Günlük arşivler: 22 Ağustos 2015

MİT DOSYASI : Bu da oldu ! Sahte MİT ajanı !

Çakma MİT’ci tutuklandı

Ülkemizde Türkiye’den temin ettiği sahte MİT kimliği ile başkasının kimliğine bürünerek dolandırmaya çalışan zanlı Dikmen Kanatlı tutuklanarak dün mahkeme huzuruna çıkarıldı.

Mahkemede mesele ile ilgili olarak şahadet veren Polis memuru Mehmet Salih Yavuz olayla ilgili bulguları aktardı. Yavuz, zanlının sahte resmi evrak düzenleme, tedavüle sürme ve başkasının kimliğine bürünme suçlarından methaldar olduğunu söyledi. Polis, zanlının Türkiye’de 2014 yılında Ahmet Osman Çevikoğlu adına düzenlenmiş olduğu Milli İstihbarat Teşkilatı’na ait sahte kimliği önceki gün bir işyerine ibraz ettiğini ve şikâyet üzerine tutuklandığını söyledi. Polis, zanlının ilk etapta MİT çalışanı olduğunu ancak daha sonra gönüllü ifade verdiğini ve 6 kişi ile birlikte KKTC’ye geldiğini itiraf ettiğini açıkladı. Mesele ile ilgili olarak başlatılan soruşturmanın devam ettiğini söyleyen Polis, zanlının bir gün süre ile poliste tutuklu kalmasını talep etti.

Yargıç Meltem Dündar huzurunda verilen şahadeti değerlendirerek zanlının ilk etapta 1 gün süre ile poliste tutuklu kalmasına emir verdi.

HİNDİSTAN DOSYASI /// Hindistan için en büyük tehdit IŞİD değil; Servislerarası İstihbarat

Hindistan’ın ve Pakistan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanları 23 – 24 Ağustos’ta New Delhi’de bir toplantı gerçekleştirecekler. Sonuçlar tahminleri karşılamazsa, beklentiler azalabilir. Yine de, medya çılgınlığı, televizyonda durmaksızın verilen haberler ve Twitter’da yazılanlar öngörüleri belirliyor.

Ulusal Güvenlik Danışmanları’nın yapacağı görüşmeler, iki Başbakan’ın Rusya’nın bir şehri olan Ufa’da yakın bir zamanda gerçekleştirdikleri görüşmeler sırasında duyuruldu. Hindistan ve Pakistan’daki hükümetler yakında gerçekleşecek olan toplantıya dair direktifi farklı şekilde yorumladı. Pakistanlılar, özellikle de Başbakan Navaz Şerif takımı, farklı isimler tarafından yapılacak muhtelif diyalogların sürdürülmesini ima etti ve er ya da geç “askıdaki tüm konular”ın tartışılabileceğini söyledi. Bu, içeriden gelecek eleştirilerden uzak kalmak için söylenmişti ve Keşmir’in ihtilafından hiç bahsedilmedi.

Hint tarafı ise alaycı bir şekilde, Pakistan Hükümeti’nin brifingini reddetmemeye karar verdi. Resmi şekilde olmasa da bu “Navaz’yı oyunda tutalım” demek anlamına geliyor. Böylelikle Ordu karşısında sivil rejimi güçlendirebilecekler. Delhi’nin geçmişteki birçok Başbakan’ı ve Hükümet’i, Hindistan’ın Ravalpindi’deki ordu komutanlarına karşı İslamabad’da kurulacak bir sivil yönetim için destek verme kapasitesine sahip olan oyunlarından çok çekti.

Yine de, sınırda başka bir savaşı tetikleyecek olan bu hayaller Pakistan Ordu’su tarafından yakın zamanda yıkılacak gibi görünüyor. Bu Delhi’deki karışıklıkları azaltacak ve Hindistan’ın Ulusal Güvenlik Danışmanları’nın konuşmalarının terörü azaltacağına ve Hindistan halkını şiddet eylemlerine neden olan dini radikalizmden uzaklaştıracağına dair fikirlerinin tekrar ortaya çıkmasına neden olacak.

Buna karşın, son birkaç gündür, çeşitli yerlerden anlamı belirsiz olan mesajlar geliyor. Anlaşılması güç bir düşünce yayılmaya başlıyor. Köktenci İslamcılar Hint Yarımadası’na IŞİD yoluyla meydan okuyor. İslam Devleti’nin Afganistan’ı, Pakistan’ı ve Hindistan’ı tehdit ettiği söyleniyor ve böyle olunca bu ülkeler, Suriye ve Irak’ta kargaşa yayan milis güçlerinin eşit hedefleri haline geliyor.

Garip bir şekilde birçok kişi bu fikri benimsiyor. Bunların arasında, birkaç yıl önce Hindistan topraklarını tehdit eden el-Kaide’yi öne sürerek, İslam Devleti’yle mücadeleyi savunan Milli İstihbarat Teşkilatı da var.

İslam Devleti’nin saklandığı yerlerde bazı belgeler bulundu ve muhtemelen bu belgeler İslam Devleti’nin acımasız planlarına dair senaryoları gösteriyor. Her birkaç yılda bir olduğu gibi bir kez daha, kıyamet savaşına dair vahiyci görüşler, yüzyıllardır devam eden “Horasan Kehaneti” ve Hindistan’a yönelik bir saldırı konuları konuşulmaya başladı.

Bu yüzyılın başlarında El Kaide Hindistan’ı yok etmeyi ve İslamlaştırmayı planlıyordu. Bugün ise İslam Devleti Hindistan’ı yok etmeyi ve İslamlaştırmayı planlıyor. Eski teorilerin yeniden ortaya çıkmasının, istihbarat teşkilatı rapor yazarları ve gazetelerdeki köşe yazarlarını meşgul etmek için gerekli olduğu
düşünülebilir.

Diplomatik kaynakların yakın zamanda Hindistan’a gelecek bir İslam Devleti tehdidi olmadığını gösteriyor diyebiliriz. Aslında Afganistan’daki İslam Devleti’ne yönelik iyiye doğru giden referanslar bile abartılı görülüyor. Üst düzey bir yetkili – Taliban fraksiyonlarına karşı gelen ve kaçan bu yazarın muhtemelen Afganistan’da İslam Devleti damgası yediğini söylüyor. Keşmir vadisinde İslam Devleti bayrakları, özellikle televizyon kameralarına yönelik olarak, kendilerini sergiliyorlardı. Muhtemelen İslam Devleti’nin Hindistan’da diğer ölüm savaşçılarından çok daha fazla Twitter hesabı vardı.

İslam Devleti’ni küçümsemeye veya İslam Devleti’nin Hindistan’ı yenilgiye uğratmak istemediğini söylemeye çalışmıyorum. Fakat hayaller ve gerçekler birbirinden farklı. Şimdilik İslam Devleti büyük ölçüde Arap merkezli olan hareketini sürdürüyor. İlgisini Afganistan ve Hint alt-kıtasına çevirmeden önce – Irak’ın güneyindeki Şii bölgesini ve İran’daki Şii çoğunluğu mağlup etmesi gerekiyor. Ayrıca Suudi Arabistan’da ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde de toprak ele geçirmeli ve bölgeyi etkisi altına almalı. Delhi’ye daha çok var.

Peki bu İslam Devleti fobisi ve İslam Devleti’nden gelecek bir saldırı kaygısı nereden geliyor? Bu hikayenin üstünde en çok Pakistanlılar duruyor gibi görünüyor. Servislerarası İstihbarat ve Pakistan ordusunun dikkati Taliban’dan başka yöne çevirmek için İslam Devleti’nin mevcudiyetinden memnun oldukları söylenebilir. Pakistan Hükümet kaynaklarında İslam Devleti’ne karşı bir Hindistan-Pakistan ortak cephesi kurulması fikri de ortaya çıkmış durumda. Bazı Pakistanlı analistler, bahsi geçen “Hint”in bölünmemiş Hindistan’a işaret ettiğini ileri sürerek, Hint alt kıtasına yönelik eski kehanetin Pakistan’ı da içerdiğini söylüyor.

İslam Devleti Hindistan’ın ahbabı değil. Fakat ortada ondan daha acil bir tehlike var. Servislerarası İstihbarat’ın yol açacağı gelecek ve Pakistan’daki terörist grupları. Ve Afganistan’da yeniden kurulabilmek için Taliban tarafından yapılacak Ravalpindi/İslamabad destekli girişimler.

Narenda Modi Orta Asya’ya yaptığı ziyaretler sırasında komşularından birkaçı ile Afganistan’daki koşulları tartıştı. Hint delegasyonunun aldığı bir geri bildirimde Taliban’ın 1990’ların sonlarına kıyasla daha geniş bir egemenlik alanı elde etmeye hazırlandığını söyledi. Daha sonra, grubu tekrar oluşturabilmek için, Afganistan’ın kuzeyindeki Tacikistan ve Özbekistan sınırları Taliban’ın Peştun olmayan rakipleri için serbest hale geldi. Bu sefer Hindistan Başbakan’ına, Taliban’ın işe kuzey Afganistan’ı güçlendirerek başlayacağı söylendi.

Açık bir şekilde bunların hepsi Pakistan’daki askeri kuruluşların yardımları ile yapılmış bir komplodur. İslam Devleti kesinlikle büyük bir unsur değildir. Hint izleyicilerin ilgisini yönlendirmek için abartılmıştır. Hükümet 23-24 Ağustos’ta yapılacak görüşmelerde bu gerçeği göz önüne almalıdır.

(Yazar Delhi’de, Observer Research Foundation (Gözlemci Araştırma Kurumu)’nda çalışmaktadır.)

Dünya Bülteni için Çeviren: Cansu Gürkan

BND DOSYASI : Alman BND ajanına vatana ihanet davası

Alman istihbaratı BND eski ajanlarından biri hakkında, Amerikan ve Rus istihbaratlarına bilgi sızdırdığı için vatana ihanetten dava açıldı.

Alman Federal Başsavcılığı, eski bir BND ajanı hakkında vatana ihanet suçu işlediği gerekçesiyle dava açtı. Markus R. isimli Alman ajan uzun bir süre, Amerikan istihbarat örgütü CIA için çalışmış. Rus istihbaratıyla bağlantıya girdikten kısa bir süre sonra yakalandığı bildirildi.

Federal Başsavcılık tarafından yapılan açıklamada, 32 yaşındaki Markus R.’in çalıştığı BND’nin sırlarını dışarıya vermek ve rüşvet almakla suçlandığı ve 11 Ağustos’ta hakkında dava açıldığı belirtildi.

Geçen yıl Almanya’da faaliyet gösteren bir CIA casusunun ortaya çıkması üzerine gösterilen tepkiler sonucu, ABD’nin en yüksek düzeydeki istihbarat yetkilisi Almanya’yı terketmek zorunda kalmıştı. Daha önce de Amerikan istihbarat örgütü NSA’nın, federal hükümeti ve Federal Başbakan Angela Merkel’i dinlediğinin ortaya çıkması, iki ülke arasında gerginliğe yolaçmıştı. Şimdi yakalanan Alman ajanın 2007’den beri BND’de çalıştığı ve 2008’den beri de Amerikan istihbaratı CIA’ya bilgi sızdırdığı kaydedildi.

BND’nin dış ülkelerle ilişkiler bölümünde çalışan Markus R.’in görevi posta koordinesi ve gizli belgelerin tescil edilmesiydi. Burada eline geçen belgeleri ve kurumun içişlerini ilgilendiren gizli bilgileri CIA’ya satmış. Federal Başsavcılık bu suretle Markus R.’in Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dışardaki güvenliğini tehlikeye soktuğunu belirtti.

BND ajanı Markus R.’in CIA’ya verdiği bilgiler karşılığında en az 95 bin Avro aldığı bildirildi. Ayrıca 2014 yılı ortasında Rusya’nın Münih Başkonsolosluğuna giden Alman ajan, BND ile ilgili bazı gizli belgeleri Rus istihbaratına vermiş. Geçen yıl Temmuz ayında yakalanan eski ajanın hapisteki tutukluluk hali devam ediyor.

Alman kanunlarına göre eski BND ajanına vatana ihanet suçundan en az bir yıl hapis cezası verilmesi bekleniyor. Fakat işlenen suçun ağır olması halinde bu ceza 5 yıldan ömür boyu hapse kadar çıkarılabiliyor.

PKK DOSYASI : PKK’lıdan itiraf

Berman adlı PKK’lı Wall Street Journal gazetesine, “Devletin barış görüşmelerini bırakacağını biliyorduk. Bu sürede büyüdük ve organize olduk” dedi…

Hürriyet Gazetesi’nin haberine göre; Siirt’in Şirvan ile Pervari ilçeleri arasındaki karayolunda devriye görevi yapan askeri araç yol alırken, PKK’lıların yola kurulmuş bombalı tuzağı uzaktan kumanda ile patlatması sonucu 8 askerin hayatını kaybetmesi, bu tuzaklarla ilgili önceden neden istihbarat alınmadığı ve ya farkedilmediği sorusunu gündeme getirdi. İstihbarat kaynakları, bu tuzakların birkaç gün önceden kurulmadığına dikkat çektiler. Tuzakların çatışmasızlık döneminden kalma olduğunu ve bunların “uyuyan bombalar” olarak tanımlandığını ifade eden istihbarat kaynakları şunları söylediler:

GÜVENLİK GEVŞETİLDİ

“Çözüm süreci boyunca bölgede çatışmasızlık ortamı vardı. Süreç boyunca bölgede güvenlik önlemlerinin gevşetildiği bir gerçek. Bu sırada PKK’lılar ellerindeki patlayıcıların bir bölümünü barınak ve mağaralarda sakladı, bir bölümünü de Siirt’teki gibi yolların, köprülerin, tünellerin kritik noktalarındaki gizli bölümlere yerleştirdi. Kullanılan patlayıcıların miktarı tuzaklamanın yapıldığı yerin durumuna göre 700 ile 1000 kiloya kadar çıkabiliyor. Bu bombalar yerleştirildikten sonra kabloların uçları görülemez şekilde dışarıda bırakılıyor. Yollar birçok kez asfaltlandığı için de bunları tespit etmek çok zor.

YERLERİNİ BİLİYORLAR

Biz bunlara ‘uyuyan bombalar’ diyoruz. Örgüt üyeleri tuzak kurdukları yerleri bildikleri için kabloları birleştirip fünyeyi takıp, uzaktan kumandayla patlatıyorlar. Yollarda trafik olduğu için de sürekli dedektörle arama yapılamıyor. Bu tür tuzakların başka yerlerde de olduğunu tahmin ediyoruz. Buna göre istihbarat çalışmalarımızı yoğunlaştırıp, gereken önlemleri almaya çalışıyoruz.”

ÇOK DERİNE GÖMÜYORLAR

PKK’nın özellikle yolların altına tuzakladığı bombaların bulunamamasının nedeni, bu tuzakları TSK’nın elindeki dedektörlerin tespit etme özelliğinden çok daha derine gömmesi ve üzerlerini plastik veya tahtalarla kaplaması. Çok gelişmiş dedektörlerin dışındaki standart dedektörlerle 15-20 santimetre derinlikteki patlayıcıların tespiti yapılabiliyor. PKK ise tuzaklarını 40-50 santimetre derine gömüyor. Üzeri de plastik ve tahtalarla kaplandığı için tespit edilmesi çok zor oluyor. Örgüt bombalarda çoğunlukla Irak’tan temin ettiği A 4 ve C 4 patlayıcıları kullanıyor. Bunları ele geçirdiği eski mühimmatlarla da güçlendiriyor. Patlatmayı çoğunlukla uzaktan kumanda ile cep telefonu ve telsizlerle yapıyor. PKK, mayınları da A 4 ve C 4’lerle daha da güçlendirebiliyor.

1 – 2 KM. UZAKTAN

PKK el yapımıyla 300’den fazla değişik tipte patlayıcı üreten bir örgüt. Tuzakladığı bomba ve mayınları 1-2 kilometre mesafeden uzaktan kumanda ile patlatıyor. Güvenlik birimleri bunun önlenebilmesi için "terör" tehdidinin olduğu bölgelerde tüm askeri araçların güçlü sinyal kırıcı jammerlerle donatılmasının şart olduğunu söylediler. Jammerler şemsiye görevi yapıp fünyeye gönderilen sinyali önlüyor. ABD’nin kullandığı toprağın altında veya herhangi bir yere konulmuş bomba ve mayını 100-150 metreden tespit edip uyaran sistemler de mevcut. Ancak bu sistemlerin oldukça pahalı olduğu bildirildi.

‘Görüşmeler sürerken büyüdük ve organize olduk’

ABD’nin Wall Street Journal gazetesi, “Türkiye’nin Kürtlerin çoğunluk olduğu Güneydoğusu’nda kent savaşı kızışıyor” başlıklı bir haber yaptı. Haberde adı açıklanmayan bir Türk yetkili, PKK’yı sivilleri canlı kalkan yapmakla suçlarken, “PKK savaşı kasten şehirlere taşıdı. Sokak çatışmaları eşi görülmemiş boyutta” dedi. 22 yaşındaki Berman adlı bir kadın PKK’lı ise “Sayımız çok. Şu anda Türkiye’nin her kentindeyiz” dedi. 10 kişilik bir PKK grubunun başında olan Berman, İstanbul’da okuduğu üniversiteyi geçen yıl bırakarak PKK’nın gençlik yapılanması YDG-H’ye katıldığını anlattı. Berman, “Devletin barış görüşmelerini bırakacağını biliyorduk. Bu nedenle geçen sürede büyüdük ve organize olduk” dedi.

PKK DOSYASI : PKK Neden Ateşkes İstiyor ?

Terörle mücadelede son dönemde yapılan operasyonlar kalleş terör örgütü PKK’nın belini kırdı. İstihbarat raporlarına göre sonunu gören örgüt toparlanmak için ateşkes istiyor.

Terörle mücadelede son dönemde yapılan operasyonlar kalleş terör örgütü PKK’nın belini kırdı. İstihbarat raporlarına göre sonunu gören örgüt toparlanmak için ateşkes istiyor.

Terörle mücadele alanında son dönemde yapılan havadan ve karadan operasyonlar, hain saldırılarla askerlerimizi şehit eden PKK’nın belini kırdı. İstihbarat raporlarına göre sonunu gören örgüt toparlanmak için ateşkes istiyor.

ATEŞKES ARAYIŞINDA

Operasyonlarda 440 terörist öldürüldü, 417 terör örgütü üyesi tutuklandı, PKK’nın para kaynakları kesildi.

İstihbarat raporlarına göre, devletin terörle mücadele konusunda attığı adımların sonlarını getireceğini anlayan PKK, Türkiye, ABD ve AB’de destek gördüğü bazı kesimler aracılığıyla ateşkes arayışına başladı.

ÜZERLERİNE GİDİLECEK

Ancak istihbarat birimleri PKK’nın ateşkes amacının sadece zaman kazanmak ve toparlanmak olduğunu saldırıların arkasının geleceğini belirtti. Raporlarda mücadelenin sonuna kadar devam etmesi gerektiği ifade edildi.

İstihbarat raporlarında ayrıca sözde özerklik ilan edilen 12 bölge tespit edilerek buraların üzerine kararlılıkla gidilmesi gerektiği vurgulandı.

ZAMAN KAZANMAK İSTİYORLAR

Sözde bir ateşkese karşı da uyarılarda bulunan ve bunun bir manevra olduğuna dikkat çeken istihbarat birimlerine göre, bu kritik dönemde yapılacak bir ateşkes, terör örgütünün daha da güçlenmesine ve psikolojik üstünlük kazanmasına sebebiyet verecek.

Bu durumda kendini toparlayacak örgüt, çok daha güçlü saldırılarda bulunma imkanına kavuşacak. Bu nedenle operasyonlara ara verilmemesi kamu güvenliği açısından hayati önem taşıyor.

ALMAN ERGENEKONU DAVASI : Almanya’da iddianame kabul edildi

Erdoğan’ın eski danışmanı, casusluktan yargılanacak

Almanya’da aralık ayında ajanlık iddiasıyla gözaltına alınan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın eski danışmanı Muhammed Taha Gergerlioğlu ve iki Türk hakkında hazırlanan iddianame kabul edildi.

Koblenz Yüksek Eyalet Mahkemesi, söz konusu kişiler hakkında ‘yeterli suç şüphesi’ olduğu kanaatiyle dava açılmasına karar verdi. İlk duruşma 9 Eylül 2015 tarihinde yapılacak.

Almanya’da aralık ayında ajanlık iddiasıyla gözaltına alınan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın eski danışmanı Muhammed Taha Gergerlioğlu ve diğer iki Türk hakkında hazırlanan iddianame kabul edildi. Koblenz Yüksek Eyalet Mahkemesi, söz konusu kişiler hakkında ‘yeterli suç şüphesi’ olduğu kanaatiyle dava açılmasına karar verdi. Davanın ilk duruşması 9 Eylül’de Koblenz şehrinde yapılacak. Dosyada Gergerlioğlu ile 59 yaşındaki Türk vatandaşı Ahmet Duran Y. ve 34 yaşındaki Türk kökenli Alman vatandaşı Göksel G.’nin adı geçiyor. 17 Aralık 2014 tarihinde gözaltına alınan Gergerlioğlu halen cezaevinde bulunuyor. Muhammed Taha Gergerlioğlu, Başbakanlık Sosyometri Danışmanlığı, TMSF Denetim Kurulu üyeliği, Halk Bankası İcra Kurulu üyeliği de yapmış bir isim.

Koblenz Yüksek Eyalet Mahkemesi, ‘Bir finans danışmanına ve iki kişiye açılan dava’ başlığıyla dün yaptığı açıklamada iddianamenin içeriğine dair bilgiler paylaştı. Buna göre Gergerlioğlu, birçok gayri resmi gizli servis çalışanı ve diğer iki sanığı yönlendirdi, idare etti, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) için casusluk faaliyeti gerçekleştirdi. Gergerlioğlu’nun talimatıyla Ahmet Duran Y. ve Göksel G., Şubat 2013’ten yakalandıkları Aralık 2014’e kadar Almanya’da yaşayan Erdoğan muhalifleri hakkında bilgi topladı. Bu kişiler, özellikle Almanya’daki Kürtlerin protesto gösterilerini izledi ve eylemler hakkında Gergerlioğlu’na bilgi verdi. Gergerlioğlu da bu bilgileri “karanlık kişiler” üzerinden Türk istihbaratına ulaştırdı. Mahkemenin açıklamasında dava sürecince 25 oturum gerçekleştirileceği ve davanın 23 Aralık 2015 tarihine kadar devam edeceği bildirildi.

Alman Focus dergisi, iddianameye dayanarak geçtiğimiz ay verdiği haberinde Alman istihbaratının uzun süre Gergerlioğlu ve ekibinin telefon görüşmelerini dinlediğini iddia etmişti. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise iddianamede adı geçen kişilerin Milli İstihbarat Teşkilatı ya da Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ile bir bağı olmadığını söylemişti.

GÜVENLİK DOSYASI : Egemenlik, Güvenlik, Devlet ve Dördüncü Boyut

Süleyman ŞENSOY
TASAM Başkanı / Chairman

Terör operasyonları devam ediyor ve genel bir değerlendirmeyle başlamak istiyorum. Suruç’ta yaşanan terör saldırısından sonra başlayan operasyonların gidişatını, gelinen noktayı nasıl değerlendirmek lazım?

Devlet, zihinsel eşikleri yeniden inşa ediyor diye yorumluyorum. Bazı zihinsel eşikler çok hızlı ve Türkiye’nin aleyhine olacak şekilde aşılmıştı. Bu hem DAİŞ için hem PKK için geçerli. Bu zihinsel eşiklerin ne kadar başarılı olacağını da önümüzdeki günler gösterecek. Suriye’nin kuzeyindeki Kürt kuşağı için Hatay’a kadar olan kısımda PYD’nin kontrolünde olmayan sadece 110 kilometrelik bir bölge kaldı ve burayı büyük ölçüde DAİŞ kontrol ediyor. Türkiye Batı’dan DAİŞ’i bombalayarak o boşluğu ÖSO’nun onun doldurmasını istiyor. Koalisyon güçleri de daha çok Doğu’dan bombalayarak PYD’nin ilerlemesini istiyor. Orta bir yerde veya farklı bir alanda ÖSO ile PYD’nin karşılaşması belki çatışması da kaçınılmaz hâle gelecek. Bu müdahalenin sonucunda başarılı olunabilirse DAİŞ’in boşaltacağı alanları kimin dolduracağı, belirleyici olacak. Eğer PYD’nin dolduracağı şekilde neticelenirse, Türkiye için operasyon öncesinden daha kötü bir nokta bizim için söz konusu olur. PKK boyutunda değerlendirdiğimizde de gerçekten Çözüm Süreci ile sağlanan, öncesinde ve sonrasında sağlanan büyük haklara, imkanlara ve Cumhuriyet tarihinde görülmemiş kolaylıklara ve hoşgörüye rağmen terör örgütünün silah bırakmaması ve ayrıca şehir yapılanmalarına da gidilecek şekilde bir kapasite inşa etmesi Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından çok riskliydi. Bu anlamda ona da müdahale edilmesini çok önemli buluyorum. Yerinde bir devlet refleksi ve zamanında… Biraz geç kalmış da olsa bir devlet refleksi üretmeye başladığımızı düşünüyorum. Ama bu kez de sürecin derinleşip derinleşmeyeceği hem DAİŞ kanalıyla hem PKK kanalıyla yurtiçinde olası güvenlik sorunlarının nereye kadar taşınabileceği belirleyici olacak. Bu anlamda bir süre sonra tansiyon düşüp yeni zihinsel eşikler üzerinden müzakereler konuşmalar başlayacaktır diye düşünüyorum. İkinci ihtimal biraz daha riskli. Siyah ya da beyaz yaklaşımı ile devam ettirilirse bu kaosun daha de derinleşme ihtimali var. Ayrıca; Türkiye hem Batılı hem Doğulu hem bölgesel liderlerle de ciddi bir istişare süreci yönetiyor. NATO nezdinde, Birleşmiş Milletler nezdinde… Bunu da başarılı buluyorum. Hassas ve önemli günlerden geçiyoruz, önümüzdeki günler biraz daha fotoğrafı netleştirecek ama temel riskleri , avantajları ve dezavantajları özetlemeye çalıştım.

Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarını nasıl okumak lazım? “Üç ayaklı saldırıların hedefi Türkiye Cumhuriyeti’dir, üç değil otuz üç terör örgütüyle de mücadele etmeye kudretimiz yeter.” dedi…

Devletin kararlılığını göstermek açısından siyasi kişilik olarak, iktidar partisinin genel başkanı olarak ve Türkiye’nin başbakanı olarak doğru mesajlar. Ama gelinen noktada özellikle PKK ile yurtiçinde ve yurtdışında yürütülen mücadelenin belli kodları var. Bu durum, yakın bir zamana kadar büyük ölçüde güvenlik sorunuydu; fakat belli süreçlerden sonra yüzde yüz olmasa da bir egemenlik sorununa dönüştü. Bu anlamda herkesin durması gerektiği yeri hatırlatmak açısından bu sürecin önemli olduğunu düşünüyorum. Bunlar zaten kökeni ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan hepimizin kardeşliği üzerinden ve hepimizin güvenliği üzerinden yürütülmesi gereken çalışmalar ki Devlet de bunu böyle yapmaya çalışıyor; ama bunun bir egemenlik sorununa dönüşmesine izin vererek zaman içerisinde farklı daha büyük risklerle yüzleşmektense şu anda bu egemenlik sorununa dönüşebilecek süreci tekrar güvenlik sorununa dönüştürmek kanaatimce 90’lara dönmek değildir.

O günkü Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında ve alınan mesafeler arasında hem toplumsal hem sosyolojik hem ekonomik olarak çok büyük farklılıklar var. Olayın bir diğer boyutu da dışarıdaki uluslararası güçlerin ve dünyadaki küresel rekabetin, dengelerin bu konuda bize neyi emrettiği ya da neyi dayatmaya çalıştığıdır. Bu anlamda ciddi handikaplarımız ve büyük risklerimiz olduğu kanaatindeyim. İran’ın uluslararası sisteme geri dönüşünün milat kabul ederek, bu durumu tekrar irdelemek gerektiği kanaatindeyim. İçerdeki kararlı duruş çok önemli; ama uluslararası desteğin samimi olması gerekiyor. Bölge’de herkes kendi deklare ettiği politikanın tam tersini uyguluyor, bütün Bölge ülkeleri ve Bölge dışı ülkeler… Dolayısıyla böyle çok bilinmeyenli bir denklem içerisinde politika ve güvenlik üretmek çok zor. Uluslararası sürecin, beklentilerinin ya da yönlendirmelerinin ne olduğuna içerdeki sorunlardan daha fazla odaklanılması gerekiyor. Çünkü içerideki konular biraz sopa mahiyetinde; o sopayı kimin salladığına ya da hangi politikalarla ortaya çıktığına bakmak gerekiyor ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üzerinden çok kapsayıcı ve kucaklayıcı bir üslup içerisinde bu süreci hep birlikte yönetmemiz ve destek olmamız gerekiyor. Tek sorun güvenlik ve terör, onun dışında hiçbir sorun yok. Yani; çözülmesi gereken tek sorunumuz bu.

Aslında Suriye mini bir Orta Doğu aslında, birçok mezhebi barındıran bir yer sonuçta; ama baktığımızda DAİŞ yarısını ele geçirdi ki belki bu topraklar artık daha da fazla. Bir yandan halkın birçoğunun ülkeyi terk ettiğini biliyoruz. Mülteci kamplarına, Türkiye’ye sığınanlar da başka bir mesele. Bir Suriye kalır mı?

Yekvücut bir Suriye’nin kalabilirliği pek mümkün değil artık. Irak’ta da böyle oldu zaten. Şu anda bir aradaymış gibi gözüküyor ama fiilen aslında yönetilemez durumda. Kuzey fiilen bağımsızlığını ilan etmemiş olsa da bağımsız bir devlet gibi hareket ediyor. Suriye’nin de yekvücut bir ülke olarak kalması mümkün gözükmüyor. Bu süreç başladığında Kuzey’deki bölgeyi Esed yönetiminin gözden çıkardığını hatta bunun Batı’yla ilişki kurabilmek için opsiyon olarak da kullanılabileceğini söylemiştim. Yani tek parça bir Suriye mümkün değil. Hatta birçok ülke belki tek parça kalmayacak; bu da komplo teorisi değil. Sykes-Picot’tan sonra Bölge aslında yeniden dizayn ediliyor. Bunu bütün entelektüeller, Arap entelektüeller dâhil olmak üzere çok derinlemesine tartışıyorlar. Daha bir yukarıdan bakarsanız bu Doğu’daki yeni güçlerle Batı’daki geleneksel güçlerin önümüzdeki yüzyıl için dünyayı paylaşma şekillendirme kavgası olarak gözüküyor. Biz Bölge’deki stratejik konumumuzla, birikimimizle bu süreçte küresel fotoğrafı okuyamamaktan kaynaklanan iyi niyetli de olsa ciddi hatalar yaptık. Gelinen noktada ulusal güvenliğimizi sağlamak, millî birlik ve bütünlüğümüzü sağlamak noktasında hatalarımızı telafi etmemiz ve hep birlikte bu sürece omuz vermemiz gerekir diye düşünüyorum.

“Orta Doğu’da yeni bir harita dizayn ediliyor” dediniz. O haritada Türkiye’nin rolü nedir?

Türkiye’nin de tek parça kalması lazım ama haritanın Türkiye’yi tek parça olarak öngördüğünü düşünmüyorum. Fakat bu öngörüler biliyorsunuz tarihte defalarca yapılmış, tutmamıştır. Komplo teorileri üzerinden de hayat yaşanamaz, politika geliştirilemez. Bu anlamda bizim hem millet anlamında hem devlet anlamında geliştireceğimiz millî refleksler önemli, süreci yönetmek açısından. Türkiye’nin de tek parça ve güçlü olarak bu türbülanstan çıkması lazım. Bu türbülansa çok ciddi riskler alarak girdik ama Türkiye bu riskleri de alt yapısı, demokrasisi, geçmişi itibariyle atlatabilecek güce sahip.

ABD’nin stratejisine de bakmak gerekiyor. Biraz olsun dışardan bakıldığında aslında Türkiye önderliğinde bir DAİŞ stratejisi sanki belirleniyor, öyle değil mi?

Arap entelijansiyasında son bir iki yıldır çokça konuşulan ve gündeme gelen bir şey var. Bu biraz da Arap ülkeleriyle Türkiye’nin ilişkilerinin belli ölçüde yıpranmasından sonra ortaya çıktı. Mesela yakın tarihte Beyrut’ta yapılan oldukça üst seviye hem sivillerin hem resmî sıfatlı kişilerin katıldığı entelektüel bir toplantının sonuç deklarasyonuna “Bölge’deki Sykes-Picot süreci bozulacaksa Türkiye ve İran’dan toprak alan bir Kürt Devleti kurulmalıdır. Bu Türkiye ve İran’ı zayıflatacağı için bizim üzerimizde dominant bir etki kurmasını da engeller.” gibi bir ifade eklenmeye çalışıldıysa da bizi temsil eden katılımcı tarafından müzakerelerde engellendi. Sonuç deklarasyonuna girecekti, bağlayıcılığı yok, sivil bir toplantı ama biz bunu nezaket ve sivil diplomasi kuralları içerisinde engelledik. Bu tür görüşler de özellikle Arap entelijansiyasında hızla yayılıyor. Bu anlamda sadece resmî-sivil diplomasi kanalları açısından değil, sivil diplomasi kanalları açısından da bazı şeyleri konuşup tartışmaya, gündemi takip etmeye ve Türkiye’nin, tezlerini anlatmaya ihtiyacı var. İçerdeki PKK kaynaklı teröre sebebiyet veren endişeleri ve gerekçeleri ortadan kaldırmanın yolu bunu Avrupa Birliği müzakere süreci içerisinde Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı üzerinden tartışmanın doğru olacağını düşünüyorum. Orada AB içerisinde başarılı olmuş, evrensel bir deneme var. Bu belli bir uzunlukta ve olgunlukta neticeye ulaşıncaya kadar tartışılabilir, müzakere edilebilir. Böyle bir çerçevede bu tartışmaları bundan sonra tansiyon düşerse sürdürmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.

Yabancı savaşçılar aslında DAİŞ’le mücadele boyutunda çok önemli bir nokta. DAİŞ’in % 60’ını yabancı savaşçılar oluşturuyor ve Iraklılar da %40’ını oluşturuyor. Bugüne kadar alınan önlemler bir fayda sağladı mı, ayrıca Birleşmiş Milletler zirvesinden çıkacak önlemler sizce sağlar mı?

Çok boyutlu bir dünyada yaşıyoruz. Birçok boyut bir arada yönetiliyor. Her makamda bir perde var tabir-i caizse. Hangi kattan baktığınıza göre fotoğrafın şekli değişiyor. Dolayısıyla bazen bu örgütleri kaldıraç olarak kullanan merkezlerle, bunlarla mücadele eden merkezler aynı yerler olabiliyor. Sadece ilgilenen kurumlar farklı oluyor. Dolayısıyla tek bir fotoğraf üzerinden değil de biraz kafa karışıklığı içinde bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Yabancı savaşçılar konusu Batı açısından “mümkünse gitmesinler, gitmişlerse de geri gelmesinler” şekinde değerlendirilir temel konsept olarak. Ama bu tür önlemler dünyadaki güvenlik sistemlerinin de tek tipleşmesini sağlayacak zaman içerisinde. Bunun için bir kaldıraç olduğu da ileride iddia edilebilir. Ama dünyanın bu konuda inisiyatif üretmesinin, Birleşmiş Milletler çatısı altında ya da farklı meşruiyeti olan çatılar altında konsept üretmesinin ve İçişleri Bakanlıklarının birlikte çalışmasının da dünya için bir zararı olmadığını düşünüyorum. Bu, sorunu çözer mi? Eğer gerçekten isteniyorsa çözer, ama ben gerçekten istendiği kanaatinde değilim. Bu bir kontrollü bunalım ve şimdi yüzyılın başında olduğu gibi yine bölgemizde, Orta Doğu’da, bizde başladı. Bu önemli bir deneme. Ortaya çıkacak sonuçlar zaman içerisinde farklı birçok jeopolitik, jeostratejik rekabet olan bölgelerde görülebilir. Teşebbüsler yerinde ama çok büyük bir şey getireceği kanaatinde değilim.

Kanada’da bir başka toplantı gündemde. Koalisyon ülkeleri de bir toplantı hazırlığında.

Bu rutin olarak devam eden bir toplantı bildiğim kadarıyla. Ülkeler arasında belli düzeylerde istişare olması, işbirliği olmasını doğal karşılamaktan başka bir şey yok.

Uluslararası destek açısından yetersiz kaldığını mı düşünüyorsunuz?

Herkes kendi ulusal güvenliğini düşünecektir, bu normaldir, fakat mikro-milliyetçilik başta olmak üzere uluslararası sistemin kullandığı rekabet araçları söz konusu. Bu açıdan Doğu’daki ve Güney’deki ülkeler kurumsal olarak çok zayıf. İnsan kaynağının niteliği çok manipüle edilebilir; eğitim düzeyi çok düşük, radikalleşmeye uygun; fakirlik, yolsuzluk, yoksulluk. Avrupa ve Batı, Batı Avrupa ağırlıklı olarak Avrupa ve Amerika, Kanada gibi ülkeler açısından da en büyük avantaj ortalama olarak sosyolojik değerlerin, insani gelişmişliğin yüksek olması. Güvenliğin en önemli nedenlerinden birisi bu… Salt sert güce yatırım yaparak güvenlik sağlamak artık bu dünya için, önümüzdeki yıllar için biraz ahmaklık gibi şekilleniyor. İnsan kaynağı niteliği başta olmak üzere yumuşak güç odaklı bir savunma düzeni ya da saldırı düzeni oluşuyor. Güvenlik başta olmak üzere bütün alanlar aslında dünyada bir dördüncü boyuta doğru evriliyor. Üç boyutu biliyoruz bugüne kadar; fizik olarak, teknik olarak da biliyoruz, kullanıyoruz ama bir dördüncü boyuta geçiyoruz. Mesela sanayide de “dördüncü sanayi devrimi”, “dördüncü nesil makineler” gibi yeni süreçler var. Bu aslında hayatın her alanını kapsıyor. Bu dördüncü boyuta geçişe uyum sağlayabilecek ülkeler, var olacaklar. Sağlayamayan ülkeler de bu türbülanstan belki yaralı, belki birkaç parça, belki de yok olarak çıkacaklar. Bu tür dönemlerde, tarihte hem haritada hem demografide çok ciddi değişiklikler olmuş.

DAİŞ inanılmaz bir ilerleme kaydediyor. Sadece Suriye açısından bakmamak lazım; Irak ve Yemen de var. Ayrıca DAİŞ’e itaat eden birçok örgüt de söz konusu. Biat eden birçok örgüt açılımda baktığımızda küresel terör de farklı bir boyuta taşınıyor.

Küresel enerji akışında bir sorun yok DAİŞ’in olduğu bölgelerde. DAİŞ daha çok bir küresel kaldıraç olarak, şimdilik bölgesel bir kaldıraç gibi şekilleniyor. Sadece gündemde olan Birleşmiş Milletler’in ya da bir takım uluslararası örgütlerin söylediği şeyleri tartışmak aslında bizim açımızdan da biraz sürece hizmet etmek gibi oluyor. Farklı arayışlar içerisinde olmak, proaktif düşünmek, en doğruyu bulmaya çalışmak yerinde olur diye düşünüyorum. Suriye’nin kuzeyindeki DAİŞ tehdidinin ortadan kalktığını var saysak bile bu kez güneye doğru yönelecektir. Mesela Suudi Arabistan gibi ülkelere…

( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy Röportajı | 29.07.2015 | TRT Türk | Küresel Bakış Programı )

ARAŞTIRMA DOSYASI /// ARMAĞAN KULOĞLU : KAYDA DEĞER TEPKİLER

Armağan KULOĞLU

22 Ağustos 2015 Cumartesi 00:00

Uzun bir süredir çözüm sürecine ilişkin yazdığım yazılara, okurlarımdan olumlu tepkiler almaktayım. Geçen hafta yazdığım"Yeniden çözüm süreci mi? Asla!" başlıklı yazımı müteakip bir okurumdan aldığım tepkiyi, olayların içinde yaşıyor olması ve kayda değer bulmamdan dolayı aşağıda sunuyorum. Kendi isteğiyle güvenlik açısından, okurumun ve gönderdiği yazıda ismi bulunanların isimlerini bu yazıda zikretmiyorum.

Batsın böyle çözüm süreci

Merhaba Armağan Bey, yazılarınızı takip ediyorum. Diyarbakır’da yaşayan T.C. Vatandaşı bir Kürt olarak yazdıklarınıza bir katkı sunmak istedim.

Çözüm süreci PKK rahat propaganda yapsın diye getirildi. Süreç sayesinde PKK bölgenin egemen gücü oldu ve vatandaşa şunu söyledi: Devlet burada kiracıdır, buraların hâkimi biz olacağız, dağlardaki gerillamız(çeteleri) ve şehirlerdeki ydh-h üyelerimiz asker ve polis vazifesi görecekler.

Halk, artık geleceğini devletin safında olmakla değil; PKK’nın yanında yer almakta görmeye başladı. İktidar, devletin yanında duran köy korucularını dahi savunamadı. Çözüm sürecinde onlarca korucu şehit edildi.

Kürt halkı çözüm süreciyle zaten PKK’ya terk edilmiş durumda.

Çözüm süreciyle birlikte etnik ve zihinsel bölünme gerçekleşti. 30 yaş altındaki gençlerin belki de %90’dan fazlası PKK’nın ideolojik eğitiminden geçiyor ve aynı zamanda İslam’a düşman olarak yetişiyor. Bunun manevi vebali çözüm sürecinin aktörlerinedir.

PKK’lı belediyelerin Eğitim Destek Evleri beyin yıkama merkezleri gibi çalışıyor. Benim bulunduğum yerdeki belediyenin yılda 52 bin çocuğu sosyalist-ideolojik eğitimden geçirdiğini bilmiyor muydunuz? Artık bizleri nasıl bir gelecek beklediğini tahmin edin. Türkiye hızlı bir şekilde bölünme sürecine doğru gidiyor, farkında mısınız?

Sivrisinekleri öldürmekle bitiremezsiniz. Bataklığı kurutmanız lazım. PKK’lı canilerin kökünün kazılması için;

1. PKK’lı belediyelerin EĞİTİM DESTEK EVLERİ kesinlikle kapatılmalıdır. Kürt çocukların buralarda beyinleri PKK virüsüyle kirletiliyor.

2. PKK yandaşı öğretmenler, ya görevden atılmalı ya da sürgün edilmelidir.

Ben Diyarbakır’da yaşayan bir Kürt olarak tüm olup bitenleri bizzat yaşıyorum. Durumun vahametini anlayabilmeniz için buralarda bir müddet yaşamanız gerekir. Hükümete yakın medyanın şişirdiği gibi değil durum.

Çözüm süreci sayesinde PKK’nın vahşi ve daha gaddar OHAL’i başladı.

PKK, kırk yıl savaştı ancak %5-6 oy alabildi. Çözüm süreci sayesinde %13’lere ulaştı. Ben bir Kürt olarak bu şekliyle bir çözüm sürecini istemiyorum. Belki beni tuhaf karşılarsınız ancak biz OHAL döneminden daha memnun idik.

PKK militanları eskiden sadece dağlarda idi. Şu anda ise köy köy, şehir şehir dolaşıyorlar. PKK’yı eleştiremiyoruz. PKK’nın Stalinist zihniyeti hiçbir muhalif görüşe müsaade etmiyor. Buna sebep olanlara hakkımız helal değildir.

Çözüm süreciyle Kürt halkı PKK’ya tapulandı. Ben, çözüm sürecinin aktörlerinin "vatana ihanetten" yargılanmalarını istiyorum.

Ülkemiz bölünüyor. Çözüm sürecinin getirdiği yıkımı halkımıza daha göreceli bir şekilde anlatalım.

İmkanlar dahilinde Türkiye’mizin birliği ve dirliği için buralardaki PKK’lı eşkıyalara karşı dik durmaya çalışıyoruz. Aslında Kürt halkının çoğunluğu çözüm sürecine kadar da hep devletinin yanında yer aldı. Ancak çözüm süreciyle birlikte halk, geleceğini artık devletin yanında değil; PKK’nın yanında görmeye başladı. PKK, halka "devlet, benim" demeye başladı. Keşke iktidar partisi de bu cinayet şebekesine karşı dik durabilseydi. Allah’a emanet olun.

***

Bir başka not da değerli devre arkadaşımdan geldi. Onu da kayda değer bulduğum için okurlarımla paylaşmak istedim.

Savaş istemiyoruz diyenlere

Kemeraltı’nda dolaşırken kalabalığın içinde imza toplayan bir kadın yanıma geldi. "Savaşa hayır demek için bir imza da siz atın" dedi. Ben de kendisine; Türkiye kiminle savaş yapıyor önce onun adını bir koyalım dedim. O da cevaben, bakın her gün bombalar patlıyor cenazeler geliyor bunlar olmasın dedi. Ben de; Türkiye’de bir savaş yoktur. Savaş, iki devletin orduları çarpışırlarsa, karşıda muhatap alınacak bir devlet varsa yapılır. Türkiye’de savaş değil terör ve teröre karşı yapılan bir mücadele vardır. Terör başka şey, savaş başka şey. Eğer siz Türkiye’de savaş var derseniz, sözde Kürdistan’ı tanımış, onun sözde silahlı gücü olan PKK’yı TSK’ya denk tutmuş ve muhatap almış olursunuz. PKK emperyalizmin taşeronluğunu yapan eli kanlı bir terör örgütüdür. TSK ile PKK denk tutulamaz. "Savaşa hayır" diyerek kasten ya da bilmeyerek şer odaklarının açtığı psikolojik savaşa ve algı oyununa alet oluyor, ona hizmet ediyorsunuz. Gerçekten samimi iseniz topladığınız imzaların üzerindeki "savaşa hayır" sloganını "teröre hayır" olarak değiştirin, ilk imzayı ben atayım dedim. Arkasını dönüp uzaklaştı.

Tuzağa düşmeyin. Bu ülkede savaş yok, terörle mücadele var. Muhatap alınacak bir devlet ve onun ordusu yok, eli kanlı bir terör örgütü var. Devlete ve millete silah çekmiş bir terör örgütüyle ateşkes yapılmaz mücadele yapılır. Terörle mücadele eden ordumuzun ve Emniyetimizin yanındayız. Terörün kökü kazınana kadar mücadelede kararlıyız.

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ sitesinden 22.08.2015 tarihinde yazdırılmıştır.

TARİH : MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE ASKERLERİN SORUNLARI

Galip_Baysan44

MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE ASKERLERİN SORUNLARI

Milli Mücadele döneminde Türk Halkını kurtarmaya çalışan askerlerin karşılaştığı sorunlar dev boyutlardaydı. Günümüzde ülkemiz iyi yönetilmediği için yine dev sorunlarla karşı karşıya. İçerde terör ve ekonomik kriz ve yönetim kaprisleri, dışarıda her açıdan dışlanış bunların bir kısmıdır. Türkçemizde ünlü bir deyim vardır. “İnsanın karakteri yokuşta (veya zorda) belli olur” derler. Yani en üstün yönetim kademelerinde sadece bir kişinin karar vermesi, diğerlerinin kaldır parmak, indir parmakla ona katılması ile sorunlar çözülmüyor. Sorunların çözümü için akıllı ve ilmi çalışmalar esastır. Şimdi Milli Mücadele dönemine dönüp bazı gerçekleri öğrenelim.

19 Mayıs 1920 tarihinde yayınlanan bir bildirinin subayları hedef alan ve halkı direnç göstermeye davet eden sözleri şöyledir:

“Ey padişaha, dine, devlete beş yüz seneden beri bağlılığı ile dünyayı hayrette bırakmış olan gerçek Müslümanlar. Bolşevik adı altında dört yüz yıllık din ve devlet düşmanımız olan Moskoflardan çıkmış dinsel yasaya aykırı ve kanun dışı olan bir görüşe kapılan bir takım eşkıya, vatanı kurtaracağız diye Anadolu’nun siz saf ve dürüst halkını aldatarak, Padişahına, Müslümanların halifesine isyan bayrağı çekmişlerdir.”

“Ancak memleketimiz ötedenberi haydutluk ve soygunculuğa alışmış, seferberlik sürdüğü müddetçe vurgun vurarak kanunun üstünde bir üst gibi bulundukları yerlerde zorbacasına hareket ve rahat yaşamayı, eğlence ve içkiye rezaletle ulaşmış birtakım subaylar ile hapishaneden kaçmış yahut her nasılsa yakasını şimdiye kadar kanunun pençesine vermemiş olanlar vardır ki bunlar kanunu, hükümeti, padişahı tanımıyorlar. Vatanı kurtaracağız, Padişahımız tutsaktır kurtaracağız diye zorla asker ve para topluyorlar.”[1]

Anzavur ayaklanmasını bastırmak için Eskişehir’den gönderilen İkinci Piyade Alayı’nın taburları Bursa’dan geçerken, Bursa halkının kötü söz ve davranışlarına maruz kalmışlardır. Hatta onlar ölümsüz sözlerle zehirlenmişlerdir. Bahçelerde çalışan kadınlar bile askerlerin karşısına çıkarak subaylarınız sizi padişahımızın gönderdiği Anzavur Paşa’ya karşı kavgaya götürüyorlar. Padişah askerlerine karşı kurşun arttıracaklar” diyerek bir taburun daha Bursa’ya varmadan önce diğer bir taburun da Bursa’dan çıktıktan sonra dağılmasına yol açmışlardır.[2]

İç isyanlar sırasında iç ve dış durumu Llyod George’un “Satranç diplomasisi”ni geçmiş yazılarımızda incelemiştik. Orduya karşı sadece İstanbul ve halkın bir kısmı değil, azınlıklar ve hatta işgal güçleri de hakaret etmekten geri kalmıyordu. Şöyle ki:

Bizi (harp esirlerini) Malta’dan İstanbul’a getiren İngiliz vapuru 1920 yılının Ocak ayında Galata rıhtımına yanaşmıştı. Bütün esirler, bir an önce vatan toprağına ayak basmak, hürriyete kavuşmak için dışarı çıkmaya acele ediyorlardı. Bu esnada vapurun rıhtıma yanaşması ile birlikte, bir İngiliz subayının yanında vapura girmiş ve sırtında bir İngiliz elbisesi taşıyan İstanbullu genç bir Ermeni, esir arkadaşlarımızdan birisine: “Ulan neye acele ediyorsun?” diye bağırdıktan sonra suratına şiddetli bir tokat attı. Dikkat ettim, etrafındaki yüzlerce Türk esiri bu şamarı kendi suratlarında yemişler gibi irkildiler. Ben şahsen, bu şamarın, kendi yüzümden bir ateş çıkarır gibi olduğunu duydum. Eyvah biz esir kaldığımız düşman memleketinde bile böyle hakaretler görmedik. Biz bu vatanda nasıl yaşayabiliriz? diye düşündüm ve titredim… ve orada İngiliz vapuru içinde dışarı çıkmak için ayakta beklediğim zamanda, derhal Anadolu’ya geçip tekrar silaha sarılmak kararını verdim.[3]

Mütareke yapılınca İstanbul’a geldim, bize bir emir verdiler: “İşgal kuvvetlerinin herhangi bir rütbesinde bulunan bir kumandanı, bir İtilaf Devleti subayı görürseniz, hangi rütbede bulunursanız bulunun, selam vermek mecburiyetindesiniz” daha duyar duymaz insanın tüylerini diken diken eden bir emirdi bu, şaşırmıştık… Birgün Çemberlitaş’taki muhallebicide otururken genç iki İngiliz subayının bizden bir piyade binbaşısını çevirip, zorla selam verdirdiklerini gördüm. Olay bana çok tesir etti, gidip müdahale de edemedim.. Onurumun iyiden iyiye yaralandığını hissettim.. Ertesi gün kalktım, annemle vedalaşarak yola çıktım.[4]

Orduya karşı saldırılar 22 Haziran tarihinde başlayan Yunan ilerlemesi sonucunda inanılmaz boyutlara ulaştı. Bu haksız tecavüz karşısında, İstanbul hükümetinin bir bakanı ile yapılan bir ropörtaj ihanetin boyutlarını açıklamak için yeterlidir: Damat Ferit Hükümetinin Adliye Nazırı’nın bir gazeteci ile yaptığı konuşma şöyledir:

Soru: Hükümet Yunan Ordusu tarafından yapılan hareketi protesto etmek niyetinde midir?

Nazırın cevabı: Hükümetimiz Mustafa Kemal taraftarlarını resmen mahkum etmiş ve hilafet ve vatan haini olduklarını ilan etmiştir. Binaenaleyh vazifesi asilere layık oldukları cezayı vermektir. O halde kendi programımıza dahil olan bir hareketi niye protesto edelim.

Soru: Bu hareket mühim güçlüklerle karşılaşacak mıdır?

Cevap : Hayır, bunun sebebi şudur ki, Mustafa Kemal ordusu öteden beriden toplanmış haydutlardan, sabıkalılardan ve sırf yağma hırsıyla hareket eden bir takım şahıslardan mürekkep, teşkilatsız, inzibatsız ve mümaresiz bir ordudur.

Soru: Fikrinizce hareket uzun sürecek midir?

Cevap: Asker değilim fakat intibam şu merkezde ki; General Paraskevopulos’un ordusu şimdi süratle ve şiddetle harekete devam eyleyecek olursa, birkaç hafta da Ankara sınırları önünde bulunacaktır.[5]

Türk askeri üstün düşman kuvvetleri karşısında çekilirken özellikle Bursa yöresinde mürteciler de harekete geçirilecektir. “Milli kuvvetlerin dağılması ve Yunan ordusunun ilerlemesi tabii olarak mürteci ruhun mukavemet ve müdafaa taraftarlarına (ordu mensupları ve onları destekleyen sivillere) karşı olan hiddetini kamçıladı. Çekilen askerimize ve bilhassa subaylara karşı bazı kasaba ve köylerde çok kötü muameleler yapıldı. Bunlara yiyecek, hatta su verilmedi ve içlerinden bazıları öldürüldü. Bazı subaylar, köylülerin tecavüzlerinden korunmak için üzerlerindeki askeri elbiseleri atıp, köylü kıyafetine girmekle kendilerini kurtardılar.[6]

Emekli Kurmay Albay Rahmi Apak’ın o günlerle ilgili anıları ibret vericidir: “Biz Yunanlıların Balıkesir ve Bursa bölgelerini işgal ettikleri zaman yerlerinden kıpırdamayan ve düşman işgali önünde çekilirken, bu kıpırdamayanların, şehirlerine, kasabalarına ve köylerine sığınan kendi milletdaşlarını ve asker arkadaşlarını istemeyen, defedip kovan Belediye Reislerini ve Askerlik Şubesi Başkanlarını da gördük. Daha sonra, Sakarya’ya doğru yapılan çekilmeden perişan halli subay ve memur ailelerinin bir gececik olsun kendi köylerinde yatmalarına müsade etmeyen ve emzikte çocuklara yüz gram sütü vermekten çekinen bazı köyler dahi gördük. Daha fenalarını da gördük. Çekilen kıtaların perakende subay ve erlerini soyan, vuran, öldürenleri de gördük.[7]

Bu durum karşısında Bursa’da yapılacak bir savunmadan komutanlar ve hatta TBMM Başkanı Mustafa Kemal umutlu değildir. Bu nedenle TBMM Hükümetince bir bildiriyle halkın uyarılması kararlaştırıldı. Batı Cephesi komutanı Bursa halkının bu olumsuz tutumunu iyi bir değerlendirmeden geçirerek verdiği savunma emri şöyledir: “… Erleri Bursalı olan 56’ncı tümen muharebesiz çekilse bile, bütün personelin tümeni bırakarak Bursa bölgesinde kalması, bu sırada çekilenleri gören Milli kuvvetlerin de dağılması göz önünde tutulmalıdır” Bu emir üzerine Albay Bekir Sami de Bursa batısındaki savunmayı benimsemiş ve geride, seçilen savunma mevziinde hazırlık yapılması emrini vermiştir.[8]

Dr. M. Galip BAYSAN

DİPNOTLAR:

[1] Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.190 (TTK, Ankara-1988)

[2] Nail Ekici, Cumhuriyete Kan Verenler, s.56 (Topçu Yüzbaşı Ferit Eliçin’den naklen, Hürriyet Yayınları,İst.-1973)

[3] Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.190

[4] Nail Ekici, Cumhuriyete Kan Verenler, s.56 (Topçu Yüzbaşı Ferit Eliçin’den naklen, Hürriyet Yayınları,İst.-1973)

[5] İhsan Güneş, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.149, 150

[6] Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.190

[7] Nail Ekici, Cumhuriyete Kan Verenler, s.56 (Topçu Yüzbaşı Ferit Eliçin’den naklen, Hürriyet Yayınları,İst.-1973)

[8] İhsan Güneş, İkinci Askeri Tarih Semineri, s.149, 150

TARİH : AKHUNLARIN KALINTISI OLARAK KALAÇLAR (HALAÇLAR)

İlk-Çağ-058

AKHUNLARIN KALINTISI OLARAK KALAÇLAR (HALAÇLAR)

Akhunlar, ortaçağın büyük devletlerinden biriydi. V. ve VI. yüzyıllarla sınırlanan tarihlerde, Türkistan, Mâverâünnehr, Doğu İran, Afganistan ve Hindistan’ın kuzeyinde geniş bir arazi üzerinde, siyasi, askeri, kültür ve medeniyet alanındaki izleri ile göze çarptılar. Sasaniler ve Hindu mahalli devletleri ile komşu olduklarından, onlarla bir asır boyu münasebetlerde bulundular. Önceleri “mleccha” diye Hint kaynaklarına geçtiler. Zamanla birbirlerini yakından tanıdıklarında kaynakların onlara “huana” ismini verdikleri görülmüştür. Sasaniler ise sonraki kaynaklarda takip edildiği üzere Akhunlara Haytal/Hebtal demişlerdir. VI. yy. ortalarından sonra, Sasaniler ve Göktürkler aralarında bir anlaşma yaparak Akhunlara karşı birlikte hareket ettiler. İşte bu sebepten dolayı Akhunlar iki blok arasında istenilen dayanışmayı gösteremedi. Ülke toprakları iki devlet arasında paylaştırıldı. İranlılaşma daha çok Ceyhun nehri ve Horasan taraflarında görüldü. Göktürkler ise aynı kökten gelmenin avantajı ile Akhun yönetimi dışında, diğer unsurları da bünyesine teba’a olarak kabul etti. Hindistan’da ise hissedilir bir asimilasyon göze çarpmaktadır. Oradaki Akhun varlığı bu şekilde eriyip gitti. Ama geriye sadece bazı coğrafi isimler miras olarak kalmıştır.[1]

Akhunların Ceyhun nehri güneyinde Toharistan mıntıkasında, Huttal, Bamiyan ve Kâbil çevresinde hatta Sicistan’da ahali olarak bazı küçük beyliklerin emrinde bulundukları kaynaklarca zikredilmektedir.

Yıkılış Sonrası Durum

Türkşahı / Kâbilşahı, Nizek, Tarhan, Hinduşahiler

Taberi, Belazuri ve onlardan nakillerde bulunan diğer tarihlerde, bu siyasi kuruluşların Toharistan, Sicistan, Bamiyan, Huttal ve Kâbil’de, bağımsız halde yaşadıkları, daha çok kendi kabilelerine ve idareci ailelerine dayandıkları, Tarkan, Yabgu Şah vb. unvanlara sahip kimselerce yönetildikleri göze çarpmaktadır. Şah/Şaho dışında iki unvanda Türk geleneğinin devam ettirilmesi yönünde değerlendirilebilir. Tarhan Nizek, Cebbuye (Yabgu) ve Huttal-şah, Kabul / Kâbil şah örnekleri verilebilir.[2]

Akhunların yıkılışından sonrada Sasaniler de pek uzun bir saltanat süremediler. Zira Arabistan’da ortaya çıkan İslamiyet’in yayılma alanında İran’da bulunuyordu. III. Yezdegerd, halife orduları karşısında sürekli başarısız oldu. Sonunda Nizek Tarhan’dan yardım istedi.

Taberi, Belazuri, İbn el-Esir, Horasan, Mavera ün-nehr ve Toharistan’daki İslam fetihlerinde Tarhan Nizek’ten sık sık bahsederler. Tarhan Nizek‘in Kuteybe b. Müslim tarafından yakalanarak idam edildiği de aynı kaynaklar tarafından bildirilmektedir.

Kuteybe b. Müslim, daha sonra Seyhun ötesinde yeni fetihlere girişti. Emevilerin Horasan valileri de aynı siyaseti devam ettirmişlerdir. Nasr b. Seyyar zamanında bile İslamlara karşı milli direniş devam ettirilmiştir.[3]

Tarhan Nizek ve Kuteybe b. Müslim’den önce, Akhun ve Göktürk dünyasına ait izlenimleri ile tanınan Budist hacılardan Hsüan Tsang’ın notları son derece ilgi çekicidir. Ayrıca Çin dünyasına, batıdan, Mavera ün-nehr’den, Toharistan’dan, Afganistan ve Hindistan’dan bilgiler daha önceleri de Fa-hien ile Sung yung tarafından kazandırılmıştır.[4] Hsüan Tsuang, onlar gibi tarihi yolları takiple, Mavera ün-nehr/Sogdiana/S’u-te’den, Demir Kapı üzerinden, Akhunların ve kalıntılarının yaşadıkları Toharistan’a ulaşmıştır.[5] 629-645 yılları arasındaki kayıtlara göre, Tu-hou-lo, Fo-ho, Bamiyan ve Kapasi gezilmiş, oralardaki insanlar, daha çok Budist görüşle anlatılmıştır. Gezgin, Demir Kapı sonrası, Tu-hou-lo’ ya ayak basmıştır. Burası Türklerin ve İslam kaynaklarının Toharistan’ıdır. Pamir ve Po-lisse ile komşudur. Hsüang Tsang’ın temas ettiği üzere Toharistan’da eskiden, ülkeyi yöneten bir hükümdarlık ailesi vardı. Sonraları aralarında sınırlar bulunan bölünme gerçekleşmiştir. Şimdi ise Tu-kiue yani Göktürklere bağlıdırlar. Gezgin, onların 25 harfli alfabelerinin bulunduğuna dikkati çekmektedir. Bu harfleri soldan sağa doğru birleştirerek yazıyorlardı. Pamuk ekimi ve koyun yetiştirilmesi bu insanların başlıca uğraşlarından idi. Ticarette altın ve gümüş paralar kullanıyorlardı.[6]

Hindistan dönüşü yine aynı yerlerden geçmiş olan Hsüan Tsang, Huo’yu da ziyaret etmiştir. To-huo-lo’nun bölgelerinden biri olan Huo, 3000’li lik yer kaplamaktadır. Bağımsız bir hükümdar yoktu. Ülke Türklerin elindedir. Arazisi düzdür. Ürünleri, ormanları ve meraları çoktur. Türk menşeli bir hükümdar tarafından yönetilmektedir. Bu kişi Demir Kapının gerisinde bütün araziye sahiptir.

Hsüan Tsang’ın bahsettiği Huo, şimdiki Varvaliz’dir. El-Buruni buradan Varvalic diye bahsetmektedir. Kunduz imle aynı yere tekabül etmektedir ki bu ismin doğru şekli de Kuhan-Dız’dır.[7]

Gezgin Toharistan beldelerinin en büyüğü ve en önemlisi Po-ho/Belh’den de bahsetmektedir.

Burası, 800 x 400 li alana sahiptir. Kuzeyinde, Budhist kültürün etkin olduğu gözlenmektedir. Buda’ya ait heykeller dikkati çekmektedir. O yüzden racagriha denilmektedir. Şehrin çevresi 20li civarındadır. Savunma yerleri güçlüdür. Hepsi Küçük Tekerlek tarikatına mensupturlar.

Po-ho’nun güney-batısında, Nava-Sangharama (yeni manastır) vardır. Bu isimden İslam kaynaklarında Nev – Bahar/Nev-Vihara diye bahsedilmektedir. Anlatıldığına göre, bunu eskiden yaşamış bir hükümdar yaptırmıştır. Hsüan Tsang bu manastır ile ilgili bir hikâyeyi de nakletmektedir.[8]

Çinli gezginin bahsettiği diğer bir Akhun ülkesi de Hi-mto-lo’dur. Burası Toharistan mıntıkasındadır. Karlı dağlar anlamına gelmektedir.[9] Gaznelilerin siyasi sahneye çıkışına kadar Toharistan, özellikle Kâbil ve çevresinde>Akhun kalıntısı kabileler ve bazı siyasi kuruluşlar göze çarpmaktadır.

Kabilşahlar, Tarhan Nizek ile çağdaştırlar. Menşei, El-Biruni tarafından Böri Tegin sülalesine indirilmektedir. Mağaradan çıkan asil bir kimsenin ata sayıldığı dilden dile dolaşmıştır. Bunun Kuşanlarla ilgili olabileceği ileri sürülmüştür. Emevi orduları ve Hindu menşeli gruplar, bunların en önemli düşmanları idi. Hsüan Tsang, Kabil’i gezdiğinde, “Önemini kaybetmiş bir merkez, Göktürk soyundan hükümdarın oturduğu yer, 2000 x 1000li büyüklüğünde araziden ibaret, iklimi soğuk bir yer” olarak tanımlamaktadır. Emil Esin’e göre Türk menşeli idarecisi Kabilşah’tır. Bu devletcik aynı zamada Türk şahiler olarak da tanınmaktadır. Bu şahlık ve Rûtbil isminde biri İslam kaynaklarınca da zikredilmektedir. Rûtbil bir anlaşmazlık nedeni ile Araplara sığınmıştır. Sonra Gazne şehrine geçmiş ve orada oturmuştur. Bu şah Türk adetlerin terk etmemişti, yazlık ve kışlık ikamet yerleri vardı. Biri Gazne, diğeri de şimdi harabe halindeki Ruhhâc’dır.[10]

Türkşahilere son verenler İslam orduları ile Hinduşahiler’dir. X. yy.’da Hinduşahilerin başkenti Vayhand’dı. Şimdiki ismi ise Hund’tur. Vayhand, Cenab nehri ile Lâmâgan bölgesinde bulunmaktadır. Hanedanın kurucusu Lâlliya’dır. Zamanı ve faaliyetleri karanlık kalmaktadır. Bu Hindu IX. yy.’da bu bölgenin tek hakimi olmuştur. Ölümünden sonra Samantdeva tahta çıktı. 903’te, Keşmir racası Gopalvarman tarafından mağlup edildi. Toramana Kamaluka, Hinduşahilerin göze çarpan en dinamik şahı idi. 980’de saltanatı zirvede idi. Halefi olan Bhim hakkında bilinenler çok azdır. Oğlu ve halefi ise Caypal’dır. Batıdaki arazi kısa zaman sonra Türklerin kontrolüne geçti. Sebüktegin ilk gaza seferini Hinduşahilere karşı yapmıştır. Lâmgan’a kadar bütün arazi Türklerin eline geçmişti. 997’de Sebüktegin öldü, yerine Mahmud geçti. 999 yılında Mahmud kalabalık bir ordu ile Hinduşahi arazisini istila etti. Caypal, Gazneliler tarafından mağlup edildi. Böylece Hindistan yolu, uzun bir zaman sonra Türklere açılmış oldu.[11]

Kalaçlar

Akhunlar zamanında devlet kurdukları bölgelerdeki topluluk Türk diye belirtilmektedir. Fakat bunların hangi kabilelerden teşekkül ettiği yakın zamana kadar pek bilinmiyordu. Taberi, Belâzuri, İslam coğrafyacıları, Akhun Devleti yıkıldıktan sonra “Haytal veya Habtal”lardan bahsetmektedirler. X. yy.’ın tanınmış doğu dünyası yazarlarından ve ilim adamlarından Muhammed b. Ahmed b. Yusuf el-Kâtip el Harezmi (öl. 997) Mefatih el-Ulum’u yazmıştır. Bu eserde Akhun tarihi içinde önemli bilgiler vardır.[12]

Eserde, Akhunlar "Heyatıla” diye yazılmaktadır. Bir zamanlar büyük bir siyasi kuruluşu temsil etmişlerdir. Onlardan kalan kabileler ise Etrak, Kencineler ve Halaçlardır.[13]

Toharistan, Sicistan, Huttal, Afganistan ve Kuzey Batı Hindistan’da Türklerin yayılmış olduğu biliniyor. Büyük bir kısmı Batı Göktürklerin Tebaası olmuştur. Kencineler de bu gruba girmektedirler. İslam kaynaklarında en çok bahsedilen Kalaçlardır.[14] H.l.c. diye yazılan kabilenin, destan ve tarih kaynakları, Oğuz kabileler birliği içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Uygurca Oğuzname’de Kalaçlar için şu bilgi verilmektedir:[15]

Yolda büyük bir ev gördü. Bu evin duvarı altından, pencereleri gümüşten ve çatısı demirdendi. Kapalı idi ve anahtar yoktu. Asker arasında pek becerikli bir adam vardı. Adı Tömürdü Kağul idi. Ona buyurdu: Sen burada kal ve çatıyı aç ve açtıktan sonra orduya gel. Bunun üzerine ona Kalaç adını verdi ve ilerledi.

Uygur Oğuznamesi’nde Türkçe Kalaç kullanıldığı halde Reşideddin tarafından yazılan Farsça Oğuzname’de H.l.ç. yani Halaç yazılışı hakimdir.[16] Daha sonraki asırlarda Türkistan sahasında derlenen Ebul Gazi Bahadır Han tarafından kaleme alınmış Şecere-i Terakime / Türklerin Soykütüğünde diğer Oğuznamelerden daha farklı anlatışlar mevcuttur. Ebul Gazi Bahadır Han da muhtemelen Cüzcani’deki kayıtları esas alarak, Hindistan’daki Kalaçları da Halaç maddesine katmıştır.[17] Buradaki metin şöyledir: "Bir yıl yırtında turup ikkinçi yıl ilge çar kıldurdı. İran sarı yörüp turur men niçe yıllık gamların yesünleri tip ikkiçi yılı atlandı takı Talaş şehriga keldi. Hannıng leşkeri kiyinında koygan kişileri bar irdi. Arıgan ve acgan ve tiggen ni alıp kelsun tip. Ol kişiler leşker songunda kalgan bir ivlik kişi han aldığa alıp keldiler. Han ol kişiden sordı-kim ni üçün kiyin kalıp id ding tip ol aytdı. Künlükimning azlıkındır leşkerning songındın kele turur irdüm. Hatunum hamile irdi tuğurdı. Açlık sebebinden anasının sütü oglanga yetişmedi. Kele turur irdim sunıng yakasında kördüm ki bir şagal bir kırgavulni aldı. Agaç birden şagalniurdum irse kırgavulni taşlap kaçtı. Anı alıp kebap kılıp hatunumga berip turur idim. Songda koygan kişi leringiz yolukup alıp geldiler. Han fakirga at ve azfuk ve mal berip buçerikke parmağı tip kal aç tedi. Barça Kalaç ili şol kişining neslinden tuturlar. Horasan ve ırak ta hem köp bolur anlar Çağaktay iline koşula turur (15) lar. Belhga taalluk Gur tigen şehrde olturgan Kalaçlardın atı Muhammed lakabı bahtiyar bir pehlivan yiğit bar idi. Hindistannıng Dehli tigen şehrinde Kutbeddin atlı bir müslüman padişah vardı. Muhammed barıp anga nöker boldı. Bir niçe yıl dın song ulug big boldu. Hindüstan tigen bölük bölük köp yurt bulur. Bihar atlı bir yurt bolur. Keşmir yakınında bolur. Kutbeddin Muhammed Bahtiyarni ılgar başı kılıp anga yiberdi. Muhammed Bahtiyar Bihar yurtını aldı. Biharning afitap çıkarında takı bir yurt vardı. Anın ulug şehrinin atı Lekmir ırdi. Barıp ol yurtnı aldı. Lekmirning temür kazık tarafında bir uluğ şehr vardı. Lektuni atlık barıp anı tkı aldı şehri payıtaht kılıp oturdu. Kalaç ilinden on minkişi anın katığa yığldılar. Barça Kalaç halkı yığılıp, Şiran tigenni padişah kıldılar. Ol ölgenden song Merdan tigenni padişah kıldılar. Kalaç halkının yahşi kişilerinin bi günah öltüre başladı. İl yahşileri yığlıp Merdanni öltürüp İvaz tigennen Lektuni tahtına oturtdılar, ol hem oniki yıldan song öltü. Andan song Kalaçlar nöker boldılar. Kalaçların padişahlığı evvlinden ta ahirigaça elig dört yıl boldı”.

Lektuni Bengale’deki Lakhnauti’dir. Cürcani, Kalaçların buraya gelmeleri, Bihar ve Nuddea’daki fetihleri, Vihara’daki kitapları yazmaları Delhi’ye yollanması, Kamarupa hadiselerinden, yukarı metinden farklı şekilde bahsetmektedir.

Kalaç/Halaç adının batı kaynaklarındaki Hvls, Holidiatai, Holas, Holac, Kholiatai ile ilgili olabileceği ileri sürülmüş ise de bu ana kadar kesinlik kazanmamıştır.[18] Kalaçlar, Afganistan’ın birçok yerinde vadilerde ve akarsu boylarında sakinlerdi. Zaman zaman istek olduğu takdirde hükümdar tarafında savaşlara katılıyorlardı.

İslam coğrafyacıları, Kalaçlar hakkında enteresan bilgiler aktarırlar. İstahri’den nakilde bulunan Yakût, Halaç/Kalaçlar için: ” Halaçlar eski devirlerden beri Kabûl’de, Hindistan Seistan arasında, Gur’un ötesinde yaşarlardı. Hindistan ve Gazne arasındaki bu şehri…” bilgisini vermektedir.[19] Yakut gibi İbn Havkal’da, Kalaçlar için kendi devri ile ilgili olarak şunları nakletmektedir;[20] ”Bilâd Davâr, Gur ‘un karşısında zengin bir ildir. Bagnin, Halaç ve Bişlânk buradaki nahiyelerdendir. Her birinin şehri bu adı taşımaktadır. Bagnin, Halaç, Kâbul ve Gur birer bölgedir. Bunların ahalisi İslamiyeti yeni kabul etmişlerdir. Halaçlar bir Türk milletidir ve elbiseleriyle, dilleri Türkçedir”.

İdrisi’nin tasviri ise biraz daha farklıdır: "Bu illerde Halaç adlı, Türklerin bir boyu olan ve eski zamanda buraya yerleşmiş bir millet oturmaktadır. Bunların imaretleri Kuzey Hindistan’a kadar uzanmaktadır. Gur’un arkasında ve Batı Seistan’ın bir kısmında göze çarpmaktadır. Bunların sürüleri ve tarlaları vardır. Zengindirler. Türklere benzer kıyafetleri vardır, savaş usulleri ve silahları da Türklerle aynıdır. Sulh içinde yaşarlar ve kötülük düşünmezler.”[21]

Kalaçların geniş bir sahada yaşadıklarına dair başka bir kayıt da yazarı belli olmayan Hudûd el- Âlem’dir. Bu kaynağa göre, X.yy. sonlarında Kalaçlar, Kearluklar ile komşu idiler. Zabulistan bozkırına kadar yayılmışlardı.[22]

Kalaçlar, bahsedildiği gibi Gazneli ordusunda fetihlere katıldılar. Atalarının vaktiyle sahip oldukları Hindistan’a bu sefer İslamiyeti benimsemiş olarak girdiler.

XIII. yy. başlarında, Kalaçlar Afganistan’da da söz sahibiydi. Gazne ve Hilmend boylarında, Germsir taraflarında koyun sürüleri peşinde gidiyorlar, bazen de ücretli askerler olarak Gûr ordusuna katılıyorlardı. 1200 tarihli bir kaynağa göre -ki yazarı Muhammed b. Necip Bekran’dır- diğerlerinden ayrıldığı nokta, Kalaçların fizik ve dil bakımından biraz değiştiğidir.[23]

Gûrilerin büyük bir devlet kurmaları üzerine Kalaçlar, onların ordusunda yer aldı. Mu’izeddin Muhammed’in (Öl.1206) Gazne’de oturmaya başlaması ve Hind gazasına çıkması sırasında, mahiyetinde birçok Kalaçlı da vardı. Hatta Tarain Maydan Savaşı’nda, hayatını kurtaranlardan biri Kalaç asıllı idi.[24]

Onun Hindistan’daki naibi Kutsettin Aybeg de ordusunda Kalaçları bulundurmaya gayret etmiştir. Mehmed Muhammed onun emriyle bir Kalaçlı olarak, uçta gaza yapmakla görevliydi.

"İhtiyar ed-Din Muhammed” diye tanınan yeğeni ise Gûr’un Germsir’deki Kalaçlarına mensuptu. O, önce Gazne’ye gitti. Sonra Delhi’ye geldi. Burada iş bulamayınca, amcasının yanına geçti. Bihâr ve Bengale fetihlerini gerçekleştirdi. Önce Lakhnauti Halacileri Beyliğini sonra da Sultanlığını kurdu. Onun Bengale ve Şimdiki Bangledeş’ deki halefleri Melik İzz ed-Din, Alâ ed-Din Ali, Hüsam ed-Din İvaz, Melik Kazal, Melik İhtiyar ed-Din İrenşah ve 1230’da öldürülen Bilge Melik’tir.[25]

Mu’izzi Meliklerinin Kuzeybatı Hindistan ve Gazne dolaylarındaki büyük temsilcileri Tac ed-Din Yıldız ve Nasır ed-Din Kabaca’dır. Onların hizmetinde külliyetli bir Kalaç unsuru vardı. Harezm ordusunun bir bölümünü meydana getiren Kalaçlar 1226’da, Melik Han komutasında Sind’de bazı olaylara karışmışlardı. Melik Han, Mansuraı’yı ele geçirmişti.[26]

Celal ed-Din Harezmşah, Pervan Meydan Savaşında Cengizli kuvvetlerini mağlup ettiğinde, galibiyette Kalaçların reisi olan Melik Seyf ed-Din İğrak (Uğrak) da rol oynamış ancak ganimet paylaşımı nedeniyle kavga etmiş, sonra da karargahı terk etmişti. Kalaçlar da onunla gitmişler ve Peşâver’de oturmuşlardı. İğrek nedense sakin kalmamış ve Nuh Candar’a saldırmış ve onun oğulları da İğrek’i öldürmüşlerdi. Kan davası ile hareket eden Kalaçlar ile mücadele olmuş ve büyük bir tehlike arifesinde böylesine karışıklıklar ortaya çıkmıştır.[27]

Kalaçlar; Kutbiler, Şemsiler ve Balabanlılar zamanında Delhi Türk sultanlarının hizmetinde bulundular. 1290’da Delhi Türk Sultanlığının temellerini atan Melik Firuz, Celal ed-Din unvanı ile tahta çıktı. Bu şahıs, Delhi’de oturan Yabgu unvanlı bir aileye mensuptu. Kalaçlar 1290-1320 yılları arasında büyük bir sultanlık kurdular. Ala ed-Din Mehmed, Kalaçları, Hindistan’da en geniş sınırlarına ulaştırdı. Onlara mensup meliklerde Lakhnauti/Bengale’deki gibi, Manval’da da aynı isimle bir başka devleti de kurmuşlardır.[28] Kalaçlar zamanla Türk özelliklerini kaybettiler. Afganistan’daki Gılzailerinde[29] bunların kalıntıları veya akrabaları oldukları bilinmektedir.[30]

Prof. Dr. Enver KONUKÇU

Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 1 Sayfa: 845-849

Dipnotlar:

[1] R. Ghirsman, Les Chionites-Hephtalites, Le Caire, 1948 s. 82-120; B. A. Litsvinsky, The Hephalite (History of Civilizations of Central Asia, III. Cilt, yay., B. A. Litsvinsky-Paris) s. 135-147.

[2] Emel Esin, Tabari’s Report on the Warfare with the Turgish and the Testimony of Eigth Century Central Asia Art, C A J XVII / 2-4 (1973) s. 130-134); C. E. Bosworth- G. Clauson, Al- Xwarazni on the People of Central Asia, JRAS- Great Britain and Ireland, 1-2 (1965) s. 11- / 12.

[3] H. A. R Gibb, Orta Asya’da Arap Fütuhatı, çev., M. Hakkı, İstanbul 1930, s. 20-28.

[4] A Record of Budhistic Kingdoms. Being an Account by Chinese Monk Fa-hien of This Travels in India and Ceylon (A. D. 399-414) çvr., J. Legge, New York 1965; Y The travels of Fah-hian and Sung Yun, Buddhistic Pilgrims From China to India (A. D. 400-518) çev., S. Beal, London 1869.

[5] Bkz: On Yuan Chwang’s Travels in India (629-6456) çev: Thomas Watters, N. Delhi 1961 N. Togan, Peygamberin zamanında Şarki ve Garbi Türkistan’ı Ziyaret Eden Çinli Budist Rahip Hüen Çang’ın Bu Ülkelerin Siyasi ve Dini Hayatlarına Ait Kayıtları İTED VI / 1-2 (1964) s. 21-25; S. Beal, Si- Yu-Ki: Buddhistic Records of the Western World I-II, Londan 1906.

[6] On Yuan Chawang’s Travels in India, s. 102-103.

[7] A.g.e., s. 270-271.

[8] A.g.e., s. 108.

[9] A.g.e., s. 274-276: Zeki Velidi Togan, Eftalitlerin Menşei Meselesi İTED IV / 1-2 (1964) s. 58-61.

[10] Emel Esin, Bütân-ı Halaç, TM, XVII, (1972) s. 52.

[11] Muhammed Nazım, The life and Timesof Sultan Mahmud of Ghazna, Cambridge 1931 s. 194-196 J. Marguart, Des Reich Zabul und der Gott zum vom 6-9 Jahrhundert (Fetschrift E. Sachau) Berlin 1915 A. Ali Kohzad, Les Rutbil Shah de Kabul, (basım yeri ve tarihi yok).

[12] İ. Kutluer, Harizmi, DİA XVI; s. 224 E. Widemann, Harizmi, İA, V / I s. 257-258.

[13] Mefatihü’-Ulum, nşr: Van Vloten, Leiden 1895 s. 119 Mısır Neşri h. 1342 s. 73 C. E. Boswortth, G. Clauson, Al-Hwarizmi on the Peoples of Central Asia, Jras-Great Britain and Ireland, 1­2 (1965) s. 2-12.

[14] Emel Esin, Butan-ı Halaç, XVII (1972) s. 52-58.

[15] Oğuz Kağan Destanı, hzl: W. Bang-R. Rahmati, İstanbul 1936, s. 10, 25.

[16] Oğuz Destanı: Reşideddin Oğuznamesi. Trc., ve Tahlili Hazırlayan, Z. V. Togan (T. Baykara) İstanbul 1972 s. 45-46: B. Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1993, c. 1, s. 177.

[17] Ebû’l-Gazi Bahadır Han, Şecere-i Terakkime? Türkmenlerin Soy Kütüğü, Ankara 1996, s. 140-144: b. Ögel, a.g.e., s. 179.

[18] C. E. Bosworth, Khaladj, Eı2, IV, s. 917-918.

[19] E. Esin a.g.m s. 59.

[20] İbn Havkal, Al-Kitab-u Surat al Arz, Beyrut-?; E. Esin, a.g.m., s. 53.

[21] Eb. Esin, a.g.m., s. 53.

[22] Hudûd el-Âlem, çev., V: Minorsky, London 1937, s. 345-348.

[23] E. Esin, a.g.m., s. 53.

[24] Cüzcâni, Tâbâkât-ı Nâsıri, yay: Abdulhayy-ı Habîbi, Kabil 1342, 1, s. 399.

[25] Cüzcâni, 1, s. 422-428; S. P. B. Nigam, Nobility under the Sultans of Dehli, a. d. 1206­1398 Delhi 1968, s. 51.

[26] Cüzcâni, 1. s. 420.

[27] Ala ed-Din Atamelik Cuveyni, Tarih-i Cihangüşa, çev. M. Öztürk, Ankara 1998, s. 153, 173, 377-381.

[28] M. F. Köprülü, Halaci, İ. A, V / I s. 109-116; W: Haig, The Dehli Sultanate 707-1526 A. D, Dehli 1970, s. 106-108, 242-244; K. Lal, History of the Khaljis A. D. 1290-1320, London 1967. s. 9-13.

[29] C. E. Bosworth, Khaladj, EI2, IV, s. 917.

[30] G. Jarring, On The Distribution of the Turks Tribes in Afghanistan, Lund-Leihzig 1939, s. 53.