerçekleştirilen ekonomik sömürüyü tamamen kaldırıp serbest bir yapıya kavuşmak için, bağımsız ekonomiler oluşturmak, üretim yapısını değiştirmek, maliye, döviz ve ödemeler bilançosu düzenlemelerini çağın ekonomik gerçeklerine uygun biçimde hayata geçirmek gerekmektedir.[13]

Sovyet sömürgeciliğinin bu ülkelerde bıraktığı bir diğer ekonomik miras, sermaye birikimindeki yetersizlik ve çarpıklıklardır. Yeniden yapılanma ve gelişme aşamasının başlangıcında olan Yeni Türk Cumhuriyetlerinde sermaye birikimi çok önemli bir rol oynayacaktır. Fakat, bu ülkelerde şu ana kadar sermayenin dağılımına yeterli önem verilmediğinden, mevcut sermayenin etkin kullanımı sağlanamamıştır. Ekonomik sömürü altında bulunduklarından dolayı, sermaye birikimi de sömürgecilik ilkelerine uygun olarak yerine getirilmiştir. Planlı ve maksatlı olarak Türk Cumhuriyetlerinde fabrikalar yerine yalnız Sovyet çıkarlarına hizmet eden üretim siloları geliştirilmiştir. Bu ülkelere gerektiği kadar sermaye dağıtılmamış, tersine kazandıkları paralar diğer bölgelere ve özellikle Rus bölgelerine aktarılmıştır.

3. Bağımsızlık Sonrası Yeni Türk Cumhuriyetlerinin Ekonomik Yapıları

3.1. Karşılaşılan Zorluklar

Orta Asya Cumhuriyetlerinin ekonomik, yeniden yapılanma süreci yavaş ve zor ilerlemektedir. Komünist gelişme stratejisi çerçevesinde, ulaşım, enerji sektörü ve sosyal alt yapılar, sadece üretilen ham maddeye cevap verecek ölçüde gelişmiştir. Verimli bir iletişim sistemi mevcut değildir ve kırsal bölgelerde niteliksiz iş gücü vardır. Bu olumsuz göstergelere, Yeni Cumhuriyetlerin aralarındaki kavgalar ve kendi ülkelerindeki karışıklıklar da eklendiğinde, dış yatırımcılar için cazip olmayan bir görüntü oluşmaktadır.

Pazar ekonomisine geçiş sürecinde ortaya çıkan işsizlik ve mevcut ekonomik ilişkilerden ani kopuşun vereceği zarar nedeniyle, bu ülkeler genel olarak kademeli bir geçişi tercih etmektedirler. Bu sürecin, her ülkede farklı zamanları gerektirdiği hesaplanmaktadır. Ancak birleşilen nokta, pazar ekonomisine geçişin yavaş gerçekleşecek olduğudur. Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:[14]

1. Eski Sovyetleri Birliği’nin dağılmasıyla var olan ekonomik sistemin yıkılması, ekonominin büyük oranda tekelleşmesi;

2. Sovyet sömürgeciliğinin mirası olarak ekonomik yapının eksiklikleri;

3. Ekonomik kalkınma için gerekli olan insan sermayesinin yokluğu;

4. Yeniden yapılanma ve altyapının kurulması için gerekli sermayenin bulunmaması;

5. Üretim araçlarında özel mülkiyetin ve gelişmiş bir girişimciliğin eksikliği;

6. İstikrarlı bir para ve verimli bir banka sisteminin olmaması;

7. Devlet ve ekonomi yönetiminde kabiliyetli kadroların bulunmaması;

8. Sanayileşmiş ülkelerden hissedilebilir bir ekonomik yardımın gelmemesi;

9. Eski Sovyet Cumhuriyetlerini imparatorluk sonrası devlet düzeninde birleşmeye zorlayan Rusya’nın uyguladığı siyasi ve ekonomik baskılar.

Değişim süreci içinde ortaya çıkan bazı diğer problemler de pazar ekonomisine geçişi zorlaştırmaktadır. Özellikle aşırı yüksek enflasyon ve devasa bürokrasi, gelmesi muhtemel olan yabancı sermayeyi korkutmaktadır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, bağımsızlıklarını kazanan yeni devletler ekonomik olarak dünya ile bütünleşmelerini sağlayacak ve yabancı yatırımları ülkelerine çekecek olan bir dizi ekonomik, yönetsel ve yasal tedbiri gerçekleştirmişlerdir. Bunun neticesinde, uzak-yakın pek çok ülke bu yeni pazar ile yakından ilgilenmeye başlamıştır. Örneğin, şu anda Çin, Orta Asya ülkelerine zirai ürünler ihraç etmekte ve "küçük ölçekli işler” alanında yatırımlar yapmaktadır. Yeni Cumhuriyetler, özellikle Japonya, Güney Kore, Taiwan, Hong Kong, Singapur, Hindistan ve Pakistan’dan gelecek yatırımlarla ilgilenmektedirler.

3.2. Rusya’nın Yeni Türk Cumhuriyetlerine Bakışı

Yeni Türk Cumhuriyetlerinin dünyayla bütünleşmek amacıyla başlattıkları girişimlere rağmen bu bölgenin geleceği, belli oranda Rusya’nın tavrına ve milletlerarası toplumun bu bölgede olup bitenlere duyacağı ilgiye bağlıdır. Sovyetler Birliği dağıtıldıktan sonra, Rusya’nın eski politikasını terkedip, tekrar süper devlet rolü oynamaya niyeti olmadığını ifade eden sözleri ve tavırları, Batı’nın bazı çevrelerinde artık "Soğuk Savaş” döneminin sona erdiği kanaatını yaratmıştır.

Fakat kısa bir süre sonra, Rusya’dan Batı’nın beklentilerine ve kurduğu varsayımlara pek uymayan işaretler gelmeye başlamıştır. Rusya’nın siyasi kültürü ve dış politika gelenekleri, bu ülkeye dünya çapında gücünü göstermek ve olaylara kendi ölçülerine göre karışma alışkanlığı vermiştir. Rusya, "Bağımsız Devletler Topluluğu” adı altında yeniden örgütlenen devletleri, her bakımdan bağımsız ve eşit haklara sahip, özgürlükleri ve toprak bütünlükleri güvence altında olan devletler olduğunu söyleyebilmiş olsa bile, bu devletlere her alanda müdahalede bulunmaya devam etmektedir.

Orta Asya ülkelerinin yol, demiryolu, telekominikasyon, petrol boru hattı inşaası gibi alanlarda, petrol ve maden imtiyazları konularında da bölge cumhuriyetlerine devamlı baskı yaptığı gözlenmektedir. Rusya’nın bu faaliyetleri Batılı ve Türk işletmelerinde, bu ülkelerde yapabilecekleri yatırımlar açısından endişeler oluşturmaktadır. Fakat, Rusya içindeki ve dışındaki gelişmeler ve Birleşik Devletler Topluluğu’nun aldığı mesafeler çerçevesinde bakıldığında, geçmişi canlandırmak için ne derece kararlı olsalar da, Rusların bunu gerçekleştirmede ciddi engellerle karşılaşacakları ileri sürülebilir.[15]

Bir kere Rusya’da reform hareketleri, geriye dönülmesi mümkün olmayan bir mesafeye ulaşmıştır. Bu ülkelerde ortak mülkiyete geri dönülerek, herkesi devlet memuru ve kamu personeli haline getirecek bir kollektivisit sistemi yeniden oluşturmak imkansızdır. Son yıllarda iletişim teknolojisinde meydana gelen devrim niteliğindeki gelişmeler, bütün dünyayı birbirine bağlamıştır. Bu yüzden Birleşik Devletler Topluluğu ve Rusya’yı dış dünyadan tümüyle tecrit etmek mümkün değildir. Rusya’yı tek bir merkezden yönetmek ve kontrol altında tutmak artık imkansızdır. Dış dünya ile artan iktisadi, ticari fikri bağlar; ülke içinde vatandaşların artan hareketliliği; her şeyi öğrenme ve olup bitenlerden haberdar olma imkanları telekomünikasyon ağının yayılması, bilgisayar kullanımının artması, dış dünyadan insan ve malzeme taşıyan kara, deniz ve hava yollarının ulaştırma alanında yarattığı kolaylıklar, eski Sovyetler Birliği ülkelerinde bile bir "İletişim Devrimi” meydana getirmiştir.

Bütün bu gelişmeler sonucu, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, bu bölgede de "bilgi toplumu” ve "Küresel bütünleşmenin zorlayıcılığı” ön plana çıkmaya başlamıştır. Teknolojik gelişme ve değişme sürecinde geri kalmış olan ve dünya ölçüsünde cereyan eden rekabete yenilip yok olan eski Sovyet sisteminden arda kalan kurumların ve toplum düzenini, bu yeni süreçlerin etkisiyle değişime uğramasının kaçınılmaz olduğu ileri sürülebilir.

4. Eski Sovyetler Birliği’nde Yabancı Yatırımlar

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde artmaya başlayan uluslar arası sermaye hareketleri Sovyetler Birliğini de etkilemiştir. Başlangıç yıllarındaki kapalı ekonomi devrinde karşılaşılan zorluklar, bu ülkede özellikle ortak girişimler türünde yatırımların gündeme gelmesini sağlamıştır.[16]

4.1. Eski Sovyetler Birliği’nde Faaliyette Bulunan Ortak Girişimler

1990’lı yıllara doğru sistemde ve yapısal sınırlamalarda meydana gelen değişmeler, ortak girişimlerin sayısını hızla artırmıştır. Ortak girişimlerle ilgili yasal düzenlemeler basitleştirilmiş ve yumuşatılmıştır.

Eski Sovyetler Birliği’nde ortak girişimleri hızlandıran evsahibi ülke politikalarının üç ana hedefi vardı. Birincisi döviz girdilerini artırmak, ikincisi ileri teknoloji ve ekipmanlarda ilerlemeler kaydetmek ve üçüncüsü başarılı yönetici uzmanlar transfer etmektir. Ortak girişimler, iki ayrı ekonomik sistem (sosyalizm ve serbest pazar ekonomisi) bütünleşmesinde ve özellikle eski Sovyet ekonomik sistemin günümüz açık ekonomik sistemine yakınlaşmasında çok etkili roller oynayabilecek kurumlar olarak görülmektedir.

Eski Sovyetler Birliği’nde kurulan ortak girişimlerin önemli kısmının merkezi Rusya Cumhuriyeti’nde ve özellikle Moskova’dadır. Bu gelişmelerde yabancıların ve turistlerin bu bölgelerde yoğunlaşmış olması nedeniyle hizmet sektörünün gelişmiş hale gelmesi ve etnik çatışmaların az olması ihtimalinin payı vardır. Öte yandan, eski Sovyetler Birliği’nin uyguladığı sömürü politikasının doğal sonucu olan gelişmişlik farkları, yabancı sermayenin ilk etapta bu bölgelerde yoğunlaşmasının en önemli sebeplerinden birini oluşturmuştur.Bu yüzden, Türk Cumhuriyetlerinde kurulan ortak yatırımlarım oranı %2 gibi çok düşük bir seviyededir.[17]

Batılı ülkelerin Eski Sovyetler Birliği’nde ortak girişimlerde bulunma konusunda, bu ülkelerin mevzuatındaki yasak ve sınırlamalar sebebiyle, başlangıçta bazı şüpheleri vardı. Daha sonra, bu ülkedeki yenilik arayışları ve yerel ortakların katkıları sonucu yapılan bazı değişiklikler Batılı sermayenin işini kolaylaştırmıştır. Geniş pazarı ve doğal kaynaklarıyla aslında çekici bir gücü olan bu bölgelerde, ortak girişimlerin kurulmasında en büyük rolü bankalar oynamıştır. Bankalar, ortak girişim kurmak isteyen işletmeleri, ortaklığa küçük bir oranda hissedar olarak ve kredi vererek teşvik etmişlerdir.[18]

Batılı devletler Sovyetler’de ve diğer ülkelerde ortak yatırımları bulunan işletmeleri bir araya getirerek, ortak girişim kulüpleri oluşturmuşlardır (Joint Ventures Clup). Bu yolla tecrübelerini bir araya toplama ve bunlardan ortak bir biçimde yararlanma yollarını geliştirmişlerdir. Ayrıca, Batılı ülkeler, karşılarına çıkan risk ve zorlukları aşmak için, ticari alanda ortak teşebbüsler (Trading Joint Venture) ve konsorsiyumlar oluşturma yollarını denemişlerdir.[19]

4.2. Ortak Girişimlerin Karşılaşacakları Bazı Riskler ve Zorluklar

Pazar ekonomisine geçiş sürecini başlatan eski Sovyetler Birliği ülkeleri ile veya bu ülke işletmeleri ile yapılan ortak girişimlerin aşamaları konusunda ortaya çıkan bazı risk ve zorlukları şöyle sıralayabiliriz.[20]

1. Yeni kurulan Cumhuriyetler, Sovyet idaresi altında yapılan ortaklık anlaşmalarını yeniden görüşmek istemekte, bu anlaşmalardaki kazançla ilgili bazı hükümleri kendi lehlerine çevirmeye çalışmaktadırlar.

2. Yerel ortaklığın çoğu ortak girişimlerin yurt dışına seyahat ve yabancı pazarlara ulaşmak için bir fırsat olarak görmektedirler. İşletmenin kendisine sık sık ikinci derecede önem verilmektedir.

3. Uygun bir ortak bulmak, anlaşma konusunda görüşmeler yapmak, ortak girişim anlaşmasının yapılması, genelde bir yılı bulmaktadır. Bu gecikmelerin ana sebebi, bu ülke yöneticilerinin ortak iş anlaşmaları yaparken temel aşamalar konusuna bile yabancı olmalarıdır.

4. Ruslar ve Eski Sovyet Ülkelerinde bu anlaşmalara taraf olanlar, ortak girişimin sahasını ilgisiz alanlara doğru genişletmek istemektedirler. Yabancı yatırımcılar ise, riskin en aza indirgenmesi ve faaliyetlerin fazla yayılmasını önleme konularında yoğunlaşmaktadırlar.

Karşılaşılan politik risklere ve zorluklara karşı, Batılı ülkeler kendi işletmeleri için "politik risk uygulamaları” yapmışlar ve özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler için "ekonomik risk” teşvikleri verme yollarını geliştirmişlerdir. Bu uygulamalar sayesinde Batılı ortak girişimler giderek güçlenmiş ve gelişmişlerdir.

Bütün bu zorluklara rağmen, merkezi planlamanın yıkıldığı yerlerde ve yeni ortaya çıkan pazar ekonomilerinde ortak girişimlerin başarılı oldukları gözlenmektedir. Bu bölgelerde, diğer şirketlere verilmeyen öncelikler, teşvikler ve muafiyetlerin ortak girişimlere tanınması ve bu başarıların nedenleri arasında sayılabilir. Ortak girişimlerin başarısının devamı ve artması, bu ülkelerde piyasa mekanizması şartlarının bir an önce oluşturulmasıyla yakından ilgilidir.

Bununla birlikte, pazarın istenen mal ve hizmetler için yeteri kadar geniş olup olmadığı, tarafların sorumluluklarını tam anlamıyla anlayıp anlamadıkları ve tarafların girişimin genel faaliyetleri hususunda anlaşıp anlaşmadıkları konularında kesin bir bilgiye sahip olmak için dikkatli incelemeler yapılmalıdır. Ortaya çıkabilecek bu çeşit problemler çözüldüğünde, girişimler daha fazla başarı şansına sahip olabilmektedirler.[21]

Batılı ülkelerin Eski Sovyetler Birliğine ortak girişimler yoluyla girerken uyguladıkları yöntemler, bu topraklar üzerinde varlıklarını devam ettiren ve düzenlemeler açısından hala eskinin tesirinden önemli oranda kurtulamamış olan yeni Türk Cumhuriyetlerine yönelik faaliyetler gerçekleştirilirken dikkate alınmalıdır.

4.3. Türkiye’nin Eski Sovyetler Birliği’ndeki Ekonomik Girişimleri

1937 yılında yapılan anlaşmayla başlayan Türk-Sovyet ticari ilişkileri 1982 yılına kadar kliring (bir tür takas anlaşması) esasına göre ve geleneksel ürünlere dayalı olarak yürütülmüştür. Eski Sovyetler Birliği’ndeki ilk Türk-SSCB ortak yatırım uygulaması 1989 yılında gerçekleşmiştir. 1990 yılında tescilli ortak girişimlerin sayısı 89 rakamına ulaşmıştır. Bankalar arası işlemlerde ise, ilk olarak 13 Temmuz 1990’da Türk Eximbank ile Sovyetler Birliği Dış Ekonomik İlişkiler Bankası arasında 350 milyon Dolarlık uzun vadeli yatırım (Müteahhitlik) kredisi anlaşması imzalanmıştır.

Rusya ile girişilen ihracat-ithalat rakamlarına bakıldığında ise bu pazarla ilişkilerimizin istenilen düzeyde olmadığı görülmektedir. 1990 yılı itibarıyla Türkiye’nin toplam ihracatının ancak binde 4’ü pazara yöneliktir. İthalatta ise binde 5 dolaylarındaydı. Öte yandan Türkiye’nin bu yıllarda Sovyet ticaret hacmindeki payı %1 rakamına bile ulaşmamıştı.[22] Gerek Rusya, gerekse yeni kurulan Cumhuriyetlerdeki nüfus ve satın alma gücü ile oluşturmaya başladığı büyük pazarda yeterli pay alınabilmesi için, ticaret hacmi ve ortak girişim sayısı sağlıklı bir biçimde artırılmalıdır.

5. Türkiye’nin ve Türk İşletmelerinin Yeni Türk Cumhuriyetleriyle Ekonomik İlişkilerinin Genel Bir Değerlendirilmesi

5.1. İlişkilerde Karşılaşılacak Zorluklar

Bilindiği gibi, bugün bağımsızlığını yeni kazanmış Türk Cumhuriyetleri, Eski Sovyetler Birliği’nde kapalı bir ekonomik ve politik yapı içinde yaşadıklarından, dış dünya ile ilişkileri son derece sınırlı olmuştur. Yıllardır Sovyet diktatörlüğünün sömürüsü altında kalmış bu genç Cumhuriyetler, merkezi bir ekonomik yapıya sahip olduklarından piyasa ekonomisine son derece uzaktır. Bu nedenle de piyasa ekonomisinin kurumlarına, girişimcilerine, uzmanlarına, mekanizmalarına ve çağdaş teknolojiye sahip değildirler.[23]

Öte yandan, ekonomilerinin eski Sovyet ekonomisi gibi bir bütün olarak değil, tek tek bağımsız cumhuriyetler olarak radikal yapılanmaya ihtiyaçları olduğu açıktır. Eski moda, kullanılmayan ve ekonomik olmayan üretim dallarını gözden geçirmeleri ve kaynaklarını mukayeseli avantajlar ilkesine göre transfer ederek, üretimlerini modernize etmeleri gerekmektedir. Sözü edilen bu gelişmelerin kısa sürede gerçekleştirilmesi ihtimali azdır. Bu süreçte belirleyici olan faktörler, ülkelerin ulaşmaya çalıştıkları serbest piyasa ekonomisinin dinamikleri olacaktır. Hangi faaliyetin gerektiğini, hangisinin gerekmediğini serbest ekonominin şartları belirleyecektir. Bu durum, dünyayla bütünleşme sürecinde bir takım sancılara sebep olabilecektir.

Serbest piyasa ekonomisine geçiş sürecinde, cumhuriyetlerin belli bir dönem için yatırım ve teknolojiye olan ihtiyaçları ön plana çıkmaktadır. Ellerindeki hammaddenin ve kaynakların üretime geçmesinin sağlanması için, dış sermaye yatırımlarına ihtiyaçları vardır. Bu ise, Türkiye ve onun aracılığı ile Avrupa, Japonya veya diğer ülkeler tarafından gerçekleştirilebilir.[24] Türk sanayicisi ortak yatırımlar yaparak, doğrudan Türk sermayesi ile girerek veya batılı ve Japon işletmelerle işbirliği yaparak bu pazarda yerini alabilir.

Türkiye’nin yeni cumhuriyetlerle başlattığı ekonomik yakınlaşmanın karşılaştığı zorluklardan birisi taşıma alanında ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin Azerbaycan ve Orta Asya Ülkeleriyle sınırları yoktur ve geçilecek üçüncü ülkelerde Türkiye ile bu devletler arasındaki yakınlaşmaya sıcak bakmamaktadırlar. Bu durum, Türk girişimcilerini bu ülkelerde üretim yapmaya, yani doğrudan dış yatırıma zorlayan unsurlardan biri olarak da değerlendirilmektedir.

Ticaret ve yatırım alanındaki bir diğer zorluk, bu ülkelere gidecek işletmeler ve iş adamlarının birbirleriyle irtibatının sağlanması ve ihtiyaç duyulan alanların belirlenmesi konusundaydı. Bu zorluğu aşmak için, Türkiye 1992 yılında yarı resmi nitelikli bir kuruluş olan Türk İşbirliği Kalkınma Ajansını (TİKA) kurmuştur.

Yeni Türk Cumhuriyetlerinin karşı karşıya oldukları ekonomik zorlukların aşılması, yüksek bir potansiyeli olan bu ülkelerin ekonomik bir blokta bütünleştirilerek küresel rekabete yönlendirilmesi ve dolayısıyla dünya sisteminde önemli bir oluşumun ön plana çıkarılması gündemdedir. Dünya güç dengesinin değişmesine yol açabilecek böyle bir süreç içinde Türk devletlerinin biraraya gelmesinde ve uzun dönemde bir “birlik” oluşturmasında Türkiye gibi etkin bir güce görev düşmektedir. Fakat, böyle bir görev için “Ağabeylik” rolüne soyunmak olumsuz neticelere ve zorluklara yol açabilir. Bilindiği gibi Rusya federasyonunun “ağabey”liğini tatmış olan Türk Cumhuriyetleri, yeni bir ağabey istememektedirler.

Olayın bir başka yönü de, bağımsızlıklarını henüz kazanmış devletlerin, binbir güçlükle kazanılan bu bağımsızlıklarından taviz verme anlamına gelecek oluşumlara sıcak bakmayacakları gerçeğidir.[25] Ancak sayılan bu zorlukları hesaba katarak ve doğru çözümlerini bularak başlatılacak bir oluşuma girişirken ise çekingenliğe gerek olmadığı savunulmaktadır. İngiliz olmayan uluslardan bir İngiliz Milletler Topluluğu (Commonvealth) yaratan İngiltere örneği varken, Türk Cumhuriyetlerinden bir Türk Uluslar Topluluğu oluşturmaya çalışmak, Türkiye için doğal bir davranış biçimi olarak algılanabilecektir.[26]

Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta’da, yalnızca tarihi, kültürel ve duygusal unsurlara dayandırılarak bir Türk dünyası dayanışmasının oluşturulamayacağı gerçeğidir. Ortak kültür temellerine sahip olmakla birlikte, yüzlerce yıl devam eden ayrı Coğrafyalar ve ayrı sistemler içinde yaşamanın doğal sonucu olarak, Türk uluslarının yapısında büyük farklılıklar ortaya çıkmıştır. Şiveler büyük ölçüde farklılaşmıştır. Tek bir dine bağlı gibi görünen Türk dünyasında, tarih boyunca çeşitli zıtlaşmaların temelini oluşturmuş mezhep farklılıkları ve komünist sistemin etkisiyle ortaya çıkan yorum farklılıkları söz konusudur. Bu nedenlerden dolayı, Azerbaycan dışındaki diğer Türk ülkeleriyle olan ilişkilerde, Türkiye çok ciddi çabalar göstermek zorundadır diyebiliriz.

5.2. İlişkilerde Türkiye’nin Rolü ve Gerçekleştirdiği Faaliyetler

Hükümetlerin aktif tavırlar alması gerçeğinin bilincinde olan Türkiye, kendi ulusal politikasına uygun olarak, bu ülkeler arasındaki ekonomik, siyasi ve teknik işbirliğinde aktif bir rol oynamaktadır. BDT içindeki Orta Asya Cumhuriyetlerinin ekonomik ve sosyal açıdan yeniden yapılanma çabalarına yardımcı olmak üzere teknik yatırımda bulunmakta anlaşmalar yapmakta ve krediler açmaktadır.

Bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin temsilcisi gibi görülen Türkiye, tüm bu Cumhuriyetleri Birleşmiş Milletlere, AGİK’e ve diğer bazı uluslararası örgütlere kabul ettirmiştir. Bağımsızlıklarını ilk tanıyan ülke olmuş ve hemen ekonomik yardımları başlatmıştır. Türkiye ile Orta Asya Cumhuriyetlerinin hükümetleri arasında yapılan görüşmelerin peşinden, Türk Hükümeti bu kritik dönemde ülkelerin zorlukları aşmasına yardımcı olmak üzere mali ve teknik işbirliğinde olduğu kadar uzman yardımında da bulunmaya karar vermiştir.[27]

Oldukça karmaşık bir yapı arzeden bu şartların getirdiği zorlukları aşmak için Türkiye’nin başlattığı girişimlerden bir diğeri de, daha önce kısaca değinilen bir kurumun oluşturulup, hayata geçirilmesidir. Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni uluslararası yapıda, rehber konumunun gereklerini yerine getirmek ve özel sektörün bu ülkelerdeki faaliyet ve yatırımlarına yardımcı olmak amacıyla 24 Ocak 1992 tarihinde Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) yarı resmi bir kuruluş olarak Ankara’da kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığına bağlı ayrı bir tüzel kişiliğe sahip olan bu kuruluş, geç kalmış olmakla birlikte, Türkiye ile gelişmekte olan devletler ve özellikle Yeni Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerde önemli bir boşluğu doldurmaya adaydır.

Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı, Türkiye ile gelişmekte olan ülkeler arasında ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim alanlarında işbirliğini, projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek ve ilgili işlemleri yürütmek üzere kurulmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucunda bağımsızlıklarını kazanan devletlerin ve bunların arasında özellikle Türk kültür ve dilini paylaşan ülkelerin, geçiş döneminde içinde bulundukları durum, Türkiye’nin işbirliği faaliyetlerini geliştirmesi için stratejik bir fırsat penceresi oluşturmaktadır.[28]

5.3. İlişkilerin Geleceği Ne Olabilir

Türkiye, öncelikle bölgesel dengeler ve Sovyet sisteminden geriye kalanlarla ilişkiler açısından, Türk Cumhuriyetlerinin kendisine nasıl baktığını iyi analiz etmek zorundadır. Sovyet sisteminin sona ermesinden sonra, bir geçiş süreci olarak uygulamaya konulan Bağımsız Devlet Topluluğu’nun fazla uzun sürmesi beklenmemektedir. Birazda Rusya’nın zorlaması sonucu ortaya çıkan bu yapının muhtemel çöküşünden sonra, Türk Cumhuriyetleri için dikkate alınması gereken yollardan biri, siyasi ve daha büyük oranda ekonomik bir birlik haline dönüşmektedir. Bu varsayım, küresel gidişin kaçınılmaz ürünleri olan bölgesel bloklaşmalar gerçeğine uygun düşmektedir.

Zaten gelecekte milyarlık bir Çin gücüyle, gücünü büyük ölçüde koruyan Rusya arasında beş ayrı devletin bağımsız statüsünü sürdürebileceğini düşünmek biraz zordur. Bu büyük güçler arasında dengeyi sağlayabilecek tek çözüm, mümkün olduğu ölçüde siyasi nitelikli veya en azından ekonomik nitelikli bir Türk Topluluğu oluşturulması olacaktır. Günümüzde siyasi bağımsızlık, bir ülkenin gelişmesinde önemli bir etken olmakla birlikte, tek başına yeterli olmamakta, dünya pazarındaki aşırı rekabete direnç gösterebilecek sağlam bir ekonomiyle desteklenmesi gerekmektedir. Türk Cumhuriyetlerinin ayrı ayrı bu işi başarabilmeleri çok güç görülmektedir.[29]

Böyle bir topluluğun oluşmasında en önemle faktör, Yeni Türk Cumhuriyetlerinin sahip olduğu zengin iktisadi kaynaklarını, piyasa ekonomisi tecrübesini yıllardır yaşayan Türkiye ile birlikte değerlendirme isteklerinin olup olmadığıdır. Cumhuriyetlerin her biri kendi başına hareket ettiğinde, iktisadi gelişme çabalarında yeterli derecede başarı sağlayabilmeleri oldukça şüpheli görülmektedir. Sahip oldukları imkanları birleştirdikleri takdirde, söz konusu ülkelerin iktisadi ve politik gelişmelerinin çok daha kolay ve hızlı bir şekilde gerçekleşebileceği tahmin edilmektedir.

Türkiye’nin uzun yıllardan beri kazandığı piyasa ekonomisi tecrübesi, bu ülkelere aktarılabilir ve uygulanabilir. Tecrübeye ve bilgiye sahip kurum ve kişilerden bu konuda istifade edilebilir. Bu karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma hareketi belli bir program çerçevesinde yürütülebilirse, kuşkusuz çok daha yararlı sonuçlar doğurabilecektir.

Türkiye, müslüman bir ülke olması sebebiyle Orta Asya Devletleri’ne, Slav devletlerinden daha yakındır. Türkiye, ayrıca laik bir ülke olarak, İran ve Suudi Arabistan gibi kökten dinciliğin hakim olduğu ülkelerle kıyaslanınca, 70 yıl boyunca Ataist düşüncelerle yoğrulmuş ülkeler açısından yeni politik düşüncelere geçişte, daha iyi bir model olarak görülebilir. Türkiye’nin faaliyetleri, bölgedeki kökten dinci etkiyi geriletmek amacıyla Avrupa Birliği’ne üye devletler ve ABD tarafından da zaman zaman desteklenmektedir.[30]

Uzun dönemde gerçekleştirilmesi düşünülen bir Türk Topluluğu’nun ilk ve temel adımı ekonomik alanda gerçekleştirilebilir. Özellikle kâr amaçlı yaklaşımı esas alan özel sektör desteklenmelidir. Böylelikle, serbest piyasa ekonomisinin gerçeklerine uygun ekonomik yapılar vasıtasıyla daha sağlıklı ilişkiler oluşturulabilir. Yeni Türk Cumhuriyetleriyle Türkiye arasında mevcut olan, fakat tek başına yeterli olmayan kültürel ve tarihi yakınlık hayata daha canlı bir biçimde geçirilebilir. Türkiye, özel sektörün bölgedeki siyasi istikrarsızlıktan korkmadan yatırım yapabilmesini sağlamak için, devlet tarafından garanti mekanizmalarını işletmelidir. Aksi halde bunu gerçekleştiren ve bölgeye bizden daha uzak olmayan Avrupa ve Uzak Doğu ülkeleri, Türkiye’nin bu bölgeye, ekonomik olarak etkin bir şekilde girmesine izin vermeyeceklerdir.[31]

6. Türk işletmelerinin Yeni Türk Cumhuriyetleri Pazarına Giriş Sebepleri ve Giriş Yöntemleri

6.1. Giriş Sebepleri

Türk işletmelerinin Yeni Türk Cumhuriyetlerinde faaliyette bulunmalarını teşvik edici uygun bir ortamın varolduğu ileri sürülmektedir. Bu ortamı hazırlayan sebeplerin bazıları ülkeler arasındaki ortak değerlerden; bazıları ise Türk işletmelerinin ya da gidilecek ülkelerin kendi özel istek ve hedeflerinden kaynaklanmaktadır.

6.1.1. Ortak Değerler

Küreselleşme sürecinin önemli alt sistemleri içinde sayabileceğimiz bloklaşma hareketlerinden birinin, Türkiye önderliğindeki yeni cumhuriyetler arasında gerçekleşmesi ihtimali ileri sürülmektedir. Ülkelerin tarihi, kültürel ve etnik yakınlıkları ve birbirlerine sıcak bakışları böyle bir bölgesel birliğin alt yapısını oluşturabilir. Ülkeler arasındaki kültürel yakınlıklar, bu ülkelerde faaliyette bulunacak olan işletmelerin yönetimsel davranışlarıyla ve yönetimsel felsefeleriyle uyumun sağlanmasına destek olabilir. Bu yakınlık, geniş anlamıyla teknik bilginin aktarılmasını da içeren teknoloji transferini kolaylaştırabilir ve işletmelerin hükümetle olan ilişkilerinde olumlu sonuçların alınmasını sağlayabilir.

Küresel işletmelerin faaliyetlerini etkileyen çevresel unsurların içinde yer alan sosyo-kültürel unsurlar yönünden bakılınca Türkiye ile Yeni Cumhuriyetlerin pek çok benzer yönü görülebilir. Gerek Türkiye, gerek bu ülkeler yüksek güç aralıklı toplumlardır; belirsizlik çekinceleri yüksektir; düşük bireyselcilik anlayışına sahiptirler ve geleneksel erkek değerleri ön plandadır. Sayılan bu ortak sosyo¬kültürel yönler nedeniyle, Türk işletmelerinin bu toplumlara uyum sağlaması ve daha rahat hareket etme imkanı bulmaları mümkün olabilir.

Öte yandan, küresel işletmelerin faaliyette bulundukları ülkelerden en çok dikkat ettikleri "politik risk” faktörü açısından, bu ülkeler Türk işletmeleri için oldukça uygun bir yapı arzeder. Çünkü, politik riskin temelinde kültür farklılıkları, milli ideolojilerin uyuşmazlıkları, siyasi ufuk farklılıkları ve milli egemenlik anlayışındaki farklılıkların doğurduğu çatışmalar yatmaktadır. Ayrıca, Türkiye ile Yeni Türk Cumhuriyetleri arasında yapılan ve politik risklere karşı işletmelere güvenceler veren ikili anlaşmalar göstermektedir ki, bu ülkeler arasında karşılıklı bir güven ortamı ve işbirliği için istek mevcuttur. Bu da politik riskin aza indirgenmesinde önemli bir faktör olarak görülmektedir.

Ülkeler arası bloklaşmalara giden bir yolun ilk adımının genellikle ekonomik birliklerden geçtiği, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan örneklerden gözlenmektedir. Serbest rekabet ve açık pazar ekonomisi kuralları içinde gerçekleştirilmesi gereken ekonomik bütünleşme sürecinin önemli bir adımı ise sermaye ve teknoloji gibi üretim faktörlerinin bölge içinde dolaşımını sağlayacak olan özel sektör işletmelerinin etkin biçimde devreye sokulabilmesidir. Daha geniş ekonomik sınırlara ulaşmayı hedefleyen bu tip bloklaşmaların oluşturulmasında, ulus-devlet sınırlarını aşabilen ve çeşitli ülkelerdeki faaliyetlerini birbirleriyle ilişkilendirebilen küresel nitelikli işletmelerin önemli roller üstlenebileceği sanılmaktadır. Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında oluşturulabilecek olan böyle bir ekonomik işbirliği sayesinde, tarafların birinde mevcut olan teknoloji, sermaye ve bilginin, diğerlerinde mevcut olan doğal kaynaklar ve ucuz emekle birleştirilmesi mümkün olabilir.

6.1.2. Türk İşletmelerinden Kaynaklanan Sebepler

Ülke içinde yeterli büyüklükteki pazara sahip olmayan, dolayısıyla yeterli talebe ulaşamayan Türk işletmeleri için, Yeni Türk Cumhuriyetleri daha geniş bir pazar ve büyük bir tüketici potansiyeli demektir. Türkiye’deki taleple tam istihdama ulaşamayan ve ölçek ekonomilerinin avantajlarından faydalanamayan gelişmiş Türk işletmeleri için daha büyük bir pazara açılma işlemi, hem kendi başına önemli bir aşama sayılabilir, hem de gelişmiş ülkelerin işletmeleriyle küresel bazda girişilecek olan rekabetin ilk etabı olarak görülebilir.

Ülke sınırı dışında oluşan yeni pazarlara kavuşmanın dışında, bu ülkeler Türk işletmeleri için yeni sermaye imkanları da yaratabilir. Özellikle orta ve küçük ölçekli işletmelerin, bu ülkelerin aynı nitelikteki işletmeleriyle gerçekleştirecekleri ortak girişimler sayesinde yeni sermaye adacıkları oluşturulabilir.

Yeni küresel işletmeler niteliğinde değerlendirilebilecek olan Türk işletmelerin, bu pazarın içinde veya dünyanın başka bir bölgesinde, geleneksel küresel işletmelerle rekabet edebilmesinde temel avantajlardan biri uygun maliyet ve uygun fiyattır. Yeni Cumhuriyetlerin büyük doğal kaynaklar potansiyeli, bu ülkelerde girişimlerde bulunacak Türk işletmeleri için ucuz hammadde anlamına gelmektedir. Buna, bu ülkelerdeki ucuz işgücü faktörünü de ilave ettiğimizde, düşük maliyetlerle üretim yapılabilmenin mümkün olduğunu görebiliriz.

Türk işletmelerinin karşılaştırmalı avantajlarını oluşturan unsurlardan bir diğeri uygun yer seçimidir. Küresel işletmeleri açıklayan teorilerden biri olan yerleşim teorisi, işletmelerin yerleşmek için seçtikleri pazarları tercih etme sebepleri üzerinde durur. Yukarıda sözü edilen ucuz emek ve hammaddenin yanı sıra, taşıma masraflarını da azaltan böyle yakın bir pazara yönelen Türk işletmelerinin nispi avantajlarını artırabilecekleri öne sürülmektedir.

Bilindiği gibi geleneksel küresel işletmelerin doğrudan dış yatırımlarının çok önemli bir bölümü gelişmiş ülkelere akmaktadır. Dolayısıyla, az gelişmiş bölge özellikleri taşıyan bu pazarlara, kısa zamanda çok yoğun bir biçimde büyük Batılı girişimcilerin girmesi beklenmemektedir. Geleneksel küresel işletmelerin egemen olduğu bölgelerde, bunlarla rekabet etmesi güç olan Türk işletmelerinin, henüz ortaya çıkan bu pazarlarda böyle bir zorlukla yoğun biçimde karşılaşması uzak ihtimaldir.

Meseleye sektörel bazda bakıldığında, Türk işletmelerinin yüksek teknolojiyi ve çok büyük sermayeyi gerektirmeyen alanlarda faaliyetlerini yoğunlaştırmakta olduğunu görüyoruz. Batılı küresel işletmelerle doğrudan rekabete girişilmesi zor olan sektörlerde de, kültürel yakınlığın kendilerine verdiği avantajlar Türk işletmeleri tarafından değerlendirilmektedir. Özellikle, bu ülkelerde kendilerine olan güveni arkasına alan işletmeler, Batılı işletmelerin’de içinde bulunduğu çok taraflı büyük ortaklık ve konsorsiyumlara katılmakta, hatta bunların yönlendiricisi olmaktadırlar.

Gelişmekte olan ülkeler grubunda yer alan Yeni Türk Cumhuriyetlerinin ülkelerinde yapılacak yatırımlar konusunda tercihlerinin yeni küresel işletmelerden yana olacağı ileri sürülebilir. Özellikle ilişkileri göz önüne alındığında, Türk işletmelerinin bu konuda şansı olduğu söylenebilir. Bu durumun sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür.

  • Rusya tecrübesini taşıyan bu ülkeler, kendilerini yeniden sürekli dış bağımlılık tehlikesi ile karşı karşıya bırakabilecek dev boyutlu yatırımlara şüphe ile bakmaktadırlar. Küresel yatırımlar konusunda çok büyük tecrübeleri ve ortaklıklarda kesin söz sahipliğini isteyecek belirgin ekonomik ve teknolojik üstünlükleri olmayan Türk işletmeleri bu endişeleri azaltabilir. Bir başka deyişle, gelişmekte olan Yeni Cumhuriyetler, yeni gelişmekte olan küresel bir ülke kökenli Türk işletmelerini, eski sömürgeci efendilerinin işletmelerinden bir kurtuluş olarak görebilir ve sıcak karşılayabilirler.
  • Türk işletmelerinin getireceği teknoloji, Batılı işletmelerinkinden daha fazla emek yoğundur. Bu teknolojinin, bir yandan, benzer altyapıya sahip olan bu ekonomilere uyarlaması kolaylıkla yapılabilirken; öte yandan, bu ülkelerde yaşanan istihdam problemlerinin çözümüne katkıda bulunulabilir.[32]
  • Yeni küresel işletmeler yerel problemler konusunda, geleneksel küresel işletmelerden daha duyarlıdır. Kendi ülkelerinde yabancı sermayeye karşı oluşan hassasiyeti bildiklerinden, aynı şeye gittikleri ülkede dikkat ederler. Öte yandan, yeni küresel işletmeler de, yerel ortaklarından daha az çekinirler. Çünkü, bunlar gelişmiş teknoloji ve stratejilerin yerel ortaklar tarafından öğrenilmesi gibi konularda, küresel işletmeler kadar endişelere sahip değildirler.

Gelişmekte olan evsahibi ülkeler, dış yatırımların kendilerini sürekli dış bağımlılığa maruz bırakmasını istemezler. Geleneksel küresel işletmelerin giriştiği yatırımlar bu açıdan daha uzun vadeli ve bağlayıcı olarak görülmektedir.[33]

  • Bazı iddialara göre, yeni küresel işletmeler ilk ilişkilerini etnik bağlar vasıtasıyla kurarlar. Pek çok durumda bu ilişki, yeni küresel işletmelerin sosyal problemlere sebep olan, yerel azınlık gruplarıyla yakından ilgili olması anlamındadır. Örneğin, ekonomik yönden avantajlı olmalarına rağmen, Hindistanlı işletmeler B. Afrika’da, Taiwanlı ve Singapurlu işletmeler Endonezya’da soğuk karşılanırlar. Bunlar, hükümetler tarafından, yerel azınlık gruplarının güçlenmesine katkıda bulunuyorlarmış gibi değerlendirilebilirler. Bu durumun aksine, dünyanın bazı yönlerindeki az gelişmiş ülkeler, diğer az gelişmiş ülkelerin işletmelerini ve özellikle etnik yakınlıkları olanları, tanıdık ABD veya eski sömürgeci efendilerinin işletmelerinden bir kurtuluş olarak görüp, sıcak bir şekilde karşılayabilirler. (Wells,1977, s.152)

Yeni küresel işletmelerin ilk ilişkilerini kurarken, gelişmekte olan ülkelerdeki etnik bağlardan yararlandıkları iddiaları ve bu ülkelerin eski sömürgeci efendilerinden kurtulma arzuları birlikte değerlendirildiğinde, Türk küresel işletmelerinin, Sovyetler Birliği’nin baskısından kurtulan yeni Türk Cumhuriyetlerindeki avantajlı konumları ortaya çıkmaktadır.

6.2. Giriş Yöntemleri

Yeni pazarlara giriş kararı veren küresel işletmelerin izleyecekleri bazı yöntemler vardır. İlk yöntem işletmenin kendi ülkesinde ürettiği malı ihraç etmesi, yani ticaret yapmasıdır. İşletmelerin ikinci olarak lisans ve teknik anlaşmalar yoluyla dış pazarlarda etkinliklerini arttırabilirler. Ticari marka, patent ve teknolojik süreci kullanma haklarıyla ilgili olduğundan lisans ve teknik anlaşmalar daha çok gelişmiş ülke küresel işletmelerinin başvurduğu bir yöntem olarak gelişmiştir. Türk işletmelerinin yeni Cumhuriyetlerde asıl kullandıkları yöntem ise, doğrudan yatırımlar olarak ortaya çıkmaktadır.

6.2.1. Ticaret

Türk dünyasının ekonomik işbirliğinin önemli sahası, başlangıçta ticaret olarak görülmektedir. Yeni Türk Cumhuriyetleri arasında ticaret ilişkilerinin kurulması ve hızla arttırılması için oldukça büyük ve elverişli imkanlar vardır. Çünkü bu ülkelerin ekonomileri, ticaret açısından tamamıyla biri diğerini tamamlamaktadır. Türkiye ise, nispeten gelişmiş teknolojik yapıya ve sanayi ve tarım ürünleri üretimi potansiyeline sahiptir. Fakat bazı hammaddelere ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer Türk Cumhuriyetleri büyük hammadde kaynaklarına sahip iken teknoloji ve sermaye konusunda yetersizdirler. Bütün bunlar göstermektedir ki, bu ülkelerin açıkları ve fazlalıkları ticaret yoluyla birbirinin ihtiyaçlarını karşılayacak durumdadır. Bu şekilde bir ticaret, bütün taraflara fayda sağlayacak ve Türk dünyasının hızla güçlenmesine yardımcı olacaktır.[34]

Sovyetler Birliği içinde bulundukları dönemden başlayarak Yeni Türk Cumhuriyetleriyle geliştirilen ticari ilişkiler, bağımsızlık döneminde artarak devam etmiş ve önemli bir potansiyele ulaşmıştır. Buna karşın Yeni Türk Cumhuriyetlerindeki yasal düzenlemelerin, bankacılık, sigortacılık ve kambiyo sisteminin henüz yetersiz olması ticareti zorlaştıran unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. Nakliye konusundaki problemler, geçilmesi gereken üçüncü ülkelerin takındığı olumsuz tavırlar ve ülkelerdeki döviz kıtlığının sebep olduğu takas sistemi, bu ülkelerle yapılan ticareti zorlaştıran diğer faktörlerdir.[35]

6.2.2. Doğrudan Dış Yatırımlar

Başta ihracatta karşılaşılan korumacılık tedbirleri olmak üzere, ulaştırmadaki problemleri ve diğer zorlukları aşmak için başvurulan doğrudan dış yatırım yöntemlerinden ilki "Bağlı İşletmeler” kurmak, ikincisi "Ortak Girişimler” de bulunmaktadır.

Yerel ortaklıklara güvenmeyen, bunların yönetiminde kabiliyetli olmadıklarını gören, yerel işletmelerin yetersiz olduğunu tespit eden ve yerli ortaklarla çatışmaya girebileceğini düşünen girişimciler yatırımda bulunacakları ülkelerde kendilerine bağlı işletmeler kurarlar. Yeni Türk Cumhuriyetlerindeki belirsiz yapı ve geçiş döneminin zorlukları karşısında, bu ülkeye giden diğer yabancı girişimciler gibi, Türk işletmeleri de bağlı işletmeler kurmuşlardır. Bununla birlikte yapılan araştırmalar göstermiştir ki, Türk işletmeleri doğrudan dış yatırım yöntemi olarak gittikçe belirginleşen bir tarzda Ortak Girişimler kurma eğilimine yönelmektedirler. Bu eğilimin temel sebeplerin şöyle sıralanabilir.

1. Uzun süreli ülke dışı tecrübesi olan büyük ölçekli geleneksel küresel işletmeler, kontrolün tamamen kendilerinde olması isteğiyle, bağlı işletme türü doğrudan dış yatırımların kurulmasını arzu etmektedirler. Oysa Türk işletmeleri gibi dış yatırım tecrübeleri yeterince gelişmemiş olan yeni küresel işletmeler, politik ve ekonomik riski azaltmak için ortak girişim yöntemine eğilim göstermektedirler. Yeni küresel işletmelerin sınırlı kapasiteleri de, bu eğilimde belirleyici rol oynamaktadır. İşletme sermayesi, fabrika ve bazı ekipmanlar gibi eksiklikler yerel ortaklar sayesinde giderilmeye çalışılmaktadır.

2. Serbest piyasa ekonomisine geçiş dönemini yaşayan ve politik risk açısından sakıncalar taşıyan Yeni Cumhuriyetlerde, kamulaştırma gibi risk ihtimallerini en aza indirgeyecek önlemlerden biri olarak, yine ortak girişimler gündeme gelmektedir.

3. Küresel işletme stratejileri konusunda geliştirilen yöntemler göstermiştir ki: Uluslar arası ortamda, geleneksel küresel işletmelere karşı, yönetim, ar-ge, pazarlama gibi içsel; ekonomik ve sosyal değişimlere uyum gibi dışsal alanlarda zayıf olan yeni küresel işletmelerin uygulayacakları en uygun strateji "ortak girişimlerde” bulunmaktadır.

Sayılan bütün bu faktörler göz önüne alındığında, Türk işletmelerinin Yeni Türk Cumhuriyetleri pazarlarına girerken kullanacakları en uygun yöntemin "ortak girişimlerde bulunmak” (Joint Venture) olacağı ileri sürülebilir.

7. Sonuç

Küresel sürecin rasyonel gerçekleri çerçevesinde gerçekleştirilecek akılcı yaklaşımlar sayesinde, yakın bir gelecekte Türk dünyasının güçlü bir ekonomik blok haline dönüşmesi mümkündür. Türkiye’nin uzun yıllardan beri kazandığı piyasa ekonomisi tecrübesi bu ülkelere aktarılıp uygulanmalıdır.

Türk sanayicisi ortak yatırımlar yaparak, tamamen Türk sermayesi ile girerek, Batılı veya Japon işletmelerle işbirliği yaparak, bu ülkelerin sermaye ve teknolojiye olan ihtiyaçlarını karşılayabilir ve bu pazardaki yerini gerektiği ölçüde alabilir ve almalıdır.

Yeni Cumhuriyetler için uygun bir model özellikleri taşıyan Türkiye, bu ülkelerle karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma hareketlerini belli bir program çerçevesinde yürüttüğü takdirde, yararlı sonuçlar elde edebilir. Bu sürecin alt yapısı oluşturulurken, atılacak ilk ve en gerekli adımlardan biri, Türk işletmelerinin bu ülke pazarlarına sağlıklı bir biçimde girmeleri olarak değerlendirilebilir.

Özellikle kâr amaçlı yaklaşımı esas alan özel sektör vasıtasıyla, serbest piyasa ekonomisinin gerçeklerine daha uygun ve tutarlı ilişkiler kurabilir. Yeni Cumhuriyetlerle Türkiye arasında mevcut olan, fakat tek başına yeterli olmayan kültürel ve tarihi yakınlık, ekonomik işbirliğinin öncülük ettiği bir "Türk Bölgesi”ne dönüştürülebilir.

Doç. Dr. Yusuf ERBAY

Nevşehir Valisi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 18 Sayfa: 935-945

Kaynaklar:

Kitaplar

♦ AVŞAR, Z., vd, (1994) Yeni Bir Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri, Vadi Yayınları, Ankara.

♦ BRZEZİNSKY, Z., (1992), Büyük Çöküş, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, No: 309, Ankara.

♦ DRUCKER, P., (1993), Gelecek İçin Yönetim, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara.

♦ DUNNING, J. H., (1974), Economic Analysis and the Multinational Enterprise, George Allen and Unwin Ltd., London.

♦ ESİN, A., (1992), Dünyada Globalizasyon ve Avrupa Topluluğunun Sanayi Politikasi, İ. K. V. Yayınları, İstanbul.

♦ HODGETTS, R., vd. (1994), International Management, 2 Ed., Mc Graw Hill, Singapour, İnternational Edition.

♦ KENNEDY, P., (1991), Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yanyınları, No: 306, Ankara.

♦ KINSEY, J., (1988), Marketing in Developing Countries, Macmillan Education Lt., London.

♦ LEONTİADES, J. C., (1985), Multinational Corporate Strategy: Planning for World Markets, Lexington Books, Mass.

♦ MÜTERCİMLER, E., (1993), 21. YÜZYILIN Eşiğinde Uluslar arası Sistem ve Türkiye Türk Cumhuriyetleri İlişkiler Modeli, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul.

♦ PORTER, M., (1990), The Competitive Advantage of Nations, The Free Press, New York.

♦ ROBOCK, S., vd. (1983), International Business and Multinational Enterprises, 3. Ed, Richard D. Irwin, İnc., Homewood İllinois.

♦ SARAY, M., (1993), Azerbaycan Türkleri Tarihi, Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi Serisi-1, Nesil Matbaacılık, İstanbul.

♦ TEKELİ, H., (1994), Bilgi Çağı, Simavi Yayınları, İstanbul.

♦ ULUDAĞ, I., (1992), Sovyetler Birliği Sonrası Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ve Türk Gruplarının Sosyo-Ekonomik Analizi, Türkiye ile İlişkileri, TOBB, Yayınları, İstanbul.

♦ VERNON, R., (1977), Storm over the Multinationals: The Real Issues, Mac Millan, London.

♦ WELLS, L. T., (1986), Third World Multinationals, The MIT Press., Mass.

♦ ZURAWICKI, L., (1979), Multinational Erterprises in the West and East, S. And N. Int, Pub., The Hetherlands.

Makaleler

♦ ÇANDAR, C., (1992) “Değişmekte Olan Dünyada Türkiye’nin Bağımsızlığını Kazanan Yeni Türk Cumhuriyetleriyle İlişkileri” Şen, Sebahattin, (ed), Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, Bağlam Yayıncılık, Ankara.

♦ DILLON, L., (1993), “West Meets East”, Training and Development Journal, March.

♦ GERINGER, M., vd. (1991) “Measiring Performence of Internatıonal Joint Venture”, Journal of Internatıonal Business Studies, C. 22, No. 2.

♦ GUMPEL, W., (1994), “Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Ekonomik ve Politik Gelişme”, Avrasya Etütleri, No. 2. Yaz.

♦ JENKINS, R., (1988), “Transnational Corporations and Third World. Consumption”, World Development, Vol. 16, No. 11.

♦ KAZAN, G., (1992), “Yeni Dünya Düzeninde Ekonomik Yapı ve Türkiye” Şen, Sebahattin, (ed), Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, Bağlam Yayıncılık, Ankara.

♦ KOBRİN, S. J., (1984), “Assessing Political Risk Overseas”, Grub, P. D., vd. (ed), The Multinational Erterprise in Transition, The Darwin Press Inc., New Jersey.

♦ KOICHUYEV, T., (1994), “Sovyet Sonrası Dönemde Orta Asya’nın Dünya Toplumuna Girişi”, Avrasya Etüdleri, No. 1, İlkbahar.

♦ LALL, S., (1982), ”The Emergence of Third World Multinationals”, World Development, Vol. 10, No. 2.

♦ LALL, S., (1983), “The Rise of Multinationals From the Third World”, Third. World Quarterly, Vol. 5, No. 3.

♦ MEMEDOV, S., (1992), “Türk Dünyası Ülkelerinin Ekonomik ve Kültürel Açıdan Yakınlaşmaları”, Uludağ, Süleyman (ed), Sovyet Birliği Sonrası Bağımsız türk Cumhuriyetleri ve Türk Gruplarının Sosyo-Ekonomik Analizi, Türkiye ile İlişkileri, İstanbul.

♦ ROSTEN, K., (1991), “Soviet-V. S. Joint Ventures: Pioneers on a New. Frontier”, California management Review, Winter.

♦ ÜÇIŞIK, H., (1993), “21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Teknoloji ve. İnsangücü Yapılanması”, Standart, Sayı 383, Kasım.

♦ WELLS, L., (1977), "The Internationalization of Firms from developing. Countries”in Agmon, T., vd. (ed) Multinationals from Small. Countries, The MIT Press, Cambridge, Mass.

♦ WORTZEL, H. V., vd. (1988), “Globalizing Strategies for Multinationals From Developing Countries”, Columbia Journal of World Business, Spring.

♦ WRIGHT, P., vd. (1982), “The Developing World to 1990”, Long Range Planning, Vol. 15, No. 4.

♦ YALÇIN, A., (1994), ”Tarih Perspektifinden Orta Avrasya’nın Geleceği”, Avrasya Etüdleri No. 1, İlkbahar.

Dipnotlar :

[1] Kazan, G., "Yeni Dünya Düzeninde Ekonomik Yapı ve Türkiye”, Şen, Sebahattin, (ed), Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, Bağlam Yayıncılık, Ankara 1992, s. 217.

[2] Esin, A., Dünyada Globalizasyon ve Avrupa Topluluğunun Sanayi Politikası, İ. K. V. Yayınları, İstanbul 1992.

[3] Toffler, A., Yeni Güçler, Yeni Şoklar, Altın Kitaplar, İstanbul 1992, s. 459.

[4] Drucker, P., Gelecek İçin Yönetim, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1993, s. 212.

[5] Brzezinsky, Z., Büyük Çöküş, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, No: 309, Ankara 1992, s. 213; Kennedy, P., Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yanyınları, No: 306, Ankara 1991, s. 575-605.

[6] Yalçın, A., "Tarih Perspektifinden Orta Avrasya’nın Geleceği”, Avrasya Etüdleri No. 1, İlkbahar, 1994, s. 33-34.

[7] Çandar, C., "Değişmekte Olan Dünyada Türkiye’nin Bağımsızlığını Kazanan Yeni Türk Cumhuriyetleriyle İlişkileri”, 1992, s. 133-141.

[8] Mütercimler, E., 21. YÜZYILIN Eşiğinde Uluslar arası Sistem ve Türkiye Türk Cumhuriyetleri İlişkiler Modeli, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1993. s. 197.

[9] Avşar, Z., vd, Yeni Bir Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri, Vadi Yayınları, Ankara 1994, s. 109.

[10] Saray, M., Azerbaycan Türkleri Tarihi, Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi Serisi-1, Nesil Matbaacılık, İstanbul 1993, s. 8.

[11] Memedov, S., "Türk Dünyası Ülkelerinin Ekonomik ve Kültürel Açıdan Yakınlaşmaları”, Uludağ, Süleyman (ed), Sovyet Birliği Sonrası Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ve Türk Gruplarının Sosyo-Ekonomik Analizi, Türkiye ile İlişkileri, İstanbul 1992, s. 456.

[12] Gumpel, W., "Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Ekonomik ve Politik Gelişme”, Avrasya Etütleri, No. 2, 1994, s. 19.

[13] Mehmedov, a.g.e., s. 458.

[14] Gumpel, a.g.e., s. 25.

[15] Yalçın, a.g.e., s. 24-32.

[16] Mütercimler, a.g.e., s. 224.

[17] Uludağ, I., Sovyetler Birliği Sonrası Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ve Türk Gruplarının Sosyo-Ekonomik Analizi, Türkiye ile İlişkileri, TOBB, Yayınları, İstanbul 1992, s. 470.

[18] A.g.e., s, 408.

[19] A.g.e., s, 409-410.

[20] Hodgetts, R., vd. International Management, 2 Ed., Mc Graw Hill, Singapour, international Edition, 1994, s. 144.

[21] Rosten, K., "Soviet-V. S. Joint Ventures: Pioneers on a New. Frontier”, California Management Review, Winter, 1991, s. 88-108.

[22] Uludağ, a.g.e., 438-439.

[23] Mütercimler, a.g.e., s. 219.

[24] Mehmedov, a.g.e., s. 466.

[25] Mütercimler, a.g.e., s. 218.

[26] Avşar, a.g.e., s. 146.

[27] A.g.e., s. 151.

[28] TİKA, 1994, s. 10-11.

[29] Avşar, a.g.e., s. 149.

[30] Gumpel, a.g.e., s. 15-16.

[31] Mütercimler, a.g.e., s. 204.

[32] Wells, L., (), "The Internationalization of Firms from developing Countries”in Agmon, T., vd. (ed) Multinationals from Small Countries, The MIT Press, Cambridge, Mass 1977, s. 150.

[33] A.g.e., s. 152.

[34] Mehmedov, a.g.e., s. 464.

[35] A.g.e., s. 464.

HER TÜRLÜ KOMPLOYA, TEZGÂHA, İHANETE KARŞI : MİLLÎ BİRLİK… HEMEN ŞİMDİ !…

Cihan_Dura072

MİLLÎ BİRLİK… HEMEN ŞİMDİ !…

"Şayet bir gün, çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı kendiniz olun!"

İnsan sosyal bir varlıktır. Doğası itibariyle toplu yaşamaya, hayatı birlikte sürdürmeye eğilimlidir. Her ne kadar sözlüklerde “toplanma, bir araya gelme, birleşmiş olma durumu” şeklinde tanımlansa da, birlik bunun çok ötesindedir. Toplu olmaktan daha fazlasını ister. Toplum büyüdükçe, birlik olmanın önemi artar; ayrı bir ilgi ve özen gerektirir. Bu nitelik “millet” dediğimiz toplumlar için de geçerlidir.

MİLLÎ BİRLİK NEDİR?

Millet birbirine tarih, dil, kültür ve ülkü birliği ile bağlı olan yurttaşların oluşturduğu siyasal bir topluluktur. Öyle ki, üyeleri ortak bir mirasa, bir “hatıralar mirası”na sahip olup bir arada yaşama ve ortak mirasın korunması hususunda zımnen anlaşmışlardır. Millî Birlik nedir sorusunun yanıtı, bence, burada gizlidir: Millî birlik, işte bu “alt birlik” ve ortaklıkların bir bileşkesidir, bir ürünüdür. Daha açık olarak söylemem gerekirse, millî birlik; “alt birlikler” dediğim tarih, dil, kültür, ülkü birliklerinden doğan bir tür “üst birlik”tir. Millî birlik ne kadar kuvvetli olursa, o kadar iyidir. Ancak değişkendir: türlü etkiler altında zayıflayabilir, güçlenebilir: bu nedenle, sürekli bakım ister.

Nasıl her canlı devamlı bir hayat mücadelesi içindeyse, bir millet de öyledir: Varlığını sürdürmek için “dışa karşı korunma gereksinimi” duyar. Bunu da toplu yaşama yoluyla, onun güçlenmiş şekli olan milli birlik yoluyla sağlar.

Millî birlik Türk milletini bir bütün sayar; Atatürk’ün deyişiyle “millet ve biz yoktur, birlik halinde millet vardır. Biz ayrı, millet ayrı değildir.” Millet içinde hiçbir bölücü, ayırıcı unsura yer vermez. Örneğin, etnik adlandırmalar düşmanların işidir. Atatürk’ün önemle belirttiği gibi milletimizin bütün bireyleri, aynı tarihe, ahlâka, hukuka, aynı ortak kültüre sahiptir. Tüm yurttaşlar eşittir. Bu husus “geleceklerini ve yazgılarını Türk milliyetine vicdanî arzularıyla bağlamış” olan, Hıristiyan, Musevî ve benzeri bütün yurttaşlarımız için de geçerlidir. Müslim ve gayrimüslim, Türk vatandaşları arasında hiçbir ayrım yapılmaz.

Millî birlik bir yurdun en değerli varlığı, en büyük gücüdür. Yurttaşların millet bilinci etrafında birbirine bağlanması, birbiriyle kenetlenmesidir. Aynı milletin çocuklarının birbirlerini tanımaları, iyi geçinmeleri, birbirlerini sevmeleridir; bu yoldan en yüksek insani duygulara erişmeleridir. Gerektiğinde vatan için tek bir kişi gibi tek vücut olmaları, zekâlarını, bilgi ve kültürlerini, uzmanlıklarını bir araya getirerek, kendinden çok milletini düşünerek azimle, kararlılıkla çalışmalarıdır. Kararlılık bir ulusun en yenilmez silahı ve korunma aracıdır. Millî birlik; milletin varlığını ve vatanı korumak için, bütün yurttaşların canlarını ve her şeylerini gerektiği an ortaya koyma kararlılığıdır!

Millî birliğin var olabilmesi için önce millet olmak gerekir. Milleti meydana getiren unsurlar milli birliğe de hayat verir. Bu unsurlar ne kadar pekiştirilirse, milli birlik o kadar sıkı ve kuvvetli olur. Demek ki, önce bu ilk yapıcı unsurlardır Millî Birliğin etmenleri: ortak tarih, ortak dil, ortak yurt, ortak kültür, ortak ülkü (ortak millî fikir)… Sonra, bilinçli uygulamalar gelir. Örneğin, millet yapıcı unsurları sahiplenmek, sürekli takviye etmek bunlardan biridir. Diğerleri ise örgütlenme, Millî İrade’yi yerine getirme, sosyal adalet, toplumsal gönençtir.

BİRLİKTEN KUVVET DOĞAR

Çocukluğumda ne kadar çok işitmiş, ne kadar çok okumuşumdur şu öykücüğü: “Bir babanın beş oğlu varmış. Birbiriyle geçinemez, hep kavga ederlermiş. Baba, “Birbirinizi sevin, birlik olun!” dermiş ama, hiç oralı olmazlarmış” diye başlar, şöyle devam ederdi: Ve sonunda o kaçınılmaz gün gelmiş, baba ölüm döşeğine düşmüş. Beş çocuğunu yanına çağırmış, kendisine beş çubuk getirmelerini söylemiş. Baba, çubukları bir araya getirip oğullarına vermiş. “Kırın, bakayım bu çubuk demetini” demiş. Hiçbiri başaramamış. Bunun üzerine baba demeti alıp, çubukları bu kez teker teker uzatmış oğullarına. Kardeşlerin hepsi de çubukları kolayca kırmış. Bunun üzerine baba şöyle konuşmuş: "Yavrularım, siz bu çubuklara benzersiniz. Eğer birlik olursanız, kimse size dokunamaz; güçlü olur, her tehlikeyi savuşturursunuz. Yok, ayrılık güder birbirinizle çekişirseniz, zayıf düşer, şunun bunun oyuncağı olur, yenilir, ezilirsiniz. Unutmayın, birlikten kuvvet doğar.”

Yaşım ilerledi, bugünlere ulaştım. Öğrenme bitmiyor. Şu küçük fakat anlamı büyük öykücüğü de bu ileri yaşlarımda öğrendim: Bir kervanın önünü üç eşkiya kesmiş. Kırk muhafıza rağmen kervanı soyup soğana çevirmişler. Muhafızları da çırılçıplak bırakmışlar. Kervan kasabaya döndüğünde “ne oldu size” diye soranlara muhafızlardan biri şu yanıtı vermiş: Onlar üç kişi beraberdi, biz kırk kişi yalnızdık.” Demek ki, çoklukla iş bitmiyor, kaynaşma gerek, kenetlenme gerek, örgütlenme, hedef birliği gerek.

Ya Atatürk…, Ölümsüz Mustafa Kemal ne diyor? Susalım, dinleyelim:

Bir yurdun en değerli varlığı ulusal birliktir, yurttaşlar arasındaki millî birliktir, Ülkenin ve Devrim’in içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetler aynı safta toplanmalıdır.

Vatanın bahtsız günleri, kara günleri olabilir. O zaman, kurtuluş çabalarında en önemli başarı; bütün millet bireylerinin, tüm güçlerini birleştirmesi olacaktır, varlıklarıyla, ruhlarıyla, her şeyleriyle… Bunun dışındaki her şey millî birliği bozar, ayrılık getirir, parçalanma getirir. Unutma, darmadağın bir milleti istila etmek, birleşik bir milleti istila etmekten çok daha kolaydır. Millet birlik ve emelinde azimli ve ısrarlı oldukça, mağrur ve saldırgan her düşmanı gururuna da, saldırganlığına da pişman eder. Gerektiğinde vatan için tek bir birey gibi yekpare olup azimle, kararlı olarak çalışan bir millet elbette büyük geleceğe layıktır, büyük geleceğe aday bir millettir.

Bir milletin başarısı, mutlaka bütün millî güçlerin aynı istikamette toplanmasıyla mümkündür. Nitekim benim ve arkadaşlarımın ulaştığı başarının kaynağı da milletin, kuvvetlerini birleştirmesiydi, ortak çalışmasıydı. Aynı başarı ve zaferleri sizin de tekrarlamanız, sizin de aynı esasa dayanmanıza, aynı şekilde yürümenize bağlıdır. Gerektiği zaman, vatan için tek bir adam gibi yekpare olmanıza bağlıdır.

BİRLİK ÖRGÜTLE OLUR

Atatürk dâhi bir örgütleyici, üstün bir yönetici ve önderdi. Her işinde, önce örgütlenme yoluna gitmiştir. “Örgüt” nedir? Örgüt “ortak bir amaç veya eylemi gerçekleştirmek için bir araya gelen kişilerin oluşturduğu birlik”tir. Buna göre örgütlenme; bir yandan bir “amaç veya eylem,” öbür yandan “birlik,” “çalışma ortaklığı” yani işbirliği gerektirir. Atatürk bu işbirliğini iki yoldan gerçekleştirdi: Halkla işbirliği yapmak, yakın çevreyle işbirliği yapmak.

Atatürk’e göre, başarı; ancak kitle ile, halkla birlikte sağlanabilir. Nitekim, Bağımsızlık Savaşımızı halkla birleşerek, halkla bütünleşerek yürütmüştür. Uygarlık savaşını da aynı teknik üzerine oturtmuştur: Kurduğu partinin programının, “ulusun kendi programı” olmasına özen göstermiştir. Halka danışmak, Atatürk’ün başlıca yöntemlerinden biri olmuştur. Atatürk işbirliğini, ikinci olarak, yakın çevre ile gerçekleştirir. Yakın çevrenin üyeleri; genellikle, çalışma arkadaşları, bilim ve sanat adamları, uzmanlardır. Çalışma arkadaşlarında kesin olarak iki özellik arar: Biri “aynı sorun üzerinde birlikte odaklanma,” öbürü “eleştiri yapma”. Ayrıca bir ekibin başarılı olması için, liderin ve astların sahip olmaları gereken kimi niteliklere değinmiştir. Önem verdiği davranışlardan biri de, işbirliği içinde çalışanların takdir edilmesidir.

BİRLİĞE ÇAĞRI

Gençler, Yetişkinler!

Dünyada tek başımıza yaşamıyoruz. Ortak bir vatanda bir toplum, bir millet olarak yaşıyoruz.

Milletimiz birbirine kültür birliği, dil birliği, din birliği, ülkü birliği, yurt birliği ve soy birliği ile bağlı olan yurttaşların oluşturduğu siyasal bir topluluktur. Bu ulu birlik Atatürk’ün önderliğinde, dünyaya örnek bir bağımsızlık savaşı verilerek, büyük fedakârlıklarla sağlanmıştır.

Milletimizin düşmanları, işte bu değerleri, kültür, dil, din, ülkü, yurt, soy birliklerini, siyasal birliği yok etmeye çalışıyor. Oysa bizi biz yapan, o birliklerdir. O birlikleri yok etmek, ulu birliği, milleti yok etmektir; seni, beni, hepimizi yok etmektir.

İnsan yalnız kendisi için mi yaşar? Elbette hayır! Vatanı için de, milleti için de yaşar. Ahlak da, din de bunu gerektirir.

Öyleyse ne duruyorsunuz, bir araya gelin, örgütlenin!

Kuvvet ve iş, birlikten doğar.

Atatürk ne diyor: Şayet bir gün, çaresiz kalırsanız, bir kurtarıcı beklemeyin. Kurtarıcı kendiniz olun!

Yakın çevrenizden başlayarak bir araya gelin.

Halka halka büyüyün.

Kurtulun bu ataletten,

Birlik olun,

Ses getirin!

Prof. Dr. Cihan DURA

LİBYA DOSYASI : Kurşuna dizilecek

Libya mahkemesi kararını verdi. Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam’la birlikte eski istihbarat şefi Senusi ve eski Başbakan Mahmudi, “görevi kötüye kullanma, yolsuzluk ve savaş suçu işleme” ithamlarından idama mahkum edildi. İnfaz, kurşuna dizilerek gerçekleştirilecek.

Arap ülkelerini etkisi altına alan isyan dalgasında 40 yıllık Muammer Kaddafi iktidarını bitiren Libya’daki değişim, oğul Seyfülislam’a verilen idam kararı ile bir dönemi kapatmaya hazırlanıyor.

Trablus İstinaf Mahkemesi, Libya’da 2011 yılında başlayan halk ayaklanmaları sırasında “Görevi kötüye kullanma, yolsuzluk, savaş suçu işleme” gibi suçlamalarla yargılanan ve aralarında Kaddafi’nin oğlu Seyfulislam, eski istihbarat şefi Abdullah es-Senusi ve eski Başbakan El-Bağdadş el-Mahmudi’nin de bulunduğu 8 isim hakkında “kurşuna dizilerek idam” cezasına hükmetti. Zintan Hapishanesi’nde tutulan Seyfulislam Kaddafi dışındaki tüm sanıklar mahkeme salonunda hazır bulundu. Duruşmada, dönemin Dışişleri Bakanı Abdulati el-Ubeydi hakkında beraat kararı verilirken, yargılanan diğer kişilerle ilgili hükmün daha sonra kesinleşeceği kaydedildi.

KAÇARKEN YAKALANMIŞTI

Libya’da rejimin yıkılmasının ardından oluşturulan geçici yönetim, Kasım 2011’de Seyfulislam Kaddafi’nin Nijer sınırı yakınlarındaki Obari bölgesinde, yanındaki 3 yardımcısıyla birlikte Nijer’e kaçmaya çalıştığı sırada yakalandığını duyurmuş, Kaddafi ve diğer rejim yetkililerinin Libya’da yargılanacağını açıklamıştı. Seyfulislam Kaddafi, eski Başbakan Mahmudi, istihbarat şefi Senusi, Dış Güvenlik Teşkilatı Başkanı Buziyd Durda gibi rejimin sembol isimlerinin de aralarında bulunduğu 37 kişi, 17 Şubat 2011’de başlayan halk ayaklanmasında “gösterileri şiddet kullanarak bastırmak ve göstericileri öldürmek, köy ve şehirleri kuşatma altına almak ve kamu mallarını zarara uğratmak” gibi suçlamalarla yargılanıyordu.

GÜNDEM ANALİZİ /// HAYDAR ÇAKMAK : ABD, Erdoğan’a niçin koltuk çıktı ve Kürt kedisi

Haydar ÇAKMAK

hycakmak

Erdoğan son 2 yıldır görüşmekte zorluk çektiği Obama ile ne oldu da birden ilişkiler düzeldi ve yoğun bir işbirliği safhasına geçildi. Niçin İncirliğin ABD’nin istediği gibi kullanılmasına izin verildi. İncirlik askeri üssü ABD’nin yurt dışında bulunan en donanımlı ve en stratejik birkaç üssünden biridir. Bu nedenle daha önceki hükümetler döneminde de sık sık gündeme gelmiştir. Ama en çok kullanıldığı dönem Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan dönemidir. ABD aslında IŞİD’i bitirmek istemiyor, ayağına dolanmaya başladı. Bölgedeki planlarını sekteye uğratmaya başladı, bu nedenle Türkiye vasıtasıyla cezalandırmak istiyor. Bunun nedeni hem IŞİD’in Türkiye ile ilişkilerini bozmak hem de IŞİD’i sadece kendine bağımlı yaparak kontrol altında tutmak istiyor. ABD niçin IŞID’ten rahatsız oldu sorusu aklınıza gelebilir, çünkü IŞİD, ABD’nin Kürt politikasının gerçekleşmesine engel olmaya başladı, PYD’nin Suriye de, harekat kabiliyetini zayıflatmakta ve Kürt bölgesinin kurulmasına engel olmaktaydı. Bu nedenle gücünün kırılması gerekti. ABD son birkaç yıldır PKK ile ilgili hiç istihbarat paylaşmadığı gibi operasyonlara da izin vermiyordu. Barzani ve Talabani de ABD’den aldığı gazla, hatırlayalım; TSK Kuzey Irak’a giremez, girerse buraları Türklere mezar ederiz, bundan sonra bırakınız Kürt gerillalarını, bir Kürt kedisini bile Türklere vermeyiz diyorlardı. Şimdi ne oldu da Barzani, TSK’nin Kuzey Irak operasyonunu anlayışla karşıladığını ve Türkiye’nin kendisine saldıranlara karşı kendini koruma hakkının olduğunu söylemektedir. Peki ne oldu da bu duruma geldi, hemen söyleyelim, PKK, çok şımardı, Kuzey Irak’ta kendisine bir vatandaş kitlesi oluşturdu. Basın yayın kuruluşları ve açtığı işyerleri vasıtasıyla halk üzerinde yarattığı etki, istihdam ve militanlarıyla Barzani’yi çok korkuttu, ayrıca Barzani için arkaik, feodal benzetmeleri yaparak Barzani’nin halk nezdinde itibarsızlaştırmaya başladılar.

Bu durum hem Barzani hem de bölgede en yakın, en bağımlı ve en iyi müttefikini kaybetmek istemeyen ABD ve İsrail, anlaşarak Erdoğan vasıtasıyla PKK’yı cezalandırmak ve Barzani’yi PKK’dan kurtarmak istemiştir. Erdoğan da erken seçim öncesi kaybettiği milliyetçi oyları toplamak için TSK’ya emir verdi. ABD, Erdoğan’ın bu oyunu bozmaması için havuç ve sopa politikası uygulamaktadır. Havuç olarak Erdoğan’ın en büyük başarısızlıklarından biri olan Suriye politikasına sınırlı da olsa bir destek vermiştir. Güvenli bölge yapılmasına yeşil ışık yakmıştır. Ancak bu yapılıp faaliyete geçinceye kadar çok güvenmemek lazım, zira ABD mültecilerin Türkiye’den gitmelerini istememektedir. Bunun iki nedeni var, birincisi, Suriye toprakların da kurulan uçuşa yasak bir bölgede bulunan mültecilere Birleşmiş Milletler sahip çıkmak zorunda kalacaktır, bu durumda ABD başta olmak üzere batılı ülkeler ellerini ceplerine atmak zorunda kalacaklar, oysaki Türkiye 2,5 milyon insanı yaklaşık 5 yıldır besliyor.

İkinci nedeni ise, Türkiye’nin zor durumda kalması, kaynaklarını bu şekilde çarçur etmesi ve kendilerine bağımlı kalmasıdır. Sopa politikası ise İngiliz gazetesi Guardıant yayınladığı bir yazıda ABD’nin elinde IŞID petrollerini Türkiye’ye sattığıyla ilgili belgeler olduğunu ve İngiliz dış istihbarat servisi MI6’in İstanbul ve Türkiye’nin çeşitli illerinde yaşayan veya bulunan IŞİD militanlarının adreslerini Türk istihbaratına verdiğini yazdı. Bu her şeyden önce, MİT için utanç verici bir durum. İngiliz istihbaratı Türkiye’de MİT’ten daha iyi istihbarat yapmaktadır anlamı çıkar. Erdoğan birçok defa Türkiye’nin hiçbir surette IŞİD petrolünü almadığını ve Türkiye’de radikal İslami örgütlere yataklık ve yardım etmediğini açıklamıştı. Oysa ki ABD kaynakları ellerinde petrol alımıyla ilgili belge olduğunu iddia etmektedir. Bunda ne var diyebilirsiniz, ama bir ülkenin yani Irak’ın milli kaynağı petrolü bir terör örgütü hukuk dışı yollarla çıkartıyor ve bir başka devlette bunu alıyor, bir başka deyişle hırsızlık malı almak gibi bir şey, uluslararası hukukta bu yasaktır ve Erdoğan’ı uluslararası mahkemelerde yargılayabilirler. İkincisi ise daha vahim zira bir terör örgütüne yardım etmek o devletin terörist devlet olarak ilan edilmesine kadar gider, İran, Libya ve Suriye liderlerinin olduğu gibi. Erdoğan hem kendini hem de Türkiye’yi bir çıkmaza sokmuştur.

MİT DOSYASI : El Kaide’nin 2 numarası MİT elemanı çıktı

Suriye’ye silah taşırken yakalanan TIR’lara yönelik soruşturma yürüttüğü için tutuklanan Savcı Özcan Şişman daha önce yapılan bazı El Kaide soruşturmalarında MİT mensuplarının tespit edildiğini belirtti.

Ada­na ve Ha­tay’da Su­ri­ye­’ye ‘si­lah ve mü­him­mat’ ta­şı­yan TI­R’­la­ra yö­ne­lik so­ruş­tur­ma yö­net­ti­ği için tu­tuk­la­nan Cum­hu­ri­yet Sav­cı­sı Öz­can Şiş­man çar­pı­cı açık­lama­lar­da bu­lun­du.

MİT RİCA ETTİ

Şiş­man şun­la­rı söy­le­di: “2012’de Ada­na El Kai­de ope­ras­yo­nu ya­pıl­dı­ğın­da El Nus­ra­’ya ele­man te­min eden, fi­zi­ki ka­yıt­lar­la da tes­pit edi­len bir şah­sın, El Kai­de Tür­ki­ye ya­pı­lan­ma­sı­nın 2 nu­ma­ra­lı is­mi ol­du­ğu tes­pit edil­miş­ti. Bu şa­hıs­la il­gi­li da­ha ön­ce Ada­na 6. Ağır Ce­za Mah­ke­me­si­’n­de yar­gı­la­ma ya­pıl­mış­tı ve mah­kûm ol­muş­tu. MİT, bu dos­ya­da ‘Bu şa­hıs bi­zim ada­mı­mız, be­ra­at et­me­si la­zı­m’ di­ye ri­ca­cı ol­muş­tu. Os­ma­ni­ye El Kai­de ya­pı­lan­ma­sı­na yö­ne­lik ope­ras­yon­da, te­rör ör­gü­tü­ne ele­man te­min et­mek­le gö­rev­li, El-Ka­ide’­nin Su­ri­ye­’de­ki Türk ya­pı­lan­ma­sı ola­rak bi­li­nen ‘Ke­ti­be­tül Tür­k’ gru­bu­nun so­rum­lu­su olan şah­sın, fi­zi­ki iz­le­me­ler sı­ra­sın­da birkaç kez Su­ri­ye­’den Os­ma­ni­ye­’ye gel­di­ği­ni gö­rün­ce, te­rör gö­rev­li­le­ri­ne ‘Bu şah­sı ne­den al­ma­dı­nız’ di­ye sor­dum. TEM gö­rev­li­si ‘bu şah­sın MİT ele­ma­nı ol­du­ğu­nu, bu yüz­den bir iş­lem ya­pıl­ma­dı­ğı­nı­’ an­lat­mış­tı.”

SURUÇ MANİDAR

Şiş­man, Suruç’taki patlama sırasında hiç bir MİT ve em­ni­yet gö­rev­li­si­nin olay ye­rin­de ol­ma­ma­sının ma­ni­dar­ olduğunu söyledi.

EMNİYET’İN HAFIZASI SIFIRLANDI

2012’de KCK’­nın Mer­sin ya­pı­lan­ma­sıy­la il­gi­li so­ruş­tur­ma ya­pıl­dı­ğı­nı ve da­va açıl­dı­ğı­nı ak­ta­ran Öz­can Şiş­man, bu dos­ya­dan yak­la­şık 35 tu­tuk­lu ve 30 ka­dar da hak­la­rın­da ya­ka­la­ma ka­ra­rı olan şüp­he­li ol­du­ğu­nu kay­det­ti. An­cak 2013 yı­lın­da id­di­ana­me bi­le okun­ma­dan mah­ke­me ta­ra­fın­dan tu­tuk­lu­la­rın sa­lı­ve­ril­di­ği­ni ve ya­ka­la­ma ka­rar­la­rı­nın da kal­dı­rıl­dı­ğı­nı kay­det­ti. Şiş­man, KCK hak­kın­da so­ruş­tur­ma yü­rü­tül­me­me­si için ba­kan­lı­ğın bas­kı yap­tı­ğı­nı da be­lirt­ti. Şişman 2013’ten sonra em­ni­ye­tin is­tih­ba­rat ha­fı­za­sının sı­fır­lan­dı­ğını söyledi.

TARİH : MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ İSTİHBARATÇILARINDAN İNGİLİZ KEM AL (AHMET ESAT TOMRUK) (1892?-1966)

Cumhuriyet-048

MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ İSTİHBARATÇILARINDAN İNGİLİZ KEMAL (AHMET ESAT TOMRUK) (1892?-1966)

İngiliz Kemal Kurtuluş Savaşı sırasında, gerek Yunan ve gerekse İngiliz gizli servislerinin elinde bulunan raporları, Ankara’ya bildirerek Türk kuvvetlerinin savaştan başarılı çıkmasını sağlayan ünlü Türk casusudur.

Ahmet Esat Tomruk 1892-93 yılında İstanbul’da Altımermer’de doğdu.[1] Babası Evkaf Nezareti Varidât Kalemi Müdürü Mehmet Raşit Bey, annesi ise Sıdıka Hanım’dır. Mehmet Raşit Bey, eğlence hayatını seven birisi olmasından dolayı, bütün malını mülkünü bu yolda harcamış; geride çocuklarına sadece Bahçekapı’da bir dükkan bırakarak genç yaşta vefat etmiştir. Babası öldüğünde (1897-98) Ahmet Esat beş yaşında yetim kalmıştır.

Babasının vefatından sonra Ahmet Esat, o sırada Hazine-i Hassa Kalemi kâtibi olan dayısı Sezai Bey’in himayesine girmiş, annesi ve dayısı ile birlikte Beyoğlu-Taksim’de Kazancı mahallesinde kiraladıkları evde yaşamaya başlamışlardır. Ahmet Esat, kendini hatırlamaya başladığında artık dayısının himaye ve gözetimi altındadır. Dayısının maddi durumu iyileşince aile Boğaziçi’nde Emirgân’a taşınmıştır. Emirgân kırlarında koşup eğlenmeyi çok seven Ahmet Esat, sporla da çocukluktan itibaren yakınen ilgilenmeye başlamış; ilk spor derslerini de Hariciye müsteşarı olan komşuları Tal’at Bey’den almaya başlamıştır. Tal’at Bey, Ahmet Esat gibi mahallenin çocuklarına yüzme ve yelken dersleri vermiştir. Ahmet Esat’ın hayallerinde ise meşhur bir pehlivan olmak vardır.

Ahmet Esat, ilköğrenimini Emirgan’da tamamladı. Daha sonra dayısı tarafından Galatasaray Lisesine kayd edildi. Galatasaray Lisesi’ne kayd olduğunda okulun müdürü meşhur tarihçi Abdurrahman Şeref Bey’dir. Ders nazırı yani eğitim-öğretimden sorumlu müdür ise, Cemil Bey’dir. Galatasaray Lisesi’ne 679 numara ile kayd edilen Ahmet Esat’a dayısı haftalık olarak da 5 kuruş vermektedir. Galatasaray’a kayd olduğunda sınıfın en küçüğü olduğundan sempatiyle karşılanan Ahmet Esat’ın arkadaşları arasında Ruşen Eşref (Ünaydın), Fuat ve Kemal adlı öğrenciler vardır. Bu arkadaşlarının da kendisi gibi yetim olduğunu öğrenir. Ahmet Esat kendi deyimiyle bu arkadaşlarıyla birlikte okulda adeta bir yetimler birliği kurmuşlardır.

Galatasaray Lisesi’nde parlak bir öğrenci olan Ahmet Esat, özellikle Fransızcasını geliştirmiş; yurt dışından edindiği arkadaşları ile mektuplaşmaya başlamış; yurt dışından adına sık sık mektupların gelmesi dönemin iktidarının ilgisini çekmiş ve hafiyeler tarafından takibe alınmıştır. Hatta bu sırada Fransa’da yayımlanan Mon Dimanche gazetesi kanalıyla, edindiği yabancı arkadaşlarıyla kartpostal mübadelesine de başlar. II. Abdülhamit idaresinin takibinden dolayı Paris’te bulunan Ahmet Rıza Bey’den kendisine gönderilen bir kart, yakın çevresindekilerin haklı olarak endişelenmelerine yol açar. Ahmet Rıza Bey, Galatasaray öğrencisi Ahmet Esat’a gönderdiği kartta; “İstibdadın hür çocukları, sizi tebrik eder; ihtiyatlı olmanızı tavsiye ederim” tarzında bir ifade kullanmıştır. Ahmet Esat bu kartı dayısı Sezai Bey’e gösterince, endişeye kapılan dayısı kartı hemen yok eder. Ayrıca Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenciliği esnasında, öğrenciler arasında yönetime karşı gizli teşkilat kurduğu gerekçesiyle de devamlı gözetim altında tutulmuş; hatta bir ara dönemin hafiyeleri tarafından tutuklanarak Yıldız Sarayı’na götürülmüş; suçsuz olduğu tespit edildikten sonra serbest bırakılmıştır. Ahmet Esat gerek okul içinde, gerekse okul dışında hareketleriyle kabına sığmayan, enerjik, zeki bir çocuk olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı okul idaresi tarafından da deyim yerinde ise, belalı bir tip olarak tanınmıştır.

Ahmet Esat’ın annesi ve dayısı oğullarının hafiyelerin devamlı takibi altında olmasından dolayı endişelenmişler; özellikle dayısı yurt dışına çıkması konusunda yeğenini ikna etmiştir. Yurt dışına, dayısının tanıdığı bir Yahudi simsarın aracığılıyla bir İngiliz vapur kumpanyasıyla irtibata geçilmiş; Ahmet Esat kaçak olarak bu vapura binmiştir. Ahmet Esat muhtemelen 1908 yılında İngiltere’ye gitmiştir. Bu yolculuk esnasında gemi kaptanı ile dostluk kurar ve ona İngilizce baba anlamına gelen "Dad” kelimesiyle hitap eder. Henüz 16 yaşında olan bu kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü sarışın çocuğu, gemi kaptanı da sever ve "Körli” adını verir. Kaptanla Ahmet Esat arasında baba-çocuk ilişkisi başlar. Kaptana, İngiltere’de kimsesi olmadığını ve okumak istediğini anlatır. Londra’da gemiden indikten sonra, kaptanla birlikte evine giden Ahmet Esat, Kaptan’ın karısı Miss Wildim tarafından da sevgiyle karşılanır. Baba olarak hitap ettiği, İngiliz kaptan kendisine her zaman iyi davranmış; ara sıra yaptıkları sohbetlerde ise, ülkesini hiçbir zaman unutmaması gerektiğini hatırlatmış; Ahmet Esat’ın Türkiye’ye ait olduğunu unutmamasını tavsiye etmiştir. Ahmet Esat bu arada İngiltere’de "Navy College”e kayd olur. Galatasaray Lisesi’nde boksa ilgi duymuş, bazı kuralları öğrenmiştir. Navy College’de ise artık profesyonel olarak boks sporu ile ilgilenmeye başlamış; hatta okulda aldığı başarılarla ün kazanmıştır. Ahmet Esat, 1914 yılında Navy College’den mezun olmuştur.

Mezun olduktan sonra İngiltere’de bir müddet kalmış; bu arada Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerini de gezmiştir. İngiltere’de kaldığı yıllarda İngilizce bilgisini çok geliştirmiş; bir İngilizden daha fazla bu dilin ayrıntılarını, gramer kurallarını öğrenmiştir. O kadar ki, İngiliz dilinin her türlü şivesini rahatlıkla konuşabilecek düzeye gelmiştir.

Yurt dışında kaldığı süre zarfında, Batı uygarlığını, Batı insanının hayat tarzını çok yakından incelemiş; daha sonraki hayatında ise, bunları bir bir uygulamaya koymuş; bir Avrupalı gibi yaşamaya dikkat etmiştir. Avrupa’da yaşadığı süre zarfında Avrupa sosyetesi ile birlikte olan, onların meclislerine katılan Ahmet Esat Tomruk, eğlence hayatı ile de yakından ilgilenmiş; Avrupa şehirlerindeki hayatı, çoğunlukla zengin kişilerin devam ettikleri merkezlerde geçmiştir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yaptığı seyahatlerle bilgi ve kültürünü arttırmıştır.

Ahmet Esat Tomruk, Galatasaray Lisesi’nde amatörce, Navy College’de öğrenci iken profesyonelce ilgilendiği boks sporu ile Avrupa’da artık bir profesyonel gibi uğraşmaya başlamış; ringlerde isminden bahsedilir olmuştur. Ahmet Esat Tomruk, 2 Ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı başlayıp, Almanya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi üzerine ülkesine dönmenin daha uygun olacağına kanaat getirerek 1914 yılı Ağustos ayında İstanbul’a dönmüştür. Seferberlik ilan edildiğinden bir müddet sonra Ahmet Esat da Topçu Asteğmeni olarak Çanakkale cephesine sevkedilmiş; V. Ordu karargâhında göreve başlamıştır. Çanakkale cephesinde hastalanan Ahmet Esat’a bir müddet tebdil-i hava verilir ve İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da kaldığı süre zarfında iznini ihlal edince, durum mahkemeye intikal eder; Enver Paşa’nın aracılığıyla kurtulur ve tekrar cepheye gönderilir. Özellikle Çanakkale cephesinden İstanbul’a gizli olarak gelen, İngiliz denizaltıları ile ilişkiler kuran Ahmet Esat Bey, Lawrens adıyla anılan ünlü İngiliz casusunun peşine takılmış, bir müddet onun faaliyetleri hakkında hükümete bilgiler aktarmıştır. Ahmet Esat Tomruk bu arada Büyük Cemal Paşa diye bilinen İttihatçıların meşhur lideri ile de yakın diyalog kurmuş, onun güvendiği kişiler arasında yer almıştır. Çanakkale muharebelerinden sonra İstanbul’a dönünce, yine boks sporuyla ilgilenmeye devam etmiştir. Bu sırada, öğrencilik yıllarından beri fikirlerini kendine yakın bulduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti ile de yakın temasa geçmiştir. Cemiyetin İstanbul şubesinde faaliyette bulunmuştur. Ahmet Esat Tomruk bu arada, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadı tarafından kurulmuş olan ve ülkenin her yanında çeşitli meslek gurubu, cins ve mezhepten insanların görev yaptığı Teşkilat-ı Mahsusa’nın örgütüne kayıt oldu. Teşkilat-ı Mahsusa’da önemli görevleri üstlendi. Ünlü İttihatçılardan Kara Kemal ve Dramalı Rıza Beylerden çetecilik dersleri aldı. Bir ara Kutulammare’de esir edilen İngiliz Generali Tawshen’in yanına haps edilerek ondan gerekli bilgileri almakla görevlendirildi.

Ahmet Esat Tomruk’un Birinci Dünya Savaşı dönemindeki faaliyetleriyle ilgili bilgilerimiz son derece kısıtlı bulunmaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın içerisinde yer aldığı, önemli görevler üstlendiği bir gerçektir. Anılarından öğrendiğimiz kadarıyla, Mütareke Dönemi’ndeki faaliyetleri hakkında bilgiler daha ayrıntılı olarak yansıtılmıştır.

1918 yılında İstanbul’un işgalinden sonra; İngilizler’in şehirdeki baskıları giderek artmıştır. İngilizler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelenlerini tutuklamaya başlamışlar; başkentte adeta bir İngiliz terörü estirilmeye başlanmıştı. Bu sırada İngiliz boksörlerle de ringlerde mücadele edip, başarılar kazanan Ahmet Esat Tomruk; sporcu İngiliz askerlerinin de ilgisini çekmiştir. Hatta bir İngiliz gibi bu dili konuşması; İngilizler tarafından sempati ile karşılanmasına neden olmuştu.

Ahmet Esat Tomruk’un, İngilizler tarafından tutuklanan İttihatçıları kurtarma yolundaki gayretleri ve İngilizlerle yürüttüğü pazarlık bir sonuç vermemiş; bu çabalarından dolayı İngiliz istihbaratı tarafından tutuklanarak Beyoğlu’ndaki İngiliz hapishanesine atılmıştır. Bu hapishanede pek çok işkenceye maruz kalan Ahmet Esat Bey; bir ara firar teşebbüsünde bulunmuş; yabancı bir gemiyle yurtdışına kaçarken Çanakkale Boğazı’nda yapılan arama sırasında yakalanmış ve tekrar İstanbul’a getirilerek hapse atılmıştır. Bir süre sonra da İstanbul’dan alınarak Çanakkale’de bulunan İngiliz Sahra Hapishanesi’ne gönderilmiştir. Orada Hintli Müslüman askerlerle yakın ilişkiye girmiş; onların sempatisini kazanmış; bir müddet sonra da buradan kaçmayı başarmıştır.

Ahmet Esat Bey, İngiliz Sahra Hapishanesi’nden kaçtıktan sonra karşı kıyıya geçmiş; uzun bir gece yürüyüşünden sonra Lapseki kasabasına varmış; rast geldiği köylerde karnını doyurarak, hırpani bir kıyafet içerisinde Biga’da Kuva-yı Milliyecilere sığınmıştır. Bir süre sonra oradaki milislerle yakın diyalog kurmuş; onlara başından geçenleri anlatarak kendini de tanıtmıştır. Ahmet Esat Bey, Biga’da kaldığı süre içinde burada bulunan Kuva-yı Milliye gruplarını ve halkın genel psikolojisini de yakından tanıma fırsatı bulmuştur.

Biga yöresinde Kuva-yı Milliye ile temasa geçtikten sonra 61. Tümen Komutanı Albay Kâzım (Özalp) Bey ile de tanışan Ahmet Esat Bey, mükemmel İngilizcesi sayesinde kendisine verilen özel görevlerde Amerikalı gazeteci kimliğine bürünerek gerekli bilgileri toplamayı başarmıştır.[2] Davranışları ve konuşma tarzı, fiziksel görüntüsü tıpatıp bir İngilize benzeyen Ahmet Esat Bey; Biga yöresi Kuva-yı Milliyecileri tarafından "İngiliz Kemal” adıyla anılmaya başlanmıştır. Ahmet Esat Bey, ise kendine bu teklifi yaptıklarında lakap adı olarak çok sevdiği boksörlerden Kemal (Bikof) Bey’in ismini almak istediğini belirtmiştir. Öte yandan ölümünden sonra gazetelerde yayınlanan bilgilerde ise bu ismin kendisine Atatürk tarafından verildiği yorumu yapılmıştır. Ahmet Esat Tomruk anılarında, Biga bölgesindeki Kuva-yı Milliyecilerin bu ismi kendisine layık gördüklerini belirtir. 1919 yılından itibaren Ahmet Esat Bey, artık İngiliz Kemal olarak anılmaya başlanacaktır. İngilizcenin her türlü aksanını rahatlıkla konuşan Esat Tomruk, sarışın, mavi gözlü biri olmasından dolayı siması ile de adeta bir İngilizi andırmaktadır. İngiliz Kemal, Balıkesir bölgesinde Anzavur ve Gâvur İmam’la yapılan mücadelelerde aktif olarak görev yapmıştır. Özellikle Anzavur’la, Amerikalı gazeteci kimliğine bürünerek Bandırma’da yaptığı mülakat ve aldığı bilgiler Albay Kâzım Bey için son derece önemli idi. Nitekim bu bilgiler değerlendirilerek Anzavur’a karşı yürütülecek politika belirlenmiştir.

Yunan ileri harekâtı başlayınca Balıkesir bölgesinden Bursa’ya oradan da Eskişehir üzerinden Ankara’ya ulaşan İngiliz Kemal; Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey, Müdafaa-i Milliye Vekili Fevzi Paşa tarafından da kabul edilmiştir. Yapılan bu görüşmeden sonra, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Rumca bildiği de dikkate alınarak Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Şubesi’nde görevlendirilmiştir. Artık bundan böyle Ahmet Esat Bey, Genelkurmay Başkanlığı’nın bir istihbarat memurudur. Ahmet Esat Bey, Genelkurmay karargâhında kendisine görev verildikten sonra, Albay İsmet Bey’in huzuruna çıkarılmıştır. Anılarından öğrendiğimize göre, İsmet Paşa, karşısına oturttuğu Ahmet Esat Bey’e masada duran tabanca, bayrak ve Kur’an-ı Kerim üzerine elini koydurarak, "İcap ederse vatanı için canını feda etmekten kaçmayacağına dair” sadakat yemini ettirmiştir. Ahmet Esat Bey, anılarında, her an ölümün yakın olduğu bir yolun yolcusu olarak büyük bir gururla bu vatan görevini kabul ettiğini ifade eder. Ahmet Esat Bey’e Genelkurmay tarafından verilen görev, Yunan ordusu karargâhına girip gerekli bilgileri toplamak; bu bilgileri vakit kaybetmeden Ankara hükümetine aktarmak idi.

Ahmet Esat Bey görevini öğrendikten sonra, Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile vedalaşarak Ankara’dan ayrılır. Hedefi, İzmir’deki Yunan ordusu karargâhıdır. Artık hedefe ulaşmak üzere gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yola çıkar. Kara yoluyla Antalya’ya giden Ahmet Esat Bey, orada Amerikalı gazeteci Herri Williy kimliğine bürünerek gerekli belgeleri, pasaport vesaireyi de Trablusgarplı Sait takma adıyla İtalyan Konsolosluğu’ndan temin ettikten sonra Antalya’daki Hidiviye kumpanyası vapurlarından birine binerek Rodos’a geçer; Rodos’ta kendini Amerikalı gazeteci ve sinema muhabiri olarak tanıtır. O sırada Rodos’ta bulunan İzmirli Musevilerden tüccar Zaharof ile tanışır. Zaharof kendisine tercümanlık yapar. Rodos kumarhanelerinde bir gecede çeşitli oyun hileleriyle kazandığı 45.000 frank ile kendi deyimiyle İzmir’deki vatan görevine başlar.

Ahmet Esat Bey’in İzmir’deki hayatı bonkör bir Amerikalı gibi geçmiş; İzmir’in ileri gelen gayr-ı müslimleri ve Yunan subayları tarafından gıpta edilen bir kişi olarak görülmüştür. Kısa sürede gece hayatının aranan siması olan Ahmet Esat Bey, üst düzey Yunan subaylarıyla da samimiyetini arttırmış; hatta onların en gizli toplantılarına dahi katılmış; aldığı bilgileri İzmir’de kendisi gibi görevli bulunan Uşaklı Alaattin (Tiritoğlu) vasıtasıyla Antalya mutasarrıfı Aşir Bey’e aktarmıştır. Aşir Bey de aldığı bilgileri Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya günü gününe iletmiştir.

Ahmet Esat Bey (İngiliz Kemal), bu arada Yunan ordusu başkomutanı Papulas ile de gazeteci kimliğiyle mülakat yapmış; Yunan kralının Anadolu’ya yapacağı ziyareti takip edecek gazeteciler arasında yer almıştır.

Çerkez Ethem’in Yunan ordusuna sığındığı sırada Ethem’in adamları tarafından Yunanlılara ispiyon edilen Ahmet Esat Bey, kısa sürede Yunan makamları tarafından yakalanmıştır. Bir süre sanra Yunanlılar tarafından divan-ı harbe verilmiş; fakat o bu tutukluluk dönemi esnasında hiçbir şekilde Türkçe konuşmayarak kimliğinin meçhul kalmasını sağlamıştır. Hatta, Yunanlı hakimler bile onun Amerikalı olduğuna kanaat getirmişlerdir. Ahmet Esat Bey, bilahare İzmir’deki hapishaneden Yunanistan’a nakledilmiş; bir süre Atina’daki hapishanelerde kalmış; Yunan hapishanelerinde çok sıkıntılı günler geçirmiş; bir yolunu bularak Atina’daki hapishaneden kaçmayı başarmıştır.

Ahmet Esat Bey, parasız pulsuz bir şekilde Atina hapishanesinden kaçmış; el becerileri konusunda mahir biri olduğundan caddede dalgın şekilde dolaşan bir Rumdan çarptığı bir miktar para ile bir Fransız şilebine kaçak olarak binip İzmir’e gelmiştir. İzmir’e geldiği sırada Türk orduları, Yunanlıları denize dökmüş; bütün ordu karargâhı Bornova’da konuşlandırılmış durumda idi. Ahmet Esat Bey, bu sırada Genelkurmay karargâhına uğrayıp Fevzi Paşa ile görüşmüş, başından geçenleri anlatmış; kendisine onbeş gün kadar istirahat verilmiştir. Bu süre zarfında İzmir’i dolaşmış; birkaç ay evvel işgal altındaki İzmir’de geçen hatıralarını bir bir gözünde canlandırmıştır. Bu arada İzmir’de Balıkesir’den tanıdığı eski arkadaşları Albay Kazım (Özalp) Paşa, Vasıf (Çınar) Bey, Necati Bey ve Hüsnü Beylerle buluşur. Bir süre sonra da Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilir. Başkomutan, hal hatırını sorduktan sonra Ahmet Esat Bey’in maceralarını dinler. Ahmet Esat Bey, bu arada Kâzım Paşa’nın kendisine verdiği 10 altın lira ile giyim kuşamını düzeltir, ihtiyaçlarını giderir.

Kendisine bu arada bir müddet Genelkurmay tarafından istirahat verilmiştir. Bir süre sonra tekrar Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile Fevzi Paşa’nın huzuruna davet edilmiştir. Bu defaki görevi ise Batı Trakya’dadır. Ahmet Esat Bey, Sofya üzerinden Bulgaristan’ın Rodofsk kasabasından geçerek Batı Trakya’ya girer. Batı Trakya’da ise o sırada Yunan ordusunun hizmetinde bulunan Ermeni generali Antranik’in karargâhının bulunduğu Gümilcine’ye gider. Kendisini yine Amerikalı gazeteci olarak tanıtır. O sırada Amerika’ya gitme sevdasında olan Agop adlı bir Ermeni ile dostluk kurarak, bu Ermeni gencinin aracılığıyla General Antranik’in yakınına ulaşır; gerekli bilgileri toplar. Görevi bittikten sonra tekrar Sofya’ya döner. Sofya’da bulunan TBMM hükümeti elçilik başkatibi Numan (Menemencioğlu) Bey ile de görüşür. Ahmet Esat Bey böylece bu görevini de başarıyla tamamlayıp Ankara’ya döner. Kendisi bu görevi hakkında fazla bilgi vermez; kanaatimizce Trakya’nın Türk orduları tarafından geri alınması hususuyla ilgili olması muhtemeldir.

Ahmet Esat Bey, 1924 yılında Genelkurmay’daki istihbarat görevinden ayrılmış; Milli Mücadele dönemini içeren anılarını yazıp yayınlamıştır. Ahmet Esat Bey, başkente dönünce kendi deyimiyle "herkesin cemaziyelevvelini (gizli saklısını) bildiğinden”, kendisinden çekinilen bir kişi olmuştur. Hakkında türlü türlü dedikodular çıkarırlar. Kimi Vahdettin yanlısı, hilafet yanlısı, kimi de hanedan üyesi gibi göstermeye çalışır. Bütün bu dedikodulara kulak asmayan Ahmet Esat Bey, İstanbul’a yerleşir. Dört yabancı dil bildiğinden tercümanlık yapmaya başlar; bazen de turizm rehberliği gibi işlerle uğraşır. Bu arada 1932 yılına kadar da hafif sıklet boks şampiyonluğunu kimseye bırakmaz. 1932 yılında boksu bırakır. Yüzme ve yelken sporuyla ise, yaşlılık dönemine kadar devam eder. Ahmet Esat Bey’e soyadı kanunu ile boks sporundaki başarısı ve vurduğu sert yumruklardan dolayı "Tomruk” soyadı verilmiştir.

Ahmet Esat Bey, II. Dünya Savaşı çıkınca tekrar aranan bir kişi olur. Balkan ülkeleriyle Avrupa ülkelerininde Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir istihbarat görevlisi olarak çalışmış; topladığı bilgileri Ankara’ya göndermiştir. Savaş bitince tekrar ülkeye geri dönmüş, hayatını yine İstanbul’da sürdürmüştür.

Türkiye’ye döndükten sonra, bir müddet Anadolu Ajansı’nda görev yapan Esat Tomruk’un, bu görevine ait Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü ve arşivinde yaptığımız araştırmada, -arşivin 1945 yıllarında yandığından ve 1945 yılı öncesine ait bütün belgeler kül olduğundan- her hangi bir bilgiye ulaşamamıştır.

Ahmet Esat Tomruk uzun yıllar İstanbul Hilton Oteli’nin baştercümanlığını yapmış; fırsat buldukça da turist kafilelerine rehberlik ederek İstanbul’u tanıtmıştır. Ahmet Esat Tomruk bundan sonra hayatının büyük bölümünü İstanbul’da geçirmiştir. Ömrünün sonlarına doğru büyük sıkıntılar içerisine düşmüş; Emekli Sandığı’na yaptığı müracaat sonunda Vatana Hizmet Tertibi’nden, kendisine aylık 500 lira verilmesi kararlaştırılmıştır. 26 Haziran 1964 tarihinde kabul edilen kanunda şu maddelere yer verilerek kendisine maaş bağlandığı belirtilmekte idi:

"Md. 1. Millî Mücadele kahramanlarından olup, fevkalade hizmetleri görülen İngiliz Kemal namiyle maruf Ahmet Esat Tomruk’a hayatta bulunduğu müddetçe Vatana Hizmet Tertibinden 500 lira aylık bağlanmıştır.

Md. 2. Bu kanun yayımını takip eden ay başından itibaren yürürlüğe girer.

Md. 3. Bu kanun hükümlerini Maliye Bakanlığı yürütür.”[3]

Bu durum Resmi Gazete’nin 11748 tarihli sayısında da yayınlanarak, Esat Tomruk’a maaş bağlandığı ilan edilmiştir.

Resmî Gazete’de de yayınlanmasının ardından 1964 yılı Temmuz ayından itibaren Vatana Hizmet Tertibi’nden maaş alması gerekirken, bürokratik engeller ve aksamalarla karşılaşmıştır. Bu aksaklıklar, Esat Tomruk’un 27 Ağustos 1964 tarihinde Maliye Bakanlığı’na bir telgraf yazmasına ve bu durumu hatırlatmasına neden olmuştur. Esat Tomruk, Maliye Bakanlığı’na yazdığı telgrafta şunları dile getiriyordu: "Hıdemat-ı Vataniye faslından maaş bağlandığı halde şimdiye kadar buna mazhar olamadım; rahatsız ve perişan haldeyim. İlgililere emrin acele gönderilmesini rica ederim. Kuloğlu Sk. No: 12 S.O.S. Apt. İngiliz Kemal”[4]

Esat Tomruk’un yukarıda yazılı olan telgrafını alan Maliye Bakanlığı Emekli İşlemleri Daire Başkanlığı 9 Eylül 1964’te hemen Esat Tomruk’a bir telgraf yazarak, Vatana Hizmet Tertibi’nden maaş alabilmesi için resmî senet düzenlendiği bunun için de doğru ikametgah adresini bildirmesini istemiştir. Birkaç gün sonra Esat Tomruk, el yazısıyla kendi adresini yazıp 15 Eylül 1964 tarihinde Bakanlığa müracaatını yapmıştır.[5] Bakanlığa yapılan bu müracaatın ertesi günü, yani 16 Eylül tarihli yazıda Emekli İşleri Dairesi, ayda 500 lira verilmesi hususunu onaylamış ve Esat Tomruk’a bir resmi belge verilmesini kabul etmiştir. Yazışmaların bitmesini müteakip Ekim ayından itibaren Esat Tomruk, Vatana Hizmet Tertibi’nden 64. sırada maaş almaya başlamış; aylık olarak da 500 lira tespit olunmuş; ve 1 Mart 1963 tarihinden başlamak üzere öncekileri de topluca almıştır. Vatana Hizmet Tertibi’nden verilen maaşlar kanuna göre zamma tabi tutulmazken bir yanlışlık eseri olarak Esat Tomruk’un bir müddet zamlı maaş aldığı ve bu alınanların ölümünden sonra geri ödenmesi konusunun gündeme geldiği, fakat bakanlığın bilahare bunu geri istemekten vazgeçtiğini de belgelerden takip etmekteyiz.

İlk eşi Mevhibe Hanım’dan basında çıkan haberlere göre Günseli adında bir kızı olduğu[6] belirtilen Ahmet Esat Tomruk, bu eşinden ayrıldıktan sonra 11 Şubat 1943 yılında Dorothy Minnic adlı bir İngiliz aktrisle evlenmiştir. Bu arada İstanbul Beyoğlu Nüfus Müdürlüğü’nden temin ettiğimiz nüfus kaydında ise, Ahmet Esat Tomruk’un çocuğu olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır.[7] Kanaatimizce nüfus kaydı sonraki tarihlerde düzenlediğinden çocuklarına ait bir kayıt yer almamaktadır. Ahmet Esat Tomruk, kabına sığmayan biri olduğundan bir süre sonra da, İngiliz asıllı eşi Mrs. Dorothy ile de aralarında geçimsizlik baş gösterecektir. Gerçi eşinden resmen ayrılmasa da ömrünün son yıllarına doğru ayrı yaşamaya başlamışlardır. Hayatının son yıllarını Beyoğlu’nda Kuloğlu Sokak S.O.S Apartmanı’ndaki 3 numaralı dairede geçiren Ahmet Esat Tomruk, 1964 yılında kısmi felç geçirmiştir. Felç tedavisi amacıyla kaldırıldığı hastahanelerde de durmak istemeyen ve ilk fırsatta kaçmaya çalışan Ahmet Esat Bey, 9 Şubat 1966 tarihinde beyin kanaması geçirmiş ve Fransız Pastör Hastahanesi’ne kaldırılmıştır. Arkadaşları tarafından hastahaneye götürülürken, "benim gibi bir adam ölmemeli. Fakat bu fırtınalı hayatın sonu her halde kötüye gidiyor” dediği duyulmuştur.[8] Fransız hastahanesinde beş gün komada kalan bu ünlü Türk casusu, 14 Şubat 1966 tarihinde sabaha karşı vefat etmiştir. Nüfus kayıt örneği ile birlikte elde edilen bilgilere göre kalp krizi neticesinde ölmüştür. İlk eşi Mevhibe Hanım’dan doğma kızı Günseli, nikahlı eşi Mrs. Dorothy ve İstanbul halkının katılımı ile 17 Şubat 1966 tarihinde Şişli Camii’nde kılınan ikindi namazından sonra Emirgan’daki aile mezarlığına defn edilmiştir.

İngiliz Kemal müstear ismiyle Türk İstiklâl Harbi döneminde büyük hizmetlerde bulunan bu ünlü Türk casusu, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Rumca dillerini biliyordu. Kırmızı şeritli "İstiklal Madalyası”nı kimsenin ceraset bile edemediği zorlukların üstesinden gelerek hakkıyla kazanan ve bizzat Atatürk’ten bu madalyayı alan Ahmet Esat Tomruk, "Yacth Club London”, "Racing Club Southampton”, "National Sporting Club” ve "British Travel Asso” teşekküllerinin üyesi idi. Ahmet Esat Tomruk, profesyonel olarak boks sporu ile uğraşmış ve 1916-1932 yılları arasında hafif sıklet boks şampiyonluğunu korumuştur. Yüzme ve yelken sporlarıyla da ilgilenmiştir. İstiklal Harbi ve sonraki dönemde yaptıklarıyla Türk kamuoyunda silinmez izler bırakan Ahmet Esat Tomruk, deyimlerimize dahi konu olmuş; zeki birini tarif ederken "İngiliz Kemal gibi zeki adam” deyiminin çıkmasına neden olmuştur.

Esat Tomruk, öğrencilik ve gençlik dönemi ile Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemine[9] ait hatıralarını Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’da neşretmiştir.[10] Daha sonraları (1940-50 yıllarında) yazar Recai Sanay, Ahmet Esat Tomruk’u konuşturarak hayatının çeşitli dönemlerini kendi üslubunu da katarak romanlaştırmış ve İstanbul’da bulunan Nebioğlu matbaasında yayınlamış; bu eserler kamuoyunda adeta kapışılmış, birkaç baskısı yapılmıştır. Recai Sanay tarafından kaleme alınan İngiliz Kemal Serisi olarak tarihi romanların arasına katılan eserler şunlardır:

1. Türk Casusu İngiliz Kemal İstiklal Harbi’nde c. I, c. II

2. Türk Casusu İngiliz Kemal Yunan Zindanlarında,

3. Türk Casusu İngiliz Kemal II. Dünya Harbi’nde,

4. Türk Casusu İngiliz Kemal Lawrens ile Karşı Karşıya,

5. İngiliz Kemal Yakınşark İhtilalcileri Arasında,

6. İngiliz Kemal Kıbrıs Muamması Peşinde.

Bunların dışında İngiliz Kemal’in Kurtuluş Savaşı dönemindeki faaliyetlerini konu alan ve kendisi tarafından hazırlanmış olan hatıraları da bir değerlendirmeye tabi tutularak yayımlanmıştır.[11]

Dr. Zekeriya TÜRKMEN

Araştırmacı / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 213-218

Dipnotlar:

[1] Ahmet Esat Tomruk’un doğum tarihi ihtilaflıdır. Ansiklopedilerde verilen bilgiler ise son derece yetersizdir. Yazar Recai Sanay, Esat Tomruk hayatta iken bizzat kendisinden dinleyerek kaleme aldığı anılarında 1887 yılında doğduğunu belirtir. Bk., Recai Sanay, Türk Casusu İngiliz Kemal İstiklal Harbi’nde, c. I, İstanbul Tarihsiz (Muhtemelen 1947). Esat Tomruk’un ölümü üzerine gazetelerde çıkan kısa özgeçmişlere bakıldığında bir kısmı 70 yaşında, bir kısmı da 73 yaşında vefat ettiğini yazar. Bk., Milliyet, 16 Şubat 1966; Cumhuriyet, 16 Şubat 1966.

[2] Kâzım Özalp, Milli Mücadele dönemiyle ilgili kaleme aldığı eserinde İngiliz Kemal’e de birkaç sayfa ayırarak yaptığı faaliyetleri özetlemiştir. Bk., Kâzım Özalp, Millî Mücadele 1919-1922, c. I, Ankara 1988, s. 81-114.

[3] T. C. Emekli Sandığı Arşivi nr: VH 000592, Esat Tomruk (İngiliz Kemal Dosyası).

[4] T. C. Emekli Sandığı Arşivi nr: VH 000592. Esat Tomruk (İngiliz Kemal Dosyası).

[5] Esat Tomruk bu telgrafında adresini şu şekilde yazmıştır: Kuloğlu Sk. No: 12, S. O. S Apt. Beyoğlu/İstanbul. Bk., T. C. Emekli Sandığı Arşivi, aynı dosya.

[6] Ahmet Esat Bey’in nüfus tezkiresinde çocuğu olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır (Y.N).

[7] İstanbul-Beyoğlu Nüfus Müdürlüğü’ne 25 Haziran 1999 tarihli müracaatımızın sonunda Ahmet Esat Tomruk’un nüfus bilgilerini içeren bir belge gönderilmiştir. Bu belgede İngiliz Kemal’in kendisi ve İngiliz asıllı eşine ait bilgiler mevcut olup başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bu belgeye göre Ahmet Esat Tomruk, İstanbul ili Beyoğlu ilçesi Hüseyinağa mahallesi nüfusuna cilt: 0018, kütük: 0023 numara ile kayıtlı bulunmaktadır. Yine bu belgeye göre Esat Tomruk’un çocuğu olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır.

[8] Cumhuriyet, 16 Şubat 1966.

[9] Arşivlerimizde İngiliz Kemal’in faaliyetleriyle ilgili pek çok belgenin bulunması muhtemeldir. Nitekim bu belgelerin bir kısmı hâlâ tasnif edilmektedir. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi’nde bununla ilgili belgeler mevcuttur. Tasnif çalışmaları bitince bunlar da değerlendirilecektir.

[10] İngiliz Kemal’in, K. Esat rumuzuyla bizzat kendisinin, İstanbul’da 1340 (1924) yılında “İşgal ve Mücadele Senelerinde Bir İstanbul Gencinin Yaptıkları” adıyla yayınladığı, yalın anlatımı olan, başka bir yazarın katkı ve fikirlerini içermeyen hatıralardır. Esat Tomruk, bu eserini 1340-1344 yılında İstanbul’da Yeni Matbaa (Babıali Caddesi, Reşit Efendi Hanı) kitap olarak neşretmiştir.

[11] Bk., Zekeriya Türkmen, İngiliz Kemal: Ahmet Esat Tomruk, Millî Mücadele Dönemi Hatıraları, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2000.

TARİH /// ORTA ASYA’DA 1924 SINIR DÜZENLEMELERİ : MODERN SINIR İ LİŞKİLERİNİN TARİHİ BOYUTLARI

Turk_Dunyasi-048

ORTA ASYA’DA 1924 SINIR DÜZENLEMELERİ: MODERN SINIR İLİŞKİLERİNİN TARİHİ BOYUTLARI

Giriş

Ulusal birleşme, kültürel bir topluluğun sınırlarını şekillendirdiği, ulusal emeller oluşturup bunları gerçekleştirmek için araçlar edindiği bir süreçtir. Tipik tarihsel gelişim içerisinde ulusal birleşme süreci, insanlardan ulusa ve oradan da devlete doğru bir seyir izler. Bu sıralama takip edilirse, devlet kurumları halkın toplam tercihleri ile üst düzeyde uyum sağlar ve bu nedenle yüksek düzeyde siyasal meşruiyete sahip olur. Fakat Orta Asya devletleri, ulusal birleşme sürecinin bu örnek modelini takip etmediler. Modern Orta Asya devleti, Marksist-Leninist ideoloji ve Sovyet yönetiminin tarihsel ürünüdür. Bu makale, Orta Asya’nın siyasi-idari sınırlarının tarihini, bu sınırların güncel siyasi önemi açısından anlatır.

1990 yazında Alma-Ata’da yapılan ve kendisinden çok bahsedilen "zirve toplantısı”nın hemen sonrasında, beş Orta Asya cumhuriyetinin cumhurbaşkanları alışılmışın dışında ve oldukça aydınlatıcı bir resmi bildiri yayınladı. Bu belgenin ilk satırları, Orta Asya halklarının çok büyük ve güçlü birliğini övmekteydi. Bildiri, sitayışle, Orta Asya cumhuriyetlerinin coğrafyaları, birbiri ile alakalı ekonomileri ve ortak değerlerinin yakın "aile ilişkisi”, gelenekleri ve diğer kültürel âdetleri vasıtasıyla birbirlerine kenetlenmiş oldukları görüşünü belirtti. Fakat bildiri, Orta Asya devletlerinin çıkarları ve geçmişlerinin ortaklığının altını çizmekle birlikte, Orta Asya cumhuriyetlerinin mevcut sınırlarının "dokunulamaz” ve diğer cumhuriyetlerin rızası olmaksızın "kimsenin arzusu” ile değiştirilemez olduğunu da resmiyetin dışına çıkarak ekledi.[1]

Bu görünüşte birbiri ile uyuşmayan iki ifade arasındaki tezat, Orta Asya’nın günümüzdeki en önemli sorununa ilişkin tam bir rahatlama sağlayacak biçimde formülleştirilmiştir.[2] Bir taraftan Orta Asya cumhuriyetlerinin liderleri, Orta Asya’nın temel kültürel birliğini tanımaya hazır ve hatta istekli idiler. Diğer taraftan liderlerden hiçbiri, Sovyet döneminde kabul edilen siyasi-idari sınırların, Orta Asya halkları arasındaki bölünmeleri kuvvetlendirici bir etkiye sahip olduğunu prensipte bile olsa kabullenmeye hazır değildi. Orta Asya’nın Türk halklarının "biz bir bütünüz” ve "biz farklı halklarız” yönleri arasındaki tezat, Orta Asya’nın geleceği hakkında iki önemli soruyu ortaya atar. Hangi siyasi kurumlar Orta Asya halklarının gerçek çıkarlarını temsil eder? Hangi siyasi ya da fikirleri şekillendiren yapılara Orta Asya’nın Türk halkları asıl yükümlülüklerini, bağlılıklarını ve sadakatlerini borçludurlar?

Bu sorular 1991’de Sovyetler Birliği dağıldığında siyasi gündemin başında yer alıyordu. On yıl sonra, temelde Sovyet döneminin siyasi-idari bölünmelerini olduğu gibi korumuş olan bölge hükümetleri bu sorularla yeniden ilgilenmeye çalıştıkları zaman -diğer bir deyişle, ayrılıkçı, kaybettikleri toprakları geri almak isteyen, Pantürkist, Panislamist hareketlerin yönelttiği meydan okumaya karşı koyarken- bu sorular siyasi gündemin başında yer almaya devam etti.[3] Orta Asyalı devrimciler, amaçlarının Sovyet döneminin gayrimeşru kalıntıları olarak değerlendirdikleri Orta Asya hükümetlerinin tamamını ortadan kaldırmak ve yerine Orta Asya’nın tamamında yaşayan müslümanları birleştirecek bir İslami Halifelik kurmak olduğunu belirtirler.[4] Söz konusu olan, Orta Asya’nın İslam hilali boyunca -batıda Çeçenistan’dan doğuda Sincan’a kadar uzanan alanda- kalpleri ve zihinleri kazanma çekişmesidir.[5]

Risk edilen çıkarlar büyüktür. Orta Asya 21. yüzyılın başlıca ticaret yolları üzerinde yer alan bir kavşaktır. Bölge petrol ve maden kaynakları açısından zengindir. Orta Asya aynı zamanda, 21. yüzyılın en acil devlet politikası sorunlarından birinin -Afganistan Sorunu- çözümünde anahtar bölge olabilir. Afganistan’dan uyuşturucu maddeler ve terörist ideolojilerin ihracından kaygı duymaları nedeniyle, Orta Asya’daki siyasi dinamikler, Orta Doğu ve Körfez bölgesinin güçleri yanında Asya’nın, Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın büyük güçlerinin de ilgisini çekmiştir.[6] Önümüzdeki on yıllarda Orta Asya, Rusya’nın düşüşe geçtiği ve Çin ile Hindistan’ın ilerlediği bir dönemde yükselen ve düşen Büyük Güçler tarafından yönlendirilen coğrafi değişimin dayanak noktası olabilecek bir bölgedir.[7] Orta Asya’da siyasi kimlikler ile siyasi yapılar arasındaki ilişki meselesinin önemli tarihsel boyutları vardır.

Ulusal Birleşme ve Orta Asya

En azından Fransız Devrimi’nden bu yana, Batı Avrupa ülkelerinde halkın bağlılıklarını yönelttikleri asıl yer "ulus” olmuştur. Uluslar doğal topluluklar olabilir, fakat her zaman ulus biçiminde var olmamışlardır.[8] Uluslar normalde, "ulusal birleşme” olarak adlandırılabilecek bir dizi aşamadan geçerek ortaya çıkarlar. Bu, kültürel bir topluluğun sınırlarını şekillendirdiği, amaçlarını geliştirdiği ve bunlara göre hareket ettiği ve bu amaçları gerçekleştirmek için araçlar edindiği bir süreçtir. Ulusal birleşme, kültürel bir topluluğu ulusa -diğer bir ifadeyle ulus-devlet biçiminde kendini yöneten veya yönetmeyi arzu eden bir siyasal topluluğa- dönüştüren bir süreçtir. Ulusal birleşme her ne kadar dış kuvvetler tarafından nerede ise her zaman hızlandırılmışsa da, temelde iç kuvvetlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Tipik tarihsel gelişim içerisinde ulusal bütünleşme süreci bir "halktan” bir "ulusa”, oradan da bir "devlete” biçiminde ifade edilebilecek bir seyir izler. Bu sıra takip edilirse, devlet kurumları halkın toplam tercihleri ile üst düzeyde uyum sağlar ve bu nedenle yüksek düzeyde siyasal meşruiyete sahip olur. Milliyetçilik, halk tercihlerinin ulus aşamasından devlet aşamasına geçiş lehine harekete geçirilmesidir. Milliyetçilik, "dünyada devletleri başlıca ideolojik meşrulaştırıcı ve gayrimeşrulaştırıcı” olması nedeniyle kesinlikle önemlidir.[9] Bir devleti meşrulaştırmanın diğer yolları da mevcuttur, fakat hiçbiri ulusal duyarlılık kadar yaygın ve dayanıklı görünmemektedir.

Orta Asya devletleri, ulusal birleşme sürecinin örnek modelini takip etmediler. Modern Orta Asya’da devletlerin yapısı ve sınırların çizilmesi, bu sınırların dışarıdan belirlenmiş ve kabul ettirilmiş olmaları bakımından Afrika, Asya ve Orta Doğu devletlerinin çoğu ile benzerlik arz eder. Bununla birlikte, Orta Asya ve belirtilen diğer bölgeler arasında önemli biçim farklılıkları mevcuttur. Sömürge dünyanın çoğunda sömürgeci siyasi otoritenin kurulması ve sürdürülmesi, ülkesel sınırların çizilmesine neden olmuştu. Fakat, bu sınırların etnografik sınırlarla uyumlu olacak biçimde yapılandırılması için hiçbir zorlayıcı neden yoktu. Sömürgeci patronların, bundan kaçınmaları için gerçekten çok sayıda pratik nedenleri vardı. Ulusal birleşmenin tarihsel seyri bakış açısından ise bu sınır belirlemeleri tamamen yapaydı.

Orta Asya’daki durum özünde farklılık gösterir, çünkü burada ülkesel sınırlar sadece yapay olmakla kalmayıp, geçici sınırlar olmaları niyetiyle çizilmişlerdi. Sovyet Devleti’nin baş mimarı Vladimir Lenin, yukarıda sunulan ulusal birleşme süreci tarifini belki de kabul edebilirdi. Yine de ona iki görüş ekleyebilirdi: a) Ulusal birleşme ekonomik ilişkilerin bir sonucudur, b) Sosyalizme doğru gidiş döneminde uluslar, halkın bağlılığının odağı olmaktan çıkacaklardır. Lenin ulusların, gelişmenin kapitalist aşamasına özgü sosyal yapılar olduğu görüşündeydi. Sosyalizmin gelişmesi ile birlikte sınıfın öneminin, ulusların yerini alacağını düşündü.

Diğer taraftan Lenin milliyetçiliğin genel kabul gördüğü ve güçlü olduğu, dolayısıyla önemli olduğunu da anlamıştı. Lenin, tamamen pratik bir ödün olarak, ulusal gruplara "otonomi”, "kendi kendilerini yönetme” ve "ulusal devlet olma” izninin verilmesi fikrini kabul etti. Lenin’in genel planı, Sovyet yönetim sistemi içinde federal haklar vermek suretiyle ulusları tanımaktı.[10] Fakat, sosyalizmin gelişmesi ile birlikte, ulusun kendi kendini yönetmesi isteğinin zayıflayacağı biçiminde açık bir istisna mevcuttu.

Fakat, Bolşevikler dikkatlerini Orta Asya’ya çevirdikleri zaman, "Leninci milliyetçilik teorisinin” oradaki duruma pek uymadığını gördüler. Ulusların kendilerinin orada var olmadığını anladılar.[11] Toplumsal yapı, uluslar, sınıflar, krallıklar ve cumhuriyetler şeklinde değil; kabileler, oymaklar, emirler ve feodal beylikler şeklinde örgütlenmişti. Bu nedenle Lenin ulusal birleşme sürecinin mantığının değiştirilmesi gerektiğini düşündü. Lenin, sosyalist Rusya’nın Avrupalı bölgelerinde hakim olacağını varsaydığı "halk-ulus-devlet-proleterya” sıralamasını, Orta Asya’nın şartlarına uygun olması için tersine çevirdi. Onun yerine, "devlet-millet-proleterya” şeklinde bir sıralama önerdi. Eğer ulusal bilinç oluşmamışsa, "plan icabı kurulmuş devletler” onu oluşturabilirdi.[12] Bu "plan icabı kurulmuş devletler” milliyetçiliği ve ulusal bütünleşmeyi teşvik edebilir ve daha sonra, gerçek sosyalizmin ortaya çıkışı ve proleter işçi sınıfının gelişmesiyle birlikte bu devletlerin varlıkları, proleterya diktatörlüğünün enternasyonel hale getirici gücü altında son bulabilirdi. Bu nedenle Bolşevikler, zamanı gelince ortadan kaldırmak niyetiyle Orta Asya’da uluslar oluşturma işini üzerlerine aldılar. Bazı yönlerden, Orta Asya’da tanınan devletler yapay varlıklardı; geri kalmış bölgelerin ekonomik ve siyasi gelişimi için geliştirilen Sovyet Marksist teorinin ürünleriydi.[13]

map-central-asia2[1]

1924 yılında gerçekleşen Orta Asya’nın "yeniden idari bölümlere ayrılması” (razmezhevanie) girişiminin mantığı bu idi. Bu düşünüş tarzı Orta Asya’nın şu anda beş "Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”ne bölünmüş olmasını açıklar.[14] Bu cumhuriyetler dört güney kuşak devleti -Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan- ile birlikte Kazakistan’ın bazı bölgelerini içermişti.[15]

Tablo 1: Orta Asya Cumhuriyetleri (Ocak 1989)

 Nüfus Alan Kuruluş(*)
 (1000) (1000 km2) Tarihi

Özbekistan 19.906 447 Ekim 1924

Kazakistan 16.538 2.717 Aralık 1936

Kırgızistan 4.291 198 Ekim 1924

Tacikistan 5.112 143 Ekim 1924

Türkmenistan 3.534 488 Ekim 1924

* Bunlar, Orta Asya cumhuriyetlerinin Sovyetler Birliği’ne resmi giriş tarihleridir. Bununla birlikte, bu birimlerin biçimi ve statüleri zamanla önemli ölçüde değişti. Tacikistan ve Kırgızistan başlangıçta otonom cumhuriyet statüsünde idiler.

Kaynak: Narodnoe Khoziaistvo SSSR v 1985, s. 12-17. 1989 nüfus rakamları Trud’dan (30 Nisan 1989) alınmıştır.

Yeniden bölümlere ayırma, tercihler ve sadakatlerin kolaylıkla değiştirilebileceğini ifade eden basit bir önerme üzerine kurulmuştu. Eğer parti, devletin öncüsü olmak sıfatıyla, doğru bir formül bulabilirse, halkın bağlılık duyguları Bolşeviklerin programına destek sağlamak amacına uygun biçimde şekillendirilebilir ve yönlendirilebilirdi. Seksen yıl sonrasında, şimdi şu soruyu sormak önemlidir: Leninci program, siyasi bağlılıklar oluşturma hedefine ulaşabilmiş midir? Orta Asya’da ulus- ötesi proleter bilincin ortaya çıktığını söyleyen bir iddiayı destekleyecek hiçbir delilin olmadığı yeterince açıktır. Fakat, Lenin’in ara çözümü -plan icabı kurulmuş ulus devletlere bağlılıkların geliştirilmesi- hakkında ne söylenebilir?

Bu devletlere halkın bağlılığı sorununa cevap bulurken, müteveffa Profesör Alexandre Bennigsen, Orta Asya’da üç belirgin sadakat katmanı bulunduğu hipotezini geliştirdi. Bunlardan biri geleneksel kabile veya oymağa bağlılıkla, diğeri Orta Asya’nın çağdaş devletlerine ve sonuncusu da geniş kapsamlı Türkistan’ın birliği düşüncesine sadakati içeriyordu. Bennigsen ilk tür bağlılığın güçlü, ikincisinin zayıf ve üçüncüsünün güçlü ve gelişmekte olduğu görüşünü ileri sürdü. Perestroyka ortamında, SSCB’den ayrılma ihtimalinin güçlenmesi ve günümüzde beş Orta Asya cumhuriyetinin sınırlarının meşrutiyetinin sorgulanması ile birlikte, Beningsen’in varsayımı bugün 20 yıl önce ilk ifade edildiği zamandan çok daha fazla önemlidir.[16]

1924’te Orta Asya Topraklarının Yeniden Bölümlere Ayrılması

Orta Asya, medeniyetin kadim beşiğidir. Bilim, sanat, kültür ve ticaret, yabancı istilaların yıkıcı etkisini ve acımasız despotlukları takip eden dönemlerde asırlar boyunca gelişmişti. Doğu ve Batı arasındaki ticaret yolları, Orta Asya’nın vahalarında zenginliği artıran ticaretin temelini sağladı. Yüksek bölgelerin geniş otlakları büyük göçebe uygarlığını besledi. Bunun gibi büyük vaha ve nehirlerin etrafındaki alanlar, sulu tarımın ve yerleşik toplumların gelişmesini destekledi. Orta Asya’nın vaha ve nehir bölgesi toplumları, geleneksel tarım alanlarının özünü oluşturmanın yanında, yerel siyasi sınırları da belirlediler.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başında Orta Asya, her biri vaha ve nehir boyu tarımı ile özdeşleşmiş üç büyük hanlığa bölünmüştü: Hokand, Hive ve Buhara. Bu zamana kadar, Orta Asya’da “İpek Yolu” ile birlikte gelen zenginliğin altın çağı çoktan geride kalmıştı. Bu zenginlikle birlikte yok olan diğer bir unsur da, merhametli despotların aydın yönetiminin var olduğu mitolojik çağdı. Emirlerin yönetim tarzı aydın olmaktan uzaktı; onlar mutlak güç sahibi, dar görüşlü despotlardı. Asya’nın merkezinde bölgesel nüfuz için İngiliz İmparatorluğu ile rekabet halinde olan Çarlık hükümetinin nüfuzu Orta Asya’ya doğru genişledikçe, bu bölgenin vaha toplumlarının sınırları Çarlık hükümetinin nüfuzunun tehdidi altında kaldı.

Tablo 2: Orta Asya’nın Siyasi-İdari Birimleri (Aralık 1924)

Nüfus Orta Asya Nüfusun Oranı (%)

Özbek SSC 4.038.011 %49

Tacik OSSC 730.493 %9

Türkmen SSC 855.114 %10

Kazak OSSC 1.485.538 %18

Karakalpak OSSOb 298.212 %4

Karakırgız OSSOb 714.648 %9

Kaynak: İ.İ. Kryl’tsov, “O Printsipakh Ekonomicheskogo Razmezhevaniia Sredneaziatslikh Respublik”, Narodnoe Khoziastvo Srednei Azii, Nos. 9 (1926), s. 136.

Orta Asya’da siyasetin dış çevresi, emirlik memurları Müslümandır ve Rus göçmenler arasındaki etkileşim tarafından şekillendirildi. Bolşeviklerin St. Petersburg ve Moskova’da iktidarı ele geçirmesi ile birlikte, Orta Asya siyaseti karmaşık bir biçimde yapı değiştirdi. İlk defa iktidarı ele geçirme girişiminde bulunan köylüler veya aydınlar değil, Rus göçmenlerdi. Ne yapacağını şaşırmış ve birbirine düşman grupların kendi aralarında savaşmaları, Avrupa’nın merkezi bölgesinde hakim olan Bolşeviklere, şehirli proleter kesimin devrimine ilişkin doktrinleri Orta Asya’nın geri kalmış köylülerine uyarlamak için bir strateji tasarlama fırsatı verdi. Lenin, "feodal Doğu”nun yapısal değişimi için ideolojik bir plan geliştirdi ve yerel Müslüman aydınlardan genç ve mevcut yönetime bağlılığı azalmış olanlar arasında müttefikler aradı. Lenin’in verdiği başlıca ödün, devrimci sosyalist "otonomi”, "bağımsızlık” ve "kendi kendini yönetme” sözüydü.

Lenin’in "ulusların kendi kendini yönetmesi” planı, feodalizmden doğrudan sosyalizme geçişin imkansızlığı hakkındaki rahatsız edici ideolojik sorunları çözdü ya da en azından bu tür sorunları ortadan kaldırdı. Fakat, ideolojik sorunlar halledilmiş olmasına rağmen, uygulamada karşılaşılan sorunlar değişmeden kaldı. Orta Asya’nın "bağımsız” devlet ya da devletlerinin büyüklüğü ve yönetim yapısı nasıl olmalıydı? Bir kısım ihtimaller kendiliğinden ortaya çıktı. Bunlardan biri, emirliklerin liderlerini söz dinler emanetçilerle değiştirmek, fakat mevcut toprak bölünmelerini aynen bırakmaktı. İkinci bir ihtimal, Orta Asya’nın etnografik yapısına uygun siyasi yapılar oluşturmaktı. Üçüncü bir ihtimal Orta Asya’nın tamamını tek bir Türkistan ulusu olarak birleştirmekti.

Bolşevikler ilk ihtimali hemen reddetti. Mevcut ülke sınırlarının aynen kalması, bir önceki siyasi rejimin devamlılığı anlamına gelebilirdi. Mevcut devlet sistemini yıkmaya niyetlenmiş Bolşevikler, eski ayrıcalıklı grupların siyasi yapıları ele geçirmelerini önlemek için ülkenin toprak yapısının değiştirilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Etnografik bölünmelere uygun siyasi yapılar oluşturmak biçiminde ifade edilen ikinci ihtimal, uygulamada sorunlara yol açtı. Gerçek anlamda etnografik yapıya uygunluğu belirlemek zordu. Kimlerin Orta Asya’nın meşru ulusları olduğuna kim karar verecekti? Ulusları belirleyen özellik, dil, din ya da etnik özelliklerden hangisi olacaktı?[17] Üçüncü ihtimal -bölgenin tamamını tek bir Türkistan ulusu olarak birleştirmek- Lenin’in sosyalizme geçiş planına en uygun seçenek olarak göründü.

Birleşmiş bir Türkistan milleti oluşturma fikri, gerçekten başlangıçta Türkistan Otonom Sovyet Cumhuriyeti’nin ilanı ile benimsenmiş bir fikirdi.[18] Bolşevik Devrimi ile 1924 arasındaki dönemde, Orta Asya halklarına tek bir ulus -Türkistan ulusu- gözüyle bakıldı. Fakat Moskova’daki yetkililer, Türkistan milliyetçiliğinin Leninci planın tahayyül ettiğinden daha becerikli çıkması karşısında giderek artan ölçüde endişelendiler. Sultan Galiyev, Turar Riskulov, Mustafa Çokay ve Enver Paşa gibi Türki ulusal birliğin savunucularının kitleler için çekiciliği, Moskova’daki liderleri, nihayetinde kontrol altında tutulması güç olabilecek bir milliyetçi duyarlılık çeşidi ile mücadele ettiklerine ikna etti. Moskova ilk önce, Başkır ve Tatar milliyetçilerinin birleşme hareketlerini dağıtmak için harekete geçti. Bolşevikler giderek yoğunlaşan bir biçimde, daha küçük ulusal birimler kurarak, Pantürk duyarlılıkların oluşumunu önleme şıkkını değerlendirmeye başladılar. Y. Rudzutak, bakış açısındaki bu değişmeyi şu sözler ile açıkladı: "Bir Türkistan Cumhuriyeti kurulması görüşüne katılmıyorum. Zaten, tek bir Türk halk mevcut değildir; Türkmenler, Kazaklar, Kırgızlar ve Özbekler vardır”.[19]

Rudzutak’ın değerlendirmesine katılan Lenin, milliyetçilerden oluşan sosyalizme düşman bir koalisyonun ortaya çıkmasını önlemek amacıyla Türk ulusunu daha küçük parçalara bölme işine koyuldu.[20] Sovyet kaynaklarının dolaylı olarak kabul ettiği gibi, Moskova’nın stratejisinin bölmek ve yönetmek amacıyla bölgedeki Türk ulusu kasten bölmek ve ekonomisini parçalamak olduğuna ilişkin o zaman bile Orta Asyalılar arasında bir şüphe vardı.[21] Yeniden bölümlere ayırma planını eleştirenlerin bu planın Orta Asya halklarını birbirinden ayırmaktan başka bir işe yaramayacağını ve Özbek halkının bağımsızlığını kazanmasını sağlamayacağını iddia ettiklerini, Özbek hükümetinin ilk başkanı Feyzullah Hocayev açıkça kabul etti.[22] Hocayev, bölgelere ayırmayı "Kızıl Emperyalizm” diye nitelendirerek karşı çıkanları eleştirdi.[23]

Tablo 3: Orta Asya’da Başlıca İdari Sınırların Kronolojisi (1918-1991)

  • Nisan 1918 Bolşevik hükümetin kararnamesi.
  • Nisan 1918 Türkistan Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Türkistan OSSR).
  • Ağustos 1920 Kırgız (Kazak) Otonom Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti.
  • Nisan 1920 Hive Hanı’nın tahtan indirilişi. Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti.
  • Ekim 1920 Buhara Emiri’nin tahtan indirilişi. Buhara Sovyet Halk Cumhuriyeti.
  • Aralık 1922 İlk Bütün Sovyetler Kongresi’nin, Birlik Anlaşması’nı kabul etmesi.
  • Ekim 1923 Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti’nin SSCB’ye katılması ve Harezm Halkları Sosyalist Cumhuriyeti adını alması.
  • Ocak 1924 II. Sovyet Kongresi’nin, Rusya SFSC, Ukrayna SSC, Beyaz Rusya SSC ve Transkafkasya SFSC’yi kuran 1924 Anayasası’nı kabul etmesi.
  • Eylül 1924 Buhara Halk Cumhuriyeti’nin SSCB’ye katılması ve Buhara Sosyalist Halk Cumhuriyeti adını alması.

Ekim 1924 Yeniden idari bölümlere ayırma (razmezhevanie). Orta Asya şu birimlere ayrılır:

1. Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Tacik Otonom Vilayeti’ni de kapsar)

2. Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti

3. Kırgız Otonom Vilayeti

4. Karakalpak Otonom Vilayeti ve günümüz Kazakistan ve Kırgızistan Cumhuriyetlerinin bazı bölgeleri Rus Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyeti ile birleştirilir.

  • 1925 Gorno-Bedehşan Otonom Vilayeti’nin kuruluşu (Tacikistan).
  • 1925 Karakalpak Otonom Vilayeti’nin kuruluşu.
  • 1925 Kırgız (Karakırgız) Otonom Vilayeti’nin Kırgız Otonom Cumhuriyeti olması.
  • Haziran 1929 Tacik Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüştürülmesi. Hocent Vilayeti (daha sonra Leninabad Vilayeti diye adlandırıldı) Tacikistan OSSC’ye katılır.
  • 1932 Karakalpak Otonom Sovyet Sosyalist Vilayeti’nin Karakalpak Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüştürülmesi ve Rusya SFSC’ye bağlanması.
  • 1936 Karakalpak Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Özbek SSC’ye bağlanması.
  • 1936 Kazak ve Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri kurulması.
  • 1936 1936 (Stalin) Anayasası’nın kabulü. Toplam 11 birlik cumhuriyeti kurulur (Rusya SFSC, Ukrayna, Beyaz Rusya, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri).
  • 1963 Açlık bozkırının bir parçasının Kazakistan SSC’den Özbekistan SSC’ye verilmesi.

Not: Tarihler, bakanların ya da yerel parlamentoların resmi onay tarihlerine bağlı olarak değişebilir.

Her şeye rağmen, Leninci plan kabul edildi. Orta Asya’da kaç tane ulus var olursa olsun, çok sayıda devlet oluşturulacaktı.

Etkisiz kararlar geçirmekten başka hiçbir gücü olmayan hemen toplanmış bir konferans, Nisan 1918’de Türkmenistan Otonom Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verdi. Buhara ve Harezm emirleri arasındaki kavgalar, yerel grupların düşmanlıkları ve içeriden bölünmüş Rus göçmen nüfus birkaç yıl bölgede varlığını sürdürdü. Tamamen iç savaşla meşgul olan Moskova’nın Orta Asya’da yapabileceği çok az şey vardı. 1920’nin ilk baharında dikkatler tekrar Orta Asya’ya çevrildi. Yeniden bölümlere ayırma amacıyla Türkistan Komisyonu tarafından bir rapor hazırlandı. Lenin, komisyonun raporunda değişiklikler yapılması ve Türkistan’ın "siyasi haritası”nın üç asıl birimi -Özbekistan, Kırgızistan ve Türkmenistan- içerecek biçimde yeniden çizilmesi gerektiği sonucuna ulaştı.[24] Yine Lenin, "bu üçünün tek bir grup haline nasıl getirilebileceğinin detaylı bir biçimde belirtilmesi” gerektiği görüşündeydi.[25] 1922 yılının Aralık ayında Moskova’da toplanan İlk Sovyetler Kongresi, Birlik Anlaşması’nı onayladı. Anlaşma, Türkistan Otonom Sovyet Cumhuriyeti’ni başlangıçtaki dört Sovyetler Birliği cumhuriyetinden biri olan Rusya Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyeti’nin bir parçası olarak kabul etti.[26] Buhara Halk Cumhuriyeti ile Harezm Halk Cumhuriyeti hâlâ birliğe katılmamıştı. Bunun görünüşteki nedeni her ikisinin de "sosyalist” olmamasıydı.[27] Bir süre sonra her ikisi de sosyalist yapı içerisine alınacaklardı. İki Orta Asyalı yazarın ileri sürdüğü gibi, Lenin ve diğer komünistler "hiç bir zaman Buhara ve Harezm Halk Cumhuriyetlerini, Orta Asya halkları için sürekli idari yapılar olarak düşünmemişlerdi”.[28]

1924 yılına kadar, Avrupa ülkelerinin tamamında işçi devrimlerinin gerçekleşeceği şeklindeki Bolşeviklerin ilk beklentilerinin dayanaksız olduğu belirginleşmişti. O zaman Bolşevik rejim, yeni bir anayasa ile Sovyetler Birliği’ni resmen kurmak için hazırlandı. Bunu yapmak için, ülke sınırlarını rasyonelleştirmeye çalıştılar. 1924’te yeniden bölgelere ayırma konusu, bu sefer toprak reformu yapılması bağlamında, yeniden gündeme getirildi.[29] Birkaç parti toplantısında en iyi planın ne olduğu meselesi ileri sürüldü.[30] 12 Haziran 1924’te RKP MK Politbürosu, "Orta Asya Cumhuriyetlerinde Ulusal Yeniden Bölümlere Ayrılması Hakkında” bir karar çıkardı. İki tanınmış Özbekistanlı bilim adamına göre, yeniden bölümlere ayırmanın kriterleri arasında şunlar yer almaktaydı: Yerel etnik yapının göz önüne alınması; bölgesel sulama idaresi kurumu; bölgelerin ekonomik alanda uzmanlaşmaları; şehirleşmiş alanların tarımsal alanları yönetmelerinin uygun olup olmadığı ve etnik grupların dağılımı.[31]

SSCB Merkez Yönetim Kurulu’nun 27 Ekim 1924’teki toplantısında, Türkmenistan Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin “milliyetlerin kendi geleceğini belirlemeleri prensibi”ne göre yeniden bölünmesini öngören bir karar kabul edildi. Karara göre adı geçen cumhuriyet şu parçalara ayrıldı: Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Tacik Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni de içeriyordu); Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti; Karakırgız Otonom Vilayeti (Rusya SFSC ile birleştirildi) ve Kırgız Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (bu cumhuriyet de Rusya SFSC ile birleştirildi).[32] Yeni Özbek hükümeti, “Özbek Cumhuriyeti Devrimci Komitesi Bildirisinin kabulü ile bu düzenlemeyi resmileştirdi. 1925 yılının Şubat ayında Özbek SSC Sovyetlerinin İlk Kongresi, Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Kuruluşu Hakkında Bildiri’yi onayladı, Merkez Yönetim Kurulu’nu seçti ve Özbek Cumhuriyeti Halk Komiserleri Konseyi’ni onayladı. 13 Mayıs 1925’te SSCB’nin Üçüncü Sovyetler Kongresi, Özbek ve Türkmen cumhuriyetlerini resmen SSCB’ye kattı. Böylece birliğe katılan cumhuriyetlerin sayısı altıya yükseldi. İşte bu anda, yeniden idari bölümlere ayırma teknik anlamda tamamlanmıştı.

Moskova, yeniden bölümlere ayırırken, hem ideolojik hem de pratik amaçlara sahipti. Partinin teşkilatlanma konusunda kabiliyete yaptığı vurgu, parti yöneticilerini bir grup yerli kamu görevlilerinin dostluğunu kazanmaya meylettirdi. Otorite sahibi yerel liderlerle anlaşma yapmaktansa, daha genç ve şüphesiz daha kolayca ikna edilebilecek kişiler seçildi. Örneğin, Özbek Cumhuriyeti’nde, yeniden bölümlere ayırma başladığı zaman 26 yaşında olan Ekmel İkramov Özbek Komünist Partisi teşkilatının başına getirildi.[33] Hükümet teşkilatı ise, o zaman 28 yaşındaki Feyzullah Hocayev’in liderliği altındaydı.[34]

Hocayev, yeniden bölgelere ayırmanın on iki tane amacının olduğunu ifade etti: Ulusal düşmanlıkları ortadan kaldırmak; Sovyet sistemini halka yaklaştırmak; Basmacılar hareketini[35] yok etmek; Kızıl Ordu’nun işçi-köylü ulusal bölümlerini teşkilatlandırmak; ülkenin ekonomik rehabilitasyonunu hızlandırmak; sulama sistemini iyileştirmek ve pamuk üretimini artırmak; toprak reformu yoluyla fakirlerin ve topraksızların durumlarını iyileştirmek; kadınların özgürleşmesini hızlandırmak; bölgenin mali durumunu iyileştirmek; bölgenin kültürel gelişimini kuvvetlendirmek, demiryolu ağını, posta ve telgraf haberleşmesi hizmetlerini geliştirmek.[36]

Özbekler toprak paylaşımı işinde çok başarılı oldular. En verimli tarım arazilerine sahip Fergana vadisinde kazanımlar elde ettiler. Buna ilaveten, Çirçik nehri (Taşkent’ten geçer), Zerefşan nehri (Semerkant ve Buhara’dan geçer) ve Surhan Derya (Amu Derya nehrini besleyen başlıca kollardan biri) boşaltma havzalarına ve bu bölgelerdeki sulu tarım alanlarına sahip oldular. Amu Derya Nehri’nin kendisinin güneyde Sovyet sınırından itibaren aşağı kısmı ve Urgenç şehrinden itibaren yukarı kısmı üzerinde hak iddia etmediler. Bu bölge Türkmenlere bırakıldı. Daha sonra, Urgenç civarındaki verimli Hive vaha alanlarında -bu alanlar tamamen Karakalpak Otonom SSC içerisinde kalıyor- olmasına rağmen hak iddia ettiler. Kazaklar, Çhardara’nın alt kısmında Siri-Derya Nehri boyunca yer alan değerli tarım arazilerini aldılar. Ruslar, Kazaklarla nispeten daha yakın ilişkiler kurdular. Bu nedenle Ruslar, Siri-Derya vadisinin aşağı kısmının, merkezi Orta Asya içerisinde yer almadığı konusunda ısrar edebilirlerdi.

Tacikler ve Kırgızlar paylaşımda kaybeden taraftı. Tacikler, ulusal devlet olma niteliğini, bölgenin en güneyinde yer alan bir otonom cumhuriyet biçiminde elde ettiler. Özbekistan’da yaşayan ve sayıları büyük miktarlara ulaşan Tacik, çok az şey elde etti. Kırgızlara ise mera alanları verilmişti, fakat Fergana vadisindeki en iyi tarımsal alanlardan az bir miktarını elde edebildiler. Türkmenlerin nüfusu diğerlerine kıyasla azdı. Onlar bu bölüşüm görüşmelerinde etkili olmamış gibi görünmektedir. Düzenlemeler sonrasında Orta Asya’da Semerkant ve daha sonra Taşkent şehirleri siyasi ağırlık merkezi oldular. Fergana vadisi -bölgesel merkezi Hokand şehri ile birlikte- yeni güç yapısı içerisinde en az özümsenen bölge idi, öyle ki bu bölge, Özbek Komünist Partisi ve hükümetinde en az temsilcisi bulunan bölgedir.

Yeniden bölümlere ayırma, pek çok amacı gerçekleştirdi. İlk olarak Lenin’in "Yeni Ekonomik Politika”sının ekonomik rehabilitasyonu kolaylaştırması ile birlikte, bölgedeki kötü ekonomik durum iyileşti. Pamuk üretimi büyük ölçüde arttı, çünkü yerel ürünlerin ekildiği topraklar, SSCB’nin Avrupa bölümüne ihraç edilmek amacıyla pamuk üretimine ayrıldı. İkincisi, Rus göçmenlerin ve yerel beyliklerin dağıtılması ve bazı bölgelerde toprak reformu yapılması sonucunda rejim için halk desteği sağlandı. Hocayev sık sık, yeniden bölümlere ayırma için asıl ihtiyacın toprak dağılımından kaynaklandığını iddia etti. Kimi varlıklı çiftçiler 2000 desyatin[37] kadar arazi sahibi iken, fakir çiftçilerin bir desyatin veya daha az toprağa sahip olduklarını belirtti. Bu şartlar altında, yeniden bölümlere ayırma ve toprak reformu "bir yaşama mücadelesi değil, ölüme karşı bir mücadele” idi.[38]

Üçüncüsü, Basmacılar hareketi dağıtıldı; bu hareketin temel isteği en sonunda muğlak bir amaç olan Türk halkların birliğine indirgendi. Bu, tahsilli şehirli kesimin bir kısmı için güçlü bir kavramdı, fakat bu kavram Tacikler ve diğer azınlıklar için daha az çekici idi. Yine bu kavram, etnik-dil benzerliklerinin belli bir bölgeye bağlılığın sağladığı kimlikten daha az önemli olduğuna inanan Türkçe konuşan Orta Asyalılardan pek çoğunu harekete geçirmedi. Dördüncüsü, Panislamist birlik hareketi kontrol altına alındı. İslam hiçbir zaman Kafkasların bazı bölgelerinde olduğu gibi bu bölgede kuvvetlice yerleşemedi. Buna ilaveten, Orta AsyalIların pek çoğu vakıfların -din adamlarının kontrolü altındaki toprakların- yeniden dağıtılmasından faydalanıyorlardı. Son olarak, Bolşevikler, siyasi kontrolü daha kolay sağlayacak ve "Müslüman Kızıl Ordu” diye adlandırdıkları yeni kurulmuş milis gücüne eleman sağlamayı kolaylaştıracak biçimde, halkları daha küçük gruplara bölme amaçlarını gerçekleştirdiler.[39]

Ulusal Sınırların Belirlenmesi Girişiminin Sonuçları

Orta Asya’daki sınır düzenlemelerine ilişkin yukarıda yapılan analiz, sınır belirlemeleri sonucunda ortaya çıkan koalisyon şekilleri hakkında tahlil yapma girişiminde bulunmamıştır. Yine de, Orta Asya’da en etkili grubun Özbekler olduğu bellidir.[40] Özbeklerin tarihte oynadığı rol, onların bölgede hakimiyet kuracağına ilişkin pek çok kaygıları gündeme getirmiştir ve bu kaygılar Orta Asya’nın Özbek olmayan azınlık grupları arasında var olmaya devam etmektedir. Bu makalenin ilk paragrafında irdelenen beş Orta Asya cumhurbaşkanının resmi bildirisi, kimi açılardan "coğrafya kaderi belirler” ifadesini onaylar. Ortak anavatanları, Orta Asya halklarını birleştirmiştir.

Siyasetin çoğu zaman sadece sınırlar konusundaki anlaşmazlıklardan ibaret olduğu doğru ise, sınırların sadece harita üzerindeki çizgiler olmadığı da doğrudur. Sınırlar bir ülkenin kurumlarını şekillendirir. Bu kurumlar da toprak ile özdeşleştirilen çıkarların ne şekilde dağıtılacağını belirler. Sınır değişikliğinin problemlerle dolu olması, kurumsal değişikliğin çıkarların dağıtılış tarzında bir değişiklik anlamına gelmesi nedeniyledir. Herhangi bir zaman diliminde, bir kurumsal yapıdan, bu yapının kendilerine üstünlük sağlaması nedeniyle, faydalananlar vardır ve bunlar bir değişiklik halinde üstünlüklerini kaybedebilirler. Bu kişiler doğal olarak değişikliğe karşı çıkma eğilimindedirler. Kurumsal yapıdan çıkar sağlamayanlar bu nedenle -ve başka nedenlerle de- değişiklikten yana olabilirler. Fakat, bu gruplar ve koalisyonlar iktidarda değildirler ve özellikle çıkar sağlayanlardan olmadıkları için sonuçları etkileme kapasiteleri daha azdır. İşte bu, Orta Asya cumhuriyetlerinin cumhurbaşkanlarının kendi başlarına kaldıkları zaman sınır ve kurumsal değişiklikler yapılmasını isteyebilecek olmalarına rağmen, toplu olarak hareket ettikleri zaman, her birinin şimdilik değişikliğe karşı çıkmayı neden mantıklı bulduğunun bir açıklamasıdır.

Prof. Dr. Gregory GLEASON

New Mexico Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü / A.B.D.

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 18 Sayfa: 854-861

Dipnotlar:

[1] "Zaiyavlenie”, Pravda Vostoka, 24 Haziran 1990, s. 1.

[2] Orta Asya hakkında genel değerlendirmeler için, bkz.: R. D. McChesney, Central Asia: Foundations of Change (Princeton: The Darwin Press, 1996); Gregory Gleason, Central Asia: Discovering Independence (Boulder: Westview, 1997); Lena Jonson, Russia and Central Asia: A New Web of Relations (London: The Royal Institute of International Affairs, 1998); ve Olivier Roy, The New Central Asia: The Creation of Nations (New York, New York University Press, 2000).

[3] Bkz. The International Crisis Group tarafından hazırlanan rapor: Central Asia: Islamicist Mobilization and Regional Security (Brussels: ICG, Mart 2001).

[4] Hilafet fikri, Muhammed Peygamberin halefleri tarafından kurulan devlet ile alakalıdır. İslam’ın ilk dönemlerinde hilafet, Müslümanlara ait tüm toprakları tek bir halifenin (ya da kelime anlamıyla Peygamberin "halefi”) yönetimi altında birleştirdi.

[5] June Teufel Dryer, "The PLA and Regionalism: Xinjiang”, içinde Chinese Regionalism: The Security Dimension, ed., Richard H. Yang, et al., (Boulder: Westview Press, 1994), s. 249-276; Felix K. Chang, "China’s Central Asian Power and Problems”, Orbis, Vol. 41, No. 3 (1997): 401-425.

[6] Bkz. Gregory Gleason, "Why Russia is in Tajikistan”, Comparative Strategy. Vol. 20, No. 1 (2001): 77-89.

[7] Bkz. Rajan Menon, "In the Shadow of the Bear: Security in Post Soviet Central Asia”, International Security, Vol. 20 (1997): 149-181.

[8] Bkz. John A. Armstrong, Nations Before Nationalism (Chapel Hill: The University of North Carolina Press, 1982).

[9] Joseph Rothschild, Ethnopolitics: A Conceptual Approach (New York: Columbia University Press, 1981), s. 14.

[10] Bkz. Gregory Gleason, Federalism and Nationalism: The Struggle for Republican Rights in the USSR (Boulder: Westview Press, 1990), ikinci bölüm.

[11] Sovyet milliyetçilik teorisyenlerinin standart görüşüne göre, Sovyet Orta Asyası’ndaki uluslar, Sovyet döneminin bir ürünüdür. Bir Sovyet Orta Asyalı ideolog şunları yazmıştı: "SSCB halkları farklı yollar takip ederek sosyalizme ulaştılar… Sosyalist devletlerin -Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Karakalpak devletleri dahil- kuruluşu ve gelişmesi ülkemizde ulus sorununa başarılı bir çözüm bulunmasının bir sonucudur. Bu da, Leninci milliyetçilik politikasının başarısının açık bir göstergesidir”. Adkham M. Yunusov, Internatsional’noe i natsional’noe v razvitii dukhovnykh tsennostei sovetskogo naroda (Taşkent: Fan, 1987), s. 13.

[12] Gregory J. Massell, The Surrogate Proletariat: Moslem Women and Revolutionary Strategies in Soviet Central Asia (Princeton: Princeton University Press, 1974).

[13] Fakat bu ifade, Orta Asya uluslarının kendi geleceğini belirleme hakkı ve devlet olma konusuna sahip çıkmalarının hiçbir tarihi olgu üzerine dayanmadığı, şeklinde anlaşılmamalıdır. Bölgenin etnik-kabile yapısını konusunun analizi için, bkz. Beatrice F. Manz, Central Asia in Historical Perspective (Boulder: Westview Press, 1994).

[14] Alexandre Bennigsen, "Several Nations or One People? Ethnic Consciousness among Soviet Central Asians”, Survey Vol. 24, No. 3 (1979), s. 51-64.

[15] Bu makale boyunca, yerli dillerden çevrilen özel isimler yerine Rusçadan çevrilen özel isimleri kullandım. Sovyet cumhuriyetlerinin isimleri yakın bir zaman önce değişmiştir. Örneğin, SSCB’de Kırgızistan için kullanılan isim Kirgizia şeklindeyken, şimdi resmen Kyrgyzia şeklinde yazılmaktadır. Ancak, tarihsel devamlılığı korumak amacıyla eskiden beri biline gelen isimleri kullanmaya devam ettim.

[16] Weberci anlayışa göre meşruiyetin iki kaynağı olabilir. Meşruiyet, "sübjektif” (innerlich) bir kaynaktan ya da çoğunlukla çıkarların hesaplanmaları (interessenlage) yoluyla ortaya çıkar. Bkz. Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, Guenther Roth and Claus Wittich, eds. 2 cilt. (Berkeley: University of California Press, 1978), s. 33-34. Fakat, psikolojik bağlılıkların tek yere (diğer bir deyişle sadece bir sübjeye yönelmiş) olması gerekmediği gibi, karşılıklı olarak dışlayıcı (aynı anda iki sübjeye yöneltilemez) nitelikte olmadığı belirtilmelidir. Harold Guetzkow’un uzun bir süre önce iddia ettiği gibi, siyasi değişim süreci içerisinde "birden fazla yere bağlılık” oluşturulabilir. Bu bağlılıklar birbiri ile çatışabilir, fakat sık sık her ikisi "bir arada bulunabilir, hatta birbirini kuvvetlendirebilir”. Bkz. Harold Guetzkow, Multiple Loyalties: Theoretical Approach to a Problem in International Organization, Center for Research on World Political Institutions, Publication No. 4 (Princeton: Princeton University Press, 1955), s. 39.

[17] Sınırların gerçekte nasıl kararlaştırıldığı, Orta Asya’daki yeniden bölümlere ayırmanın en büyük sırrıdır. Sovyet döneminde Rusça yazılmış kaynaklarda bu konu tartışılırken, sadece konu ile ilgili kavramsal meselelere değinilmiştir. Komisyonların oluşturulması, kaç kişinin görüşüne baş vurulduğu, konu ile ilgili kamuya açık toplantılar yapılıp yapılmadığı, Çarlık döneminin antropolojik kaynaklarının kullanılıp kullanılmadığı ve benzeri meselelere hiç değinilmemiştir.

[18] Başlangıçta Türkistan Otonom Sovyet Cumhuriyeti, bir "sosyalist cumhuriyet” olarak adlandırılmamış olmasına rağmen, Sovyet kaynaklarında alışkanlıkla Türkistan SSC kısalmasını kullanmıştı.

[19] G. A. Ian Rudzutak, Turkan (Moscow, 1963), s. 62.

[20] Alexandre Bennigsen ve S. Enders Wimbush, Muslims of the Soviet Empire (Bloomington: Indiana University Press, 1986), s. 33.

[21] Sentralnaya Partiynaya Arxiva, IML pri TsK KPSS, F. 17, op. B/n, ed. khr. 394, l. 26. Agzamkhodzhaev, p. 29, ft. 11 içinde aktarılmıştır.

[22] Feyzullah Hocayev’in ulusal bölgelere ayırmanın asıl amaçları konusundaki açıklamaları için, bkz. Feyzullah Hocayev, Izbrannye Trudy, Vol. II (Tashkent: Fan, 1970), s. 165.

[23] A.g.e., s. 165.

[24] Yerel gruplar ile Ruslar arasındaki başlıca çatışma konuları hakkında bir açıklama için, bkz. Michael Rywkin, Moscow’s Muslim Challenge, revised ed., (Armonk, NY: M.E. Sharpe, 1990), ikinci bölüm.

[25] V. İ. Lenin, Polnoe, Vol. 41, s. 436.

[26] Bu cumhuriyet dört Vilayete (oblast) ayrılmıştı: The Zakaspiiyskaya Oblast (yaklaşık olarak bu günkü Türkmenistan); the Ferganskii oblast (yaklaşık olarak bu günkü Fergana vadisi ve Tacikistan SSC); the Semirechinskaia oblast (bu günkü Kazakistan’ın güneyi ve Kırgızistan SSC) ve Syrdarinskaia oblast (günümüz Özbekistan SSC’nin çoğunu ve Kazakistan SSC’nin Siri Derya Nehri boyunca yer alan kısımları).

[27] Esrarengiz bir şekilde, Sovyet tarihi kaynakları, bu erken dönemin siyasi birimlerini tanıtırken oldukça tutarsızdır. Örneğin, kaynaklar "Harezm Halk Cumhuriyeti”nden sıkça bahseder, fakat Harezm Halkları Sovyet Cumhuriyeti anlamına gelen "KhPSR” kısalmasını kullanırlar. Gerçekten bazı kaynaklar aynı makalede hem "Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti” hem de "Harezm Halkları Sovyet Cumhuriyeti” ifadesini kullanırlar. See Sh. Z. Urazaev, "Uzbekskoy Sovetskoiy Natsionalnoi Gosudarstvennosti-60 let”, Obshchestvennye nauki v Uzbekistane, No. 5 (1984), s. 3-8, özellikle s. 4.

[28] A. Agzamkhodzhaev ve Sh. Urazaev, "Natsionalno-Gosudarstvennomu Razmezhevaniiu Respublik Sovetskoi Srednei Azii-60 let”, Sovetskoe gosudarstvo i pravo No. 10, (1984), s. 25-33, s. 26’da.

[29] Agzamkhodzhaev, s. 30.

[30] A. Agzamkhodzhaev ve Sh. Urazaev, "Natsionalno-gosudarstvennomu Razmezhevaniiu Respublik Sovetskoi Srednei azii-60 let”, Sovetskoe Gosudarstvo i Pravo No. 10, (1984), s. 25-33, s. 29’da.

[31] Agzamkhodzhaev, s. 31.

[32] Khodzhaev, Vol. II, s. 415.

[33] Fergana vadisinde Parti’nin faaliyetlerine katılan bir öğretmen olan Ekmel İkramov, 1920 yılı Ağustos ayında Taşkent’e çağrıldı ve bir toprak reformu tasarısı hazırlamakla görevli Halk Toprak Komisyonu’nun (Narkomzem) başkan yardımcılığına getirildi.

[34] Hocayev, Özbekistan SSC Sovyetleri Merkez Yönetim Kurulu’nun 17 Şubat 1925’te yapılan ilk toplantısından, 17 Haziran 1937’de tutuklanmasına kadar geçen sürede bu görevde kaldı.

[35] "Başmakçılar” hareketinin mensupları, 1918’den itibaren 1921’de operasyonlarını Surhan Derya nehrinin güneyindeki bölgelere kaydırana kadar Ferhana vadisinde Sovyet otoritesine karşı mücadele ettiler ve 1920’li yılların sonlarına kadar da Sovyet otoritesine karşı tek örgütlü direniş gücü olarak kaldılar. Michael Rywkin Başmakçılar hareketini kısaca şöyle anlatır: "Haydutluk olarak başladı, gerçek bir ulusal kurtuluş hareketine dönüştü ve daha sonra, yenilgiye uğratıldığı zaman, tekrar aslına döndü”. Michael Rywkin, Moscow’s Muslim Challenge, revised ed. (Armonk, NY: M. E. Sharpe, 1990), s. 42.

[36] Feyzullah Hocayev’in ulusal bölgelere ayırmanın asıl amaçları konusundaki açıklamaları için, bkz. Feyzullah Hocayev, Izbrannye trudy Vol. II (Tashkent: Fan, 1970), s. 163-164.

[37] Desyatin eski Rusya’da 1.09 hektar arsaya eşitti.

[38] Hocayev, Vol. II, p. 429.

[39] Fakat, bu başarı abartılmamalıdır. Bu örgüte giren askerlerin yaklaşık üçte biri ilk yıl sonunda firar etmiştir. Bkz. Hocayev, Vol. 2, s. 443.

[40] James Critchlow’un, Özbek yazar Abdülkahhar İbrahimov’un Özbekistan’ın isminin Türkistan olarak değiştirilmesi önerisine ilişkin değerlendirmesine bkz.: Muhtemelen İbrahimov’un amacı Orta Asya’nın tarihi mirasına sahip çıkmaktır. Aynı zamanda Orta Asya’nın siyasi geleceğine sahip çıkma gayreti olarak da değerlendirilebilir. James Critchlow, "Will Soviet Central Asia Become a Greater Uzbekistan?” Report on the USSR, Vol. 2, No. 37 (14 Eylül 1990), s. 17-19.