Günlük arşivler: 23 Ağustos 2015

IRAK DOSYASI : Barzani’nin İki Parçalı “Kürdistan”ı İnşası

Dikkat edelim; bir yanda Irak ve Suriye parçalara ayrılırken diğer yanda Kürtler tek bir çatının altında toplanmaya çalışılıyor. Bölümler halinde uygulanan bu planın hali hazırdaki aşaması iki parçalı “Kürdistan” ile sınırlı. Uzun vadeye yayılan son aşamasındaysa, sınırları İran’dan başlayıp Doğu Akdeniz’de sona erecek, Ermenistan ve Orta Asya’ya komşu bir “Kürdistan” yaratılması hedefleniyor.

Bu planın tek mimarı ve uygulayıcı olmamakla birlikte en önde gelen isminin Mesut BARZANİ olduğu pek çok kimsenin malumudur. Yılların birikimiyle bağımsızlık yolunda emin adımlarla ilerleyen bir BARZANİ’yi izlemekteyiz…

Değil ilerlemek, ayakta kalmanın bile zor olduğu bir bölgede bağımsızlık yolunun taşıdığı tehlikeleri birer birer hesaplıyor. Bir ayağı sağlam basmadan diğerini kaldırmıyor. Dikkati çekmeden yavaş hareket ediyor. Günlük kararları müthiş bir beceriyle uzun vadeli hedefine bağlıyor.

İki parçalı “Kürdistan” yolunda, bir başkası için üstesinden gelinemez sorunlar BARZANİ için de zor ancak başarılamaz değil. Öncelikli olarak Suriye, BARZANİ’nin kararlı tutumuna rağmen sonuçları bakımından zorlandığı bir konu. Bağımsızlık planının en önemli parçası olan Suriye Kürtlerini desteklememesi mümkün değil. Bunun bedelini, ESAD ve bağlı olarak İran’la ilişkilerinin sıkıntıya girmesiyle ödüyor. Ve dahası Tahran-Bağdat-Beyrut arasında sıkışması kaçınılmaz oluyor. Nuri El MALİKİ iktidarına karşı yürüttüğü diplomasi mücadelesinde hareket alanı daralıyor. Anbar ve Diyala vilayetlerinde yönetimi ele geçirme girişimlerinin başarısız olması riski ortaya çıkıyor. Kerkük’ün statüsü konusunda elde ettiği inisiyatifi kaybetmesi söz konusudur. Anlık değişikliklerin gelenek halini aldığı PKK-İran arasında yeni bir işbirliğinin sonucunda hem kendi bölgesinde hem de Suriye’de yeni sorunlar yaşaması olasıdır. Diğer tarafta ise bozulacak İran ilişkileri nedeniyle PKK-PJAK üzerindeki ağırlığını yitirecektir. Hatırlayalım; geçen yıl İran ile PJAK arasındaki ateş-kes anlaşması BARZANİ’nin girişimiyle sağlanmıştı. Ve hepsinden önemlisi bağımsız bir “Kürdistan” için bir asır daha beklemeye tahammülü yoktur. Bu fırsatı kaçırması halinde içerideki muhalefet ve feodal ayrılık hareketleri önündeki baraj yıkılacaktır.

Geçen yıl Amerikan askerlerinin çekilme tarihiyle birlikte BARZANİ’de de yoğun bir hareketlilik görüldü. Türkiye ve ABD arasında adeta mekik dokudu. Suriye’deki Kürt muhalif hareketiyle irtibatını sıklaştırdı.

PKK’nın terör eylemlerinin arttığı 2011 yılının sonlarında Barzani’nin karşılıklı silah bırakma çağrılarında artış oldu. Ancak PJAK’ın hedefi olan İran’ı kollayarak yaptığı sert eleştiriyi, aynı ölçüdeki sertlikle PKK’ya yöneltmekten kaçındı. Şiddet ve çatışmanın sorunu çözmeyeceğini, PKK’nın eylemlerini durdurmasını, buna karşılık Türkiye’nin de diyalog yolunu açmasını istedi. Terör örgütünü barındırdığı gerçeğini bir kenara bırakıp, arabuluculuğa soyundu.

Bu dönemde Türkiye’ye yaptığı bir ziyaretten dönüşünde beraberinde PKK’ya iletmek üzere Türkiye’nin şartlarını götürdüğü öğrenildi. Kandil’in cevaben, Öcalan’a “tecrit” uygulandığını iddia ettiği bir dönemde bu şartları kabul edemeyeceğini söylediği belirtildi. O günlerde BDP’liler Süleymaniye’ye ve Erbil’e gittiler ve Kuzey Iraklı ilgililerle görüşmeler yaptılar. Amerikalıların Irak’tan çekildikleri o günlerde BDP’lilerin derdi, Kürt ulusal konferansını toplamaya Barzani’yi ikna etmekti.

Suriye’de Kürt muhalefetini kanatlarının altına aldığını açıkça ortaya koyduktan sonra İran’a gitti. Suriye’li Kürt partilere hitaben yaptığı konuşmada “her türlü değişikliğe hazır ve aralarında birlik” olmaları çağrısı yaptı.

Otuz yıllık bağımsız bir devlet olan KKTC’yi tek bir ülke tanımayıp temsilcilik açmazken, Kürt Bölgesel Yönetiminin merkezi Süleymaniye dünyanın en hızlı gelişen diplomasi merkezi haline geldi. O güne kadar olmayanı başararak Bağdat yönetimini atlayıp Exxon Mobil ile anlaşma imzaladı. Böylelikle Kürt petrolünün dünya petrol borsasına girmesiyle bağımsızlık yolunda dev bir adım atma planı eksiksiz başarıldı.

Nisan ayının ortalarında İstanbul’a geldi. Basın, bu ziyaretin bir amacının cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık HAŞİMİ’nin durumu, diğerinin ise PKK’ya silah bıraktırma konusu olduğunu duyurdu. Yine aynı yolla yapılan duyuruda BDP’lilerle de ayrıca görüştüğü bildirildi.

Amerika’ya yaptığı seyahatte daha çok iş dünyasıyla bulunduğu görüşmeler öne çıkarıldı. Aslında böyle olması da son derece normaldi. Zira BARZANİ zaten uzunca bir süreden beri Bağdat’tan bağımsız hareket ediyordu. Siyaseten kopuktular. Bu bağın BARZANİ için en zorlayıcı tarafı Bağdat’ın petrol ihracından hissesine düşen payı kısmasıydı. Sonuçta Amerika ve ardından Türkiye ile yaptığı görüşmelerde bağımsızlığın önündeki ciddi bir engeli daha kaldırdığı anlaşılıyor. Artık petrol ihracını bizim üzerimizden yapmaya başlayacak.

Bu başarılarından rahatlamış olmalıydı ki Bağdat’ın yönetimi paylaşmaya yanaşmaması halinde Eylül ayından sonra bağımsızlık için referandum yapacağını açıkladı. Şii yönetimine hitaben Sünnilerin özerk yönetim arzularını da bütün kalbiyle desteklediğini belirtti.

BARZANİ, bağımsızlığa giden yolun taşlarını teker teker döşerken PKK’nın silahlı siyasetinin kendisi için bir engel olduğunu hiç aklından çıkarmıyor. Zira bu aşamada Türkiye’nin dostluk ve desteğine amansız bir şekilde muhtaç olduğunun ve terör örgütünün her an kötü bir gidişe yol açabileceğinin bilincinde. O nedenle her fırsatta PKK’nın silah bırakmak, Türkiye’nin de barış yolunu izlemek zorunda olduğunu tekrarlıyor. Bunu başarmak için başka aracıları da devreye sokuyor. “Kürt sorununu” başımıza açan ülkelerin arkasında olduğu, AB ve ABD’nin desteklediği Kürtçü siyasetçileri devletin üst kademeleriyle görüşmeye ikna ediyor.

Geçen yıl Erbil’de düzenlenen Suriye Kürt Ulusal Konferansı’na Kandil’in talimatıyla katılmayı ret eden PYD’yi (Demokratik Birlik Partisi) birkaç gün önce ağırlayarak aralarında birlik olmaya zorladı. Hemen güneyimizdeki Kürtleri tek bir güç olmak zorunda bırakıyor. BARZANİ’nin PYD ile görüşmesinde yaptığı Kürt muhalefetiyle ortak hareket çağrısı, aynı zamanda PKK’nın PYD aracılığıyla Türkiye’nin güneyinde alan hakimiyeti elde etmesinden duyduğu endişedir. Amanoslar’da denetimi ele geçiren PKK, BARZANİ için son derece önemli petrol ihraç hattı üzerinde ciddi bir tehdit olacaktır. Bu durumda PKK’nın karşısında eli zayıflayacaktır.

Bu arada beklentilerine ters gelişmeler de olmaktadır. Bütün başarılarını gölgeleyen muhalif Gorran Movement (Değişim Hareketi) partisini zapt altına alamamaktadır. Gorran yüz onbir sandalyeli Kürt parlamentosunda yirmibeş üyeyle varlığını hissettirmektedir. Partinin çoğu yüksek öğrenimli politikacıları, TALABANİ’yi de BARZANİ’yi de zorlamaktadır. Bu durumdan yararlanan İran, partinin genel koordinatörü Nevşirvan MUSTAFA’yı davet etti. Ülkenin tanınmış politikacılarıyla yaptığı birçok görüşmeden sonra K.Irak’a dönen N. MUSTAFA, Kürtlerin Maliki ile olan anlaşmazlıkta yer almamaları gerektiğini söyledi. Bu açıklama elbette İran’ı memnun ederken BARZANİ’yi sinirlendirdi.

İçerideki muhalefete dizgin vurmak üzere Ulusal Güvenlik Konseyi’ni kurdu. Başına oğlu Mesrur BARZANİ’yi, onun yardımcılığına da KYB’den Kasro GÜL’ü getirdi. Diplomatik ve ekonomik gücün askersiz bir varlığının olmayacağını iyi bildiği için yılsonuna kadar bütün peşmerge güçlerini birleştireceğini açıkladı.

Gelişmelerin genel gidişinde, ABD kendi güvenliği ve küresel çıkarları için tehdit olan Şii yayılmacılığına karşı Sünni kalkanı oluşturmaya çalışıyor. Yaşanan kargaşa daha şimdiden Hizbullah ve İran’ın sert tepkileriyle bize fatura edilmeye başlandı bile. Gelecekte bize yeni Iraklar, “Kürt sorunları” yaşatacak bu durum muhakkak ki önemli. Ancak belirgin bir noktaya bakıldığında olanların aynı ölçüde hatta çok daha boyutlu bir tehdit olarak bizi yavaşça sardığını görmemek mümkün değil. BARZANİ, -şimdilik yalnız başına, yarın belki PKK ile birlikte olmak üzere- dikkatlerden uzak bir köşede iki parçalı “Kürdistanın” taşlarını döşemeye devam ediyor.

http://www.turksam.org/tr/a2705.html

FRANSA DOSYASI /// İş Göçünden Sosyal Yaraya : Fransa’da Türk Sorunu

Fransa Cumhuriyeti’ne çalışmak için toplu olarak giden ilk Türkler’den itibaren iki ülke arasında zaman zaman gergin, zaman zaman oldukça samimi ilişkiler her zaman var olmuştur. İki ülke arasındaki göçmen sorunu, göçmenlere ait eğitim ve iş güvenliği düzenlemeleri aynı zamanda yakın ticari ilişkilerin kurulmasına da öncülük etmiştir. Bunun yanında Fransa, Türkiye ve diğer Türk devletlerine yatırım yapmakta çekinmemiş, özellikle otomotiv alanında Türkiye’ye, inşaat ve enerji alanında da Orta Asya Türk devletlerine büyük katkılar sağlamıştır.(1)

Ancak özellikle 11 Eylül 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne gerçekleştirilen saldırının ardından Müslüman olmayan ülkelerde başlayan ve özellikle batı menşeili olan İslam karşıtlığı (İslamofobi) fikri yükselişe geçmiştir. Bu doğrultuda özellikle göçmen Müslümanlar ve azınlıklar çeşitli zorluklarla karşılaşmış ve ırkçı söylemlere maruz kalmıştır. Bu ülkelerde İslam ve Müslümanlık terörizm olarak algılanmaya başlanmıştır.

Bu algının bir sonucu olarak özellikle Almanya, Fransa, Belçika, İsviçre, Hollanda gibi ülkeler, göçmen alımı konusundaki şartlarını sertleştirmiştir. Evlilik yoluyla vatandaşlık hakkı kazanacak göçmenler için gelen ek şartlar, vatandaşlık hakkı için bu yolu şeçecekleri zora sokmuştur. Bu ülkelerde genel olarak “Göç Yasası” olarak adlandırılan yeni düzenlemelerin 4 milyon göçmen Türk’ü etkilediği tahmin edilmektedir.(2)

Fransa’daki Türkler, Türkiye Cumhuriyeti Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Yurtdışı İşçi Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün resmî verilere göre 31 Aralık 2006 tarihi itibarıyla çifte uyruklu vatandaş sayısı dahil olmak üzere 423.471, Fransa’nın 2006 sayımlarına göre ülkede 400.000 civarında Türk vatandaşı yaşamaktadır.

Bunun yanında Fransa Cumhuriyeti’ne giden ilk Türkler’in 1970 yılında yerleştikleri bilinmektedir. Özellikle başkent Paris ve dolaylarındaki kasabalarda yaşayan soydaşlarımız, Türk vatandaşı olan Türk, Kürt ve Süryani asıllı Türk vatandaşları ile de birleştiğinde Paris’e 20 km uzaklıktaki Val-d’Oise ilinin nüfusun yüzde 15’ini oluşturmaktadır. (3) Ve bu nüfus genel olarak inşaat ve tekstil sektörlerinde kendilerine yer bulmuştur.

Ekonomik Hayatta Türkler

Fransa ekonomisinde önemli rol oynayan Türk göçmenler birbiriyle işbirliği ve uyum içerisinde hareket etmektedir. Türk toplumu işgücü olarak ormancılık, madencilik, inşaat, tarım ve gıda, hazır giyim ve hizmet sektörlerinde çalışmaktadır. Bunun yanında girişimci olarak bulundukları toptan ticaret, turizm, gıda, inşaat, mobilya ve hizmet sektörlerinde de söz sahibi durumdadırlar. Bunun en büyük örneği ise Paris yakınlarında yer alan fast food ve terzi / tamirat atölyelerinin neredeyse yarısına sahip olmalarıdır.(4)

Büyükelçilik Çalışma ve Sosyal Güvenlik Müşavirliğinin tespitlerine göre Fransa genelinde Türk toplumunun yüzde 30’u kendi hesabına çalışmaktadır ve bu oran giderek artmaktadır. Bu noktada işveren Türkler’in işbirliği içersinde olabilmesi adına kurulmuş bir çok dernek vardır. Bunlardan en önemlileri TÜMSİAD (Tüm Sanayici İş Adamları Derneği), Türk İşçileri Yardımlaşma Derneği, Türk İşçileri İslam Birliği, Türk İşçileri Cemiyeti’dir. (5) Bu cemiyetler Türk işadamlarının bir araya gelerek işbirliği yapması ve iş arayan Türkler’in iş bulmasına yardımcı olmak amacı gütmektedir. Nitekim Fransa genelindeki işsizlik oranı, yabancılar baz alındığında iki katına çıkmakta, Türk azınlık da yüzde 17 işsizlik oranıyla mücadele etmektedir.

Bu derneklerin yanında Türkiye menşeili ticari kuruluşlar da Fransa ekonomisinde önemli rol oynamaktadır. Paris’te bulunan TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) ve TÜSİAD (Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği) heyetleri, özellikle şekillenen siyasi gelişmelerle ilgili belirttikleri fikirlerle hem iki ülke arasındaki siyasi ilişkileri, hem de büyük ortalıklarla oluşturdukları ekonomik temelleri şekillendirmektedirler. (6) TÜSİAD ve TOBB heyetlerinin yanında yine büyük bir öneme sahip olan Türk-Fransız Ticaret Derneği, Türk yasalarına uygun olarak 1885 yılında İstanbul’da kurulmuş bir dernektir.

İki ülke arasında ise iç içe geçmiş oldukça yoğun bir ticaret ağı bulunmaktadır. Türkiye sınırları içinde 2000 adet Fransız sermayeli şirket faaliyet göstermektedir ve bu şirketler genel olarak enerji dalında yoğunlaşmıştır. Türkiye’de, otomotiv alanında Renault, Peugeot, elektrik alanında Schneider, otomotiv yan sanayiinde Valeo, çimento alanında Lafarge, gıda alanında Danone, parekendede Carrefour, sigorta alanında Axa, Groupama, finans alanında BNP Paribas (TEB), yiyecek hizmetleri alanında Sodexo, turizm alanında Accor, Club Med gibi büyük şirketler faaliyet göstermektedir. (7) Türkiye ve Fransa arasındaki dış ticaret hacmi yandaki tabloda gösterilmektedir.

Sosyal Hayatta Türkler

Türkiye Cumhuriyeti, kendi vatandaşlarının yurtdışında temsil edebilmeleri ve hükümetlerle doğrudan temasa geçebilmeleri adına sivil toplum kuruluşlarının (STK) STK’ların, ortak hedef ve çıkarlar doğrultusunda, bir araya gelerek çatı kuruluşları biçiminde örgütlenmeleri, taleplerini daha etkin bir biçimde dile getirmelerine yardımcı olacaktır. (8) Bunun yanında Türkiye, nihai hedef olarak kendi kültürüne ve diline bağlı bunun yanında yaşadığı ülkenin kültürüne uyum sağlayabilen bireyler yetiştirmeyi belirlemiştir.

Bu noktada entegrasyonun nihai sonucu olarak yeni bağlar ve kültürel zenginliğin ortaya çıkması öngörülmüştür. 1970 yılında Fransa’ya yerleşen ilk Türk göçmenlerin ardından, bugün Fransa’da üçüncü nesil yetişmektedir. Gün geçtikçe her neslin entegrasyon konusunda daha başarılı sonuçlar ortaya çıkardığı görülmektedir. Ancak yoğun entegrasyonun asimilasyon çizgisine yaklaştığı ve anadil kayıpları yaşandığı daha sonraki bölümde incelenecektir.

Türkiye’nin amaçladığı “sosyal hayatta aktif bir şekilde var olan vatandaşlar” için kurulan 400’e yakın sivil toplum kuruluşu vardır. Başta Fransa Türk Federasyonu olmak üzere Türk Fransız Kültür Merkezi, Türk Kültür Derneği, Türk Fransız Dostluk Derneği, Mevlana Dostluk ve Kültür Derneği gibi kuruluşların oluşturduğu bu liste lokal derneklerin eklenmesiyle oldukça uzamaktadır. (9) Bu sivil toplum kuruluşları öncülüğünde hazırlanan kültür günleri, festivaller ve tanıtım organizasyonları hem Türk kültürünün tanıtımına, hem Türk turizmine, hem de göçmen vatandaşlarımızın imajlarına katkı sağlamaktadır.

Bunun yanında her iki hükümetin de büyükelçilikler bünyesinde açtığı enstitüler dil kazanımı ve kültür tanıtımı konusunda büyük ilerleme sağlanmasına yardımcı olmuştur. Örneğin; Türkiye’de yer alan Fransız Kültür Merkezleri hem dil kursları hem de düzenlediği etkinliklerle Fransız kültürünün yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bunun yanında Türk hükümeti de Türk Fransız Kültür Derneği bünyesinde tanıtım ve dil kazanımı çalışmalarına devam etmektedir.

Siyasi Hayatta Türkler

Fransa’da yaşayan Türk toplumun siyasete olan ilgisi gün geçtikçe artmaktadır. Önceleri sendikalaşma faaliyetlerine bile mesafeli yaklaşan Türkler, artık belediye meclislerinde yer almakta, siyasi partilere üye olarak katılım sağlamaktadırlar. Bunun yanında Fransız siyasetinde azınlıklar önemli bir anahtar oluşturmaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde adayların öncelikli olarak azınlıkların oylarını alma çabasında oldukları fark edilebilir.

Bunun yanında genel olarak benzer yerleşim alanlarını seçen Türk göçmenler, bulundukları küçük şehirlerde çoğu zaman zaferi kazanacak ismi belirleyen bir güce sahiptir. Bu güce ek olarak, Fransa’ya ayak basan ilk jenerasyonun ardından gelen yeni nesiller siyaset konusunda daha arzulu ve aktif çalışmalar yürütmektedir.

Bu gelişime örnek olarak, Mart 2008’de yapılan yerel seçimlerde 98 Türk kökenli Fransız vatandaşı Belediye Meclislerine seçilmiştir. Bunların 22’si Lyon, 7’si Marsilya, 39’u Paris ve 30’u Strazburg bölgelerinde görev yapmaktadır. Ne var ki, Fransa’da henüz Türk kökenli milletvekili ve senatör bulunmamaktadır. (10)

Siyasi yaşamda ağırlıklarını gün geçtikçe arttıran Türk toplumunun yanında Türkiye devleti ve Fransa arasında da zaman içinde pozitif ya da negatif gelişmelere sahne olsa da, süregelen bir siyasi ilişkiler ağı bulunmaktadır. Bu ilişkiler bağı her ne kadar 20 yıldır Fransa tarafından cumhurbaşkanlığı düzeyinde herhangi bir gezi yapılmaması nedeniyle bakanlıklar düzeyinde kalsa da, bugün birçok uluslararası sorun ve toplantıda Türkiye ve Fransa benzer tavırlar takınmaktadırlar.

Bunun yanında ortak payda olarak Birleşmiş Milletler ve NATO gibi örgütlerde müttefik olarak yan yana bulunan iki devlet, Fransa’daki Türk toplumunun ve Türkiye’de yaşayan Fransızlar’ın hakları konusunda da çok kez aynı masaya oturmuşlardır.

Fransa Türklerinin Sorunları

Tüm bu paylaşımlar ve yüksek iletişimin ardında elbette yurtlarından ayrılıp, tamamen farklı bir sosyal yaşama ayak uydurmaya çalışan Türkler bir çok sorunla karşılaşmaktadır. Bunlardan en önemlilerini 4 ana başlıkta toplayabilmek mümkündür. Bu sorunlar eğitim, entegrasyon, ekonomik bağımsızlık ve toplumsal farklılıklar olarak genelleştirilebilir.

Yukarıda bahsetmiş olduğum sorunlardan en önemlisi şüphesiz ki Türk toplumunun eğitim sorunudur. 2009 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu tarafından hazırlanan raporda eğitim sorunları ana dilde eğitim ve yüksek öğrenim imkanları olarak iki başlıkta incelenmiştir. Ana dilde eğitim sorunu, Fransa’da 1970’li yıllardan itibaren uygulanmaya başlanan ve göçmen çocuklarının Fransız okuluna uyum sağlamaları ve kendi ülkelerine döndüklerinde oradaki uyumlarına katkıda bulunmaları için başlatılan ELCO (Enseignement de la Langue et Culture d’Origine) Anlaşması dâhilinde baş göstermektedir. 1978 yılından beri Türkçe ve Türk kültürü dersleri birinci sınıftan itibaren seçmeli ders olarak öğrencilere sunulmuştur. Ancak talep yoğun olmasına rağmen Fransız hükümetinin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atanacak olan öğretmenler için kontenjan açmaması ve bu dersleri okul saatleri dışına koymuş olması, var olan potansiyel talebin azalmasına ya da okullarda bu derslerin verilememesine neden olmaktadır. İkinci başlık altında incelenen yüksek öğrenim sorunu ise Fransa’da yerleşmiş olan “ortaokuldan sonra mesleki eğitime yönlendirme” politikasından kaynaklanmaktadır. Gerek adaptasyon gerekse dil sorunu nedeniyle ortaokulda kendini tam anlamıyla gösterememiş olan Türk kökenli çocukların, öğretmenleri tarafından direkt olarak mesleki eğitime yönlendirmeleri nedeniyle yüksek öğrenimde var olmamaları büyük bir problem olmuş, yüksek öğrenime devam eden öğrenci sayısı sadece yüzde 5’te kalmıştır.

İkinci büyük problem olarak gösterilen entegrasyon, hem Türk hem de Fransız hükümetini endişelendirmektedir. Tamamen yabancı olan bir kültüre uyum sağlamak, göçmen anlaşmasının imzalandığı ilk yıllarda bir “süreç” olarak tanımlansa da, yıllar geçtikçe Fransız yetkililerin Türk göçmenlerin entegrasyon sorunu çektiği ile ilgili şikayetleri artmaya başlamıştır. Uzun süre Fransa Türkleri ile birlikte yaşayarak “Fransa’da Türk Olmak” isimli bir belgesel çeken ünlü fotoğrafçı Ahmet Sel, gözlemlerini şöyle özetliyor:

“Çünkü kendi memleketinde değilsin. Genelde bu toplumlar çok eski ve yerleşmiş toplumlar. Bu nedenle Avrupalı toplumlara tümüyle adapte olmak çok zor. Yani öyle bir baba yiğit yok. ‘Ben buraya tam adapte oldum, çok güzel yaşıyorum, herkes beni tamamen kendisi gibi saymaya başladı ve ben onlardan biriyim demek’ çok zor.” (11)

Bunun yanında madalyonun diğer yüzünde ise Türkiye vardır. Türkiye entegrasyon konusunda özendirici açıklamalarına devam etse de, bu denli yoğun bir komünikasyonun asimilasyonu beraberinde getirebileceği şüphelerini taşımaktadır.

Üçüncü problem olarak baş gösteren işsizlik ve ekonomik bağımlılık, Türk toplumunu derinden etkileyen problemlerdir. Fransa’da geçtiğimiz 30 yılda gerçekleşen ekonomik krizlerin tamamından ilk olarak göçmenlerin etkilendiği görülmüştür. Krizlerin faturasını büyük ölçüde üstlenen göçmenler aynı zamanda işverenlerin gözden çıkardığı ilk işçiler oluyor. Bir göçmen için zaten zor olan iş bulmak, milliyetçi işverenler sebebiyle bir kör düğüme dönüşüyor.

Tüm bu problemlerle baş etmek adına Türkiye hükümeti tarafından Fransa Türkleri’nin birlik olması gerektiğine yapılan vurgu, maalesef Fransa’da beklenen etkiyi yaratmamıştır. Bunun sebebini Fransa’daki Türk toplumunun Türkiye’nin küçük bir numunesi olduğuna bağlayan Ahmet Sel, fikrini şöyle açıklıyor:

“Türkiye’de nasıl siyasi mücadeleler yaşanıyorsa aynı siyasi mücadelelerin yansıması orada da var. Tabii değişik düşünceleri savunan insanlar, değişik çıkar grupları da var bu insanların arasında. Bu nedenle birlik zor.”

Tüm bu sorunlara özellikle son 10 yılda eklenen aşırı milliyetçi partilerin yükselişi, ırkçı grupların yeniden güçlenmesi ve islamofobi göçmenlerin zaten zor olan hayatını bir nebze daha zorlaştırıyor.

Fransızların Türkiye ve Türk Algısı

Fransa’ya ilk ayak basan Türkler’den itibaren, halihazırda milliyetçilik konusunda oldukça katı olan Fransız halkı Türklere karşı pek de sempatik olmayan tutumlar geliştirmişlerdir.

Buna ek olarak, yukarıda da bahsettiğim 11 Eylül saldırısının ardından tüm Avrupa’ya yayılan İslamofobi, en çok Türk göçmen toplumunu etkilemiştir.

Institut d’Etudes Politiques de Paris’den Prof. Dr. Anne-Marie Le Gloannec; Fransız kamuoyunun Türkiye hakkında fazla bilgi sahibi olmadığını ancak İslam kültürünün bir parçası olarak görüldüğünü ve tarihsel olarak Müslümanlık kimliğine karşı duyulan tedirginlik ve korkunun doğrudan Türkiye algısında da rol oynadığını belirtmektedir. (12)

Bu algının temelinde yatan sebepleri ise Strasbourg Üniversitesi Türkoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Paul Dumon, Fransızların Türkiye algısını daha çok dini çatışma üzerine inşa edilmiş fikirlerin şekillendirmesi Türkiye’nin hep Doğu’nun bir parçası olarak görülmesi sebeplerine bağlamıştır. Fransızların okula ilk başladıkları andan itibaren eğitim aldıkları tarih kitaplarında özellikle Türkler’in savaşçı ve çatışmacı yanının ön plana çıkarılması bir önyargı kaynağı olarak görülebilir. (13)

Buna ek olarak Türkiye ve Türklere karşı oluşan önyargıların temelinde diğer azınlıklar da yer almaktadır. Fransa’da oldukça teşkilatlı ve güçlü bir yapıya sahip olan Ermeni diasporası yaptığı propagandalar ile Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler’i barbar ve katil olarak göstermeyi maalesef ki başarmıştır.

Bugün de Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri olan “sözde Ermeni soykırımı” iddiaları uluslararası arenada en çok Fransa’da yer bulabilmektedir. Güçlü ve kalabalık diasporası sayesinde tezini tüm dünyaya duyurma fırsatı bulan Ermeniler, Fransa’da yaşamakta olan Türkler’in hayatını da zorlaştırmaktadır. Elbette ki, bu iddialara gerekenden fazla önem vererek Ermeniler’in “kamuoyunu bilinçlendirme ve biçimlendirme” kampanyasına en büyük katkıyı yapan Fransız hükümetleri de en az Ermeniler kadar bu psikolojik saldırıdan sorumludur.

Özellikle seçim dönemlerinde adayların tüm diasporanın desteğini alabilmek adına söz verdikleri “soykırımı inkar yasası” hem azınlık olarak bulunan Türkler ile Ermeniler arasında, hem de Türk ve Fransız hükümeti arasında gerginliklere yol açmaktadır. Sürekli gündemde olan yasa tartışmaları nedeniyle de, Türkler hakkında zaten sağlıklı bir şekilde bilgilendirilmemiş olan Fransız toplumu, bir kez daha yanlış bilgilendirilerek Türkler’e karşı kışkırtılmaktadır.

Değerlendirme

1970 yılında yapılan çift taraflı anlaşma ile sadece “iş gücü aktarımı” olarak planlanan bu göç, bugüne gelindiğinde sosyal ve siyasi bir yaraya dönüşmüştür. Fransa’da üçüncü neslini yaşayan işçi göçü, bugün hem ülkede yaşayan diğer azınlıklar için, hem de diğer ülkelerde bulunan Türk azınlıklar için örnek bir mücadeleye sahne olmaktadır.

Yukarıda bahsetmiş olduğum tüm sorunlara ek olarak, Ermeni diasporası ve taraflı Fransız hükümeti ile de başa çıkmak zorunda olan vatandaşlarımız yaptıkları protestolar ve yayımladıkları bildirgeler ile kamuoyunu bilgilendirmek ve haklı mücadelelerini kitlelere anlatmak zorunda kalmaktadırlar.

Bu noktada Türk hükümetinin üzerine düşen bu bilgilendirme mücadelesini resmi kaynaklar aracılığı ile daha büyük kitlelere yaymak ve uluslararası bir tepki oluşmasını sağlamaktır. Nitekim bugüne kadar izlenilen yollar, yalnızca sözde kalmış ve ne Fransız hükümeti ne de Ermeni diasporası tarafından endişeyle karşılanmamıştır. Kamu diplomasisine uzun yıllar gereken önemi vermeyen Türkiye bugün bunun yol açtığı sonuçlarla karşı karşıyadır. Fransız toplumunun Türkiye’yi yeterince tanımaması, eksik veya yanlış bilgilere sahip olması ve önyargılı yaklaşımı değişmediği sürece AB üyeliği ve Ermeni meselesi gibi konularda Türkiye, Fransız iç politika oyunlarına alet edilecektir.

Uygulanan ekonomik yaptırımlar sadece askeri düzeyde kalmış, uygulamaya koyulması gündeme gelmişken Anayasa Komisyonu tarafından Fransız Anayasası’na uygun bulunmadığı için kabul edilmeyen “soykırımı inkar yasası” sırasında Türk hükümeti kınama hareketinde yalnız kalmış ve uluslararası bir kamuoyu oluşturamamıştır. Buna ek olarak, Fransa Türkleri’nin yaptıkları protestolar bile Türkiye tarafından ön plana çıkarılamamış, soydaşlarımız adeta yalnız bırakılmıştır.

İlk göçten itibaren Türkler’e karşı mesafeli olan Fransız hükümeti ile, ilk etapta imzalanan anlaşmada belirlenen iş hakları, eğitim hakları gibi maddeler güncellenememiş ve bugün yaşayan Türk nüfus, ilk kez giden işçilerin birkaç katına ulaşmasına rağmen ne Türkçe öğretmeni kontenjanları ne de dernekler arasındaki birlik konusunda ilerleme kaydedilebilmiştir.

Bu noktada Türk hükümetinin büyük bir kamu diplomasisi açığı olduğu oldukça belirgindir. Hem Türkiye’nin tanıtımı, hem Türk benliğinin anlatılması konularında eksik kalan Dışişleri Bakanlığı, hem tarih kitaplarındaki yanlışlıklar hem de Ermeni soykırımı iddialarının belgelenmesi konusunda Türk Tarih Kurumu ile iş birliği içinde diplomatik bir tavır benimsemekte de eksik kalmıştır.

Bugün kimlikleri, dilleri, dinleri, benlikleri konusunda psikolojik bir savaş vermek zorunda kalan Fransa Türkleri tüm bu zorluklara rağmen, kurdukları sivil toplum kuruluşları, düzenledikleri festivaller ve organize ettikleri protestolar ile varlıklarını duyurmak çabası içindedirler. 1970’ten bugüne devam eden mücalelerinde vatandaşlarımız oldukça gerilimli dönemler atlatmalarına rağmen yine de başarılı sayılabilecek bir entegrasyon süreci geçirmişlerdir.

(1) http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/fransa_raporu.pdf, Erişim Tarihi: 9 Temmuz 2012

(2) http://tr.wikipedia.org/wiki/Fransa’daki_T%C3%BCrkler, Erişim Tarihi: 9 Temmuz 2012

(3) http://tr.wikipedia.org/wiki/Fransa’daki_T%C3%BCrkler, Erişim Tarihi: 9 Temmuz 2012

(4) http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/fransa_raporu.pdf, Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2012

(5) http://hodrimeydan.info/index.php/2012-01-16-15-14-36, Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2012

(6) http://www.trf.nu/is-dunyasindan-fransaya-soykirim-yasasi-uyarisi.html, Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2012

(7) http://www.ekonomi.org.tr/fransa-turkiye-ekonomik-iliskileri, Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2012

(8) http://www.mfa.gov.tr/yurtdisinda-yasayan-turkler_.tr.mfa, Erişim Tarihi: 10 Temmuz 2012

(9) http://atilyav.free.fr/uyedernek.htm, Erişim Tarihi: 11 Temmuz 2012

(10) http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/fransa_raporu.pdf, Erişim Tarihi: 11 Temmuz 2012

(11) http://www.habervesaire.com/news/fransa-da-turk-olmak-1614.html, Erişim Tarihi: 11 Temmuz 2012

(12) “Türkiye-Fransa Krizinde Algının Rolü: Fransızların Türkiye Algısı”, ORSAM, No.94, Aralık 2011, s.8, , Erişim Tarihi: 12 Temmuz 2012

(13)http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2133:tuerk-kamu-diplomasisi-ve-fransz-kamuoyu&catid=70:ab-analizler&Itemid=134, Erişim Tarihi: 12 Temmuz 2012

http://www.turksam.org/tr/a2707.html

MK ULTRA PROJECT : Katy Perry’s “Wide Awake” : A Video About Monarch Mind Control

Katy Perry’s music video “Wide Awake” is another offering from the pop music industry that conceals references to Monarch programming within its symbolism. References to this practice occur often in mass media but are often coded using specific symbols and imagery. We’ll look at the hidden meaning of Katy Perry’s “Wide Awake”.

Many articles on this site described how many items of popular culture conceal within their symbolism references to an unknown, horrendous practice: Monarch programming. This technique of mind control seeks to create fully “programmable” individuals and is used by the shadowy elite in fields such as the military, politics and the murky underworld (for detailed information on Monarch programming, read the article Origins and Techniques of Monarch Mind Control). Another area in which mind control (especially Monarch programming) is used is the entertainment business – not only because some celebrities are actual victims of mind control, but because entertainment is used to subtly normalize and glamorize this awful practice through symbolism.

Katy Perry’s video Wide Awake is yet another music video that alludes to the concept of Monarch programming through its storyline and its imagery. While this might not be obvious to most people, those who have some knowledge of the subject of mind control find it extremely blatant.

In many ways, the video resembles works that have been previously analyzed on this site, such as the moviesLabyrinth and Sucker Punch and music videos like Paramore’s Brick by Boring Brick. All of these productions visually represent the inner-world of Monarch slaves through a specific set of symbols: mirrors, butterflies (especially Monarch butterflies), mazes and so forth. Not only do these objects aptly portray psychological concepts, they are actual “trigger images” used in mind control on Monarch slaves. Wide Awake fully utilizes this set of symbols, which gives the storyline a deeper, and more disturbing, meaning.

Most mainstream media articles on Wide Awake say that it is about Katy Perry “navigating the maze of fame”. While this might be true, the video cannot be completely explained without considering the element of Monarch programming. For instance, why is Perry shown at sitting on a wheelchair, completely “out of it” inside a health institution? Probably because there is more to the video than meets the eye. Let’s look at the deeper meaning of its scenes.

Wide Awake

At the beginning of the video, we see Katy completing the filming of her popular video California Gurls. She is wearing her now famous pink wig. She is fully into her “sexy pop star” persona.

Katy is doing what is expected of her in front of the cameras.

When she enters her dressing room, Katy removes her wig, which symbolically represents her switching to another alter (this gesture was also an important part of Lady Gaga’s video Marry the Night). Katy then stares at herself in the mirror for a while – until she dissociates from reality (dissociation is an important part of mind control) and enters a fantasy world. This world is, in fact, the inner-world of Katy Perry’s psyche.

Katy stands at a gateway flanked by two pillars. In esoteric symbolism, pillars guard the entrance of sacred and mystical places. In this case, it is Katy’s own mind.

Katy soon realizes that her inner-world is a dark labyrinth that if full of traps and dangers. She doesn’t appear to know the way inside her own mind. She even gets caught in traps that were placed by her handlers.

During mind control, handlers literally take control of the slave’s mind and can program everything within it. This causes the slave to become a stranger inside his/her own mind as their thoughts are meticulously controlled and programmed.

Katy realizes that she won’t make it through the maze without an important element – one that has been stripped from her during the her programming: Her core persona. Through fireworks emerging from her breasts (of course), she calls for help and her core persona appears before her in the form of a young Katy.

Katy’s core persona is the “real her” (Katheryn Elizabeth Hudson), complete with her values and convictions. It is the personality she had before being subjected to programming. Mind control seeks to strip individuals from their core persona in order to program a new one that will easily comply with orders. Here, Katy has the opportunity of reconnecting with her core persona. It will indeed become her guide.

Katy and her core persona then enter a room full that truly screams out “Monarch programming”.

Katy and little Katheryn find themselves in a room full of mirrors. The dark-and-light floor represents duality, a concept extremely important in mind control programming. The fact that little Katheryn’s reflection does not appear in the mirror emphasizes the fact that the girl is not real, but a part of Katy’s psychology. Katy’s dress is full of butterflies, a rather strong reminder that she is under Monarch Programming.

Looking through the mirror, Katy sees nasty-looking paparazzi. While she is mesmerized by the sight, her core persona realizes that the world around Katy is shattering (inner-worlds of Monarch slaves are programmed by handlers and can be modified or destroyed at will). Desperate, Katy breaks the mirror in front of her and leaves the room, a symbolic act representing her attempting to break out of her programming.

As Katy breaks the mirror, we see butterflies flying off her dress – an image that emphasizes the fact that she is breaking out of Monarch programming.

Breaking Out?

Then next scene is in sharp contrast to the rest of the video. While before it was all about fantasy and mystery, we are now in a cold, sterile health institution. In other words, we appear to be out of Katy’s head and back to reality. Katy appears to be completely “shut down”, sitting on a wheel chair in what appears to be a mental institution. Is this her MK programming site?

Katy looks like what MK victims must look like after enduring the trauma of Mind control . She is totally “out of it” and probably drugged by the strawberry she is holding.

Mind control slaves are subjected to all kinds of torture by their handlers. At some point during the “treatment”, the pain, whether physical or emotional, becomes too much to bear and their brain’s natural response is to dissociate from reality. Handlers actually want their subjects to dissociate as it facilitates programming. They use movies such as Alice in Wonderland and Wizard of Oz to program victims to dissociate “through the looking glass” or “over the rainbow”. Up until now, the video took place in Katy’s dissociative inner-world.

While Katy is somewhat of a zombie, her core persona, little Katheryn, is “Wide Awake” and is determined to get out of there. Some people, however, do not want to see that happen.

Two men with horned heads (see Baphomet) block Katheryn’s way to freedom. Do these non-human, evil-looking men represent Katy’s handlers?

However, Katheryn’s will-power blasts the horned guys away and even brings Katy back to life.

The lyrics of the song convey this sense of liberation from a deceitful and oppressive state of mind. Here’s the first chorus:

I’m wide awake
Yeah, I was in the dark
I was falling hard
With an open heart
I’m wide awake
How did I read the stars so wrong?
I’m wide awake
And now it’s clear to me
That everything you see
Ain’t always what it seems
I’m wide awake
Yeah, I was dreaming for so long

So, at this point, one might ask: Is this video about Katy actually breaking out of mind control? The rest of the video might answer the question.

Upon leaving the institution, Katy and her core persona find themselves back in the fantasy land.

Katy and her core persona are back in the dissociative fantasy land – at the other side of the Labyrinth where things seem nicer.

This cat with hypnotic eyes is a reminder that Katy might still be tightly monitored and under the control of her handlers. The butterflies on Katy’s head are also a good indicator of this fact.

At this point, Katheryn hopes on her bike and leaves Katy.

Katheryn, the core, authentic persona of Katy says goodbye. Why is she leaving? Isn’t our core personality something we should ALWAYS have?

Before leaving, Katheryn leaves Katy a gift … a symbolic gift.

Back in her dressing room, realizes that she’s been given a butterfly. Did her Katheryn give Katy the poisonous gift of being back under mind control?

The butterfly leads us from the dressing room to a stage, before a performance of the song Teenage Dreamss. In other words, Katy (and viewers of the video) have gone full circle and are back at the starting point. This echoes the false rebellion and “escape from nothing” plotlines of other recent music videos, as discussed in The Police State Agenda in Jay-Z and Kanye’s “No Church in the Wild” and Adam Lambert’s “Never Close Our Eyes”. Although a quest appears to have been completed and foes appear to have been defeated, Katy is back in her “sexy pop star” persona, complete with lollipop bras. This is who she is now, a product of the music industry. Her core persona is gone.

Did she learn from something from Katheryn and is now better equipped to face the pitfalls of celebrity? Maybe. However, the orgy of butterflies in the video reminds us that, in the end, she is still under the control of the music industry and the MK symbolism it promotes. Need more proof? Check out her attire while she performed Wide Awake at the MuchMusic Video Awards in Canada.

Katy is basically one big giant butterfly – the ultimate symbol of Monarch Programming.

Monarch butterflies over one eye. That’s like VC 101.

In Conclusion

Katy Perry’s Wide Awake is a prime example of Monarch programming symbolism being promoted in mass media products. While it may be deemed “original” and “imaginative” by many, it is strikingly similar to other MK-themed video analyzed on this site. For instance, Paramore’s Brick by Boring Brick also features a younger (purer) version of the singer, a flurry of butterflies, rooms full of mirrors and so forth. Why are all of these symbols found in these unrelated videos (any countless others)? It is because these symbols are, in fact, related: They are symbols of Monarch Programming mind control. This is the common thread uniting these symbols. It also explains the otherwise puzzling plots of the videos.

Although it is probably the most disgusting and vicious concept known to man, Monarch programming is often referenced in popular culture. And, since Monarch programming is one of the ways the occult elite keeps a stranglehold on many areas, including the entertainment industry, it is often subtly glamorized in mass media. Most people let all of this imagery go straight to their minds without even understanding its true meaning. However, there is one way to not allow these unwanted messages to reach our brains: Be TRULY wide awake.

ORTADOĞU DOSYASI : Ortadoğu Gündemi

Ortadoğu üzerinde ciddi bir biçimde düşünülmesi gereken ve hakkında bilgi sahibi olununca tüm ülkelere faydasının dokunacağı bir kavramdır. Ortadoğu dünya’nın en önemli su ve kara yollarına sahip olması sebebiyle jeopolitik, tek tanrılı dinler başta olmak üzere birçok dine çıkış ve yayılış merkezi olması sebebiyle inançsal, dünya petrol rezervlerinin ve doğal gaz yataklarının büyük bir bölümünü içinde barındırmasıyla ekonomik öneme sahiptir. Bu önemli özelliklere sahip olması sebebiyle tarih boyunca ortadoğu, büyük savaşlara tanıklık etmiştir1.

Ülkemiz açısından da düşündüğümüzde , Ortadoğu’nun çok geniş bir alanda etkisinin olduğunu görürüz. Sadece siyasi politikamızda değil tarihinin ve etnik kökeninin de uluslararası ilişkilerimizde etkisi vardır. Çünkü zaten Türkiye’nin kendisi Ortadoğu diye anılan bölgede yer almaktadır ve hem de dinlerinin bu denli önem arz ettiği bu ülkeler içinde sömürgede olmayan tek Müslüman ülkedir.

Türkiye, 20.yy’a kadar aslında hiç var olmayan ama İngiltere ile Amerika’nın kendi çıkarları doğrultusunda üretmiş olduğu bir kavram olan Ortadoğu’nun kalbindedir. Bir yandan Avrupa kıtasında toprağı bulunan tek İslam ülkesidir.

Haliyle Batı’yla bir şekilde etkileşim halinde olmak zorunda olması kaçınılmazdır. Ortadoğu ülkesi olmasından dolayı da Arap ülkeleriyle yakın bir dış politika izlemek zorundadır. Öte yandan, Türkiye’nin, Sovyetler Birliği’yle de uzun yıllar süren mücadeleleri olmasına rağmen onlarla olan ilişkilerini belli bir düzeyin altına düşürmemek zorundadır. ‘Çok yönlü’ dış politika da zaten Doğu, Batı ve 3.dünya ülkeleri ile iyi ilişkiler içinde olmak, onlara bağımlı olmayan ama ilişkilerini de koparmayan bir politika izlemek demektir. Uygulaması zor bir politika olsa da Türkiye stratejik konumu açısından bunu uygulamaya mecbur kalmaktadır. Türkiye hiçbir zaman o ülkelerle aynı olamaz fakat her zaman da onlarla iyi ilişkiler içinde olmayı başarıp bunun dengesini kurabilirse, izlediği çok yönlü politika amacına ulaşmış olur ve hatta dostluk için aranılan bir ülke haline gelir. Zaten her ülkenin kendi çıkarları doğrultusunda olsun ya da olmasın Türkiye ile dost ülke olma çabasında olduğu bilinmektedir.

Başka bir taraftan da, böyle bir politikayı uygulamak hem yöneticilere hem de halka büyük sorumluluk getirmektedir. Duygularına kolaylıkla kapılabilen ve emperyalist güçlerin oyununa gelen kitleler tabii ki kendi ülkelerine zarar getirirler. Bu yüzden Türkiye uluslararası politikasını devam ettirirken toplumu bu konuda bilgilendirmek için de çeşitli çalışmalar yürütmelidir. Aksi halde, onu sırtından vuracak olan beyni yıkanmış yurttaşlarıyla karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Nitekim şu an Ortadoğu ülkelerinin hemen hepsi bu sorunla karşı karşıyadır. Örneğin, geçtiğimiz yıl Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı genç birinin kendini yakması Arap Baharı’nın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Muhammed Buazizi ölmeden önce ‘Yoksulluğa son, işsizliğe son’ diye bağırmış ve bunun üzerine protestolar başlamıştı. Bana göre, sadece bu söz ve yapılan eylem de Arap Dünyası’nda işsizlik, kötü yaşam koşulları, siyasette dengesizlik gibi önemli sorunların Arap Baharı’nın başlamasına sebep olduğunun göstergesidir.

Tunus’taki ayaklanmalar Bin Ali rejiminin yıkılmasına yol açtı ve ardından olaylar Mısır, Libya, Yemen gibi diğer ülkelere de sıçradı. Zaten Suriye’de var olan çatışmaları ateşledi. Mısır’daki gösterilerden sonra devlet başkanı Hüsnü Mübarek görevi bırakmak zorunda kaldı. Libya’da ise devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin durumu görevi bırakması açısından daha farklı ve hazindi. Koltuğu bırakmakta direnen ve kaçıp, doğduğu yer olan Sirte’de saklanan Kaddafi, muhalifler tarafından ele geçirilerek öldürüldü.

Başta da söylediğim gibi, yaşanan bu olaylarda dini ve kökeni hakkında bilgi eksikliği olup da beyni yıkanmış insanların kendi ülkelerine verdiği zararları gözlemlemek kolaydır. Emperyalist ülkelerin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki aşamalarını ne kadar sistematik, kararlı ve istedikleri gibi yürüttüğü de aşikardır. Fakat aynı zamanda yaşanan bu olaylara tek başına emperyalist güçlerin sebep olduğunu söylemek Ortadoğu insanının demokrasi, iş, eşitlik gibi isteklerine saygısızlık olacaktır. Bahsettiğim politikayı yürütmek zordur fakat önemli olan da zoru olanı başarmaktır. Nitekim Türkiye, bunu hem Osmanlı döneminde, hem Atatürk zamanında, hem de günümüzde başarmaktadır.

Dünya’nın kalbi denilebilecek bu coğrafya en huzurlu dönemini Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti altındayken yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun fethettiği bölgelerde yaşayan insanlara zor kullanmaması, onlara kendi dillerini, dinlerini ve kültürlerini yaşamada özgür bırakması bu huzurun temel kaynağıdır. Ortadoğu’nun büyük bir bölümünde İslamiyet’in yaşanıyor olması da Osmanlı İmparatorluğu için bu bölgenin hassasiyetini artırmıştır.2

Cumhuriyet döneminde ise Türkiye’de ki laikleşme, batılılaşma ve hilafetin kaldırılması bazı Müslüman halklarda tepki yaratmasına karşılık, bu halklar arasında Türkiye’nin başarılarını kendilerine örnek almak isteyenler de bulunuyordu. Bu düşüncede olanlara göre, Türkiye emperyalizme karşı savaşmış ve zafer kazanmış bir Müslüman devletti. Türkiye’nin bu hareketi kendi ülkeleri için örnek olabilirdi. Türk Milleti ve onun lideri Mustafa Kemal gerçekleştirdiği inkılabla henüz kendini bulamamış, hayatına yön verememiş milletlere, özellikle doğu dünyası ve üçüncü dünya ülkeleri için büyük bir tecrübe kaynağı ve rehber olmuştur.3

Günümüzde ise Ortadoğu’da ki gelişmeler ve bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Ortadoğu stratejisinde daha aktif bir rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan biridir. Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli etnik gruplarla temas halinde olması, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi, Filistinlilerle yakın ilişkiler geliştirmesi gibi gelişmeler günümüzde Türk diplomasisinin başarılı bir örneğini oluşturmaktadır. Özellikle Batı ile olan ilişkilerimiz açısından Arap Baharı’nın olumlu etkileri olmuştur.

Sonuç olarak; Türkiye, Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerini milli çıkarlarını ön planda tutarak değerlendirmek ve tanımlamak durumundadır. Bunu yaparken de hem kendi çıkarları doğrultusunda hem de karşılıklı menfaatleri açısından olumlu adımlar atmış olacaktır. Tarihte gözlemlediğimizde bu politikayı izleyen hiçbir devlet zarar görmemiş ve refah düzeyini artırmıştır.

1-ÖZER,Günümüzde Ortadoğu’da Toplumsal Çatışma.
2-ÖZER,Günümüzde Ortadoğu’da Toplumsal Çatışma.
3-TÜRKMEN,Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası.

SURİYE DOSYASI : Suriye İkinci bir Irak mı ?

Türkiye’nin F-4 tipi jetinin Suriye tarafından düşürülmesiyle daha da gerginleşen Türkiye-Suriye ilişkileri, Türkiye’nin Suriye krizinde rolünü daha da artıran bir dönüm noktası oldu. Her ne kadar şimdilik Türkiye’nin Suriye içine asker gönderme ihtimali görünmese de son olaylar ışığında Ankara’nın Suriye konusunda uluslararası platformlarda liderlik yapmaya devam edeceği, yakın veya uzak gelecekte Esad’ın sona erecek rejiminin sonrasındaki ‘değişim’ sürecinde, gerek iç barışın sağlanması gerekse ülke bütünlüğünün sağlanması noktasında üstüne büyük ödevler düşeceği kesindir.

Bu bağlamda, Türkiye’de gündemi kaplayan Suriye gelişmelerinin ABD’nin Irak işgali ve sonrasındaki kaos durumu ile karşılaştırılmasının giderek yoğunluk kazanması dikkat çekicidir. Türkiye’de birçok köşe yazısında özellikle son zamanlarda sürekli olarak atıf yapılan 2003 Irak Savaşı’ndaki ABD’nin rolü ve sonrasında içine düştüğü durum ile Türkiye’nin böyle bir tehlikenin eşiğinde bulunduğunu iddia eden endişeli bazı entellektüellerin soruları detaylı bir cevabı haketmektedir. Bu bağlamda, Suriye ve Irak konularını inceleme ve farklarını ortaya çıkarmanın elzem olduğu görülmektedir. Aşağıda, bu farkların en azından önde gelenleri tartışılmakta ve ileriye doğru acilen alınması gereken bazı önlemler sunulmaktadır.

Uçuşa yasak bölge, K. Irak’ta olmadığı gibi Suriye’de de çözüm olmaz? 1991’de, 1. Körfez Savaşı sonrası K.Irak’taki Kürtleri Saddam’a başkaldırtan sonra da Saddam’ın yeni bir Halepçe katlliamından Kürtleri korumak icin kurulan ‘uçuşa yasak bölge’ 2. Körfez Savaşında Saddam yıkılana kadar kalkmadı. Birçokları buradan yola çıkarak, şimdi Suriye içinde de Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO -birbirine emir-komuta zinciriyle sıkı biçimde bağlı olmayan, Suriye rejimi ordularından ayrılanlar ve yerel halktan oluşan milisler), sığınması için açılacak bir bölümde kurulacak bir uçuşa yasak bölgenin aynı şekilde masraflı, uzun sürecek ve bir işe yaramayacak çözüm olacağı ileri sürülmektedir. Öncelikle hatırlatmak gerekir ki, 1991’de uçuşa yasak bölge kurma çalışması, Körfez Savaşında Bağdat’a girmekten vazgeçen ABD tarafından 1991’de Saddam’a karşı kalkışmaları için teşvik edilen ama sonradan gerekli şekilde desteklenmeyen Kürtlerin korunması için Batı ve özellikle ABD’nin yaptığı kendi ‘hatasını’ sonradan ‘düzeltme’ hareketi idi. Ne önleyici bir hareket idi ne de Saddam’a başkaldırıp, iktidardan etmeye çalışan isyana emniyetli bir alan kurulması projesi idi. Bugün bakıldığında Irak’ta en istikrarlı bölgenin Irak Bölgesel Kürt Hükümeti (IKBY) olması, uçuşa yasak bölgenin çok da boşa gitmediğini göstermektedir.

Yaygın isyan hali: İkinci en büyük fark ise, 1991 Körfez Savaşı ile ikinci Körfez Savaşının yapıldığı 2003 yılları arasında hiçbir zaman isyancılar, şimdi Şam’da gördüğümüz gibi ne savaşı Bağdat’ın merkezine taşıyabilmiş ve ülkenin önemli bölgelerini kontrolleri altına alabilmişti ne de Irak işgali öncesinde aylarca süren protestoların kurşun, top ve tanka karşı 1.5 yılı aşkın bir zaman devam ettirebilmişlerdi. Sayısız protestolar, 17 ay sonra Suriye’de hızını ve çapını artırarak devam ederken, isyancıların silahlı kolu olan ÖSO ülkenin birçok bölümünde doğal güvenli bölgeler oluşturmuş durumdadır. Bu tür bir isyanın hiçbir özelliği, Saddam’a karşı yaşanmamıştı.

Irak İşgali vs. Suriye Devrimi: Kilit fark, denebilir ki, Irak bir işgale kurban gitmişken, Suriye’de tamamiyle halktan yükselen, Arap dünyasındaki değişimden büyük oranda etkilenerek, hatta görüldüğü üzere zamanından önce ve herhangi bir öncü örgütlenmeden yoksun olarak aniden parlayan bir devrim ateşi olmasıdır[1] ve iki ülkede yaşananların dinamikleri tümüyle farklıdır.

2003 Irak İşgalini onyıllarca İngiltere ve Amerika’da yaşamış Ahmet Çelebi gibi kimselerin yarattığı tabloya aldanan ve kendilerinin güllerle karşılanacağını düşünen kişiler organize ederken, şu an uluslararası toplum tarafından en çok tanınan Suriye Ulusal Konseyi (SUK) dahi Suriye içindeki protestocular tarafından yeteri kadar aktif ve sokakların taleplerine cevap verir düzeyde bulunmamaktadır. Şimdiden söylenebilir ki, Suriye Ulusal Konseyi, çok yakın zamanda Suriye sokağı ile bağlantıyı kuramazsa, Esad sonrası dönemde kendilerine ayrılacak rol çok küçük kalabilir. Tam da bundan dolayıdır ki önceki hafta içinde SUK’un ilk ve bir önceki başkanı Burhan Galyun’un da bulunduğu bazı SUK üyelerinin Hatay’da bulunan Suriyeli göçmenlerin kampına gitmesi ve oradan da ilk kez Suriye topraklarındaki Idlib’te ÖSO üyelerini ziyaret ederek birlikte birkaç kasabaya gitmeleri önemlidir. Suriye içinde bunun yanısıra dört kuvvetli yerel Devrim örgütünün, giderek artan bir şekilde Suriye rejiminin kontrolü dışına çıkan bölgelerde koordine olarak sivil halkın ihtiyaçlarını gidermeye çalıştıkları bilinmektedir.[2]

Irak halkı ‘işgal’ istemiş miydi? Irak halkının kaçta kaçının gerçekten işgal ordusu istediğinden hiçbir zaman haberdar olamadık. Zaten Bush yönetimi de Irak işgaline karar verirken, Irak halkının işgal ordusu isteyip, istemediklerine o kadar ilgi duymadı. Bundan dolayı da Ahmet Çelebi’nin aslında tek başına ABD yönetimini aldattığına inanmak, Amerikan devletini ve karar alma organlarındaki profesyonellerin işlerini bilmediklerini sanmaktır. Amerika’nın en tepesindeki siyasi liderler 11 Eylül sonrası Afganistan savaşıyla yatışmamıştı. Saddam’la eskiden kalan bir hesabı da, Amerikan milli güvenliğini tehdit raporlarıyla hedef haline getirebildiler. Belki çoğu, zamanın dışişleri bakanı Colin Powell gibi gerçekten da Irak’ın dünyayı yerle bir edecek silahlara sahip olmak üzere olduğuna inanmış da olabilir. Özellikle 11 Eylül sonraki o korku ve ‘bir daha asla ABD’ye saldırılmasına izin vermemeliyiz’ atmosferi altında bu duygu gelişmiş olabilir. Bu tablonun, şimdi Suriye’de yaşananlarla neredeyse uzaktan veya yakından alakası bulunmaktadır. Suriye halkı, 2011 yılının sonbaharından itibaren her hafta, benim de kendi gözlerimle şahit olduğum üzere kendi ve çoğu yerel olan isyancı güçlerinin silahlandırılmasını ve yabancı müdaheleyi talep edici protestoları artırarak devam ettirdiler. Şam’ın gettolarında 2012 yılının başında görüştüğüm ÖSO liderlerinin çoğu, bu yerel özelliklerini beni mahallelerinde bulunan kendi evlerinde ağırlayarak ispat ettiler. Bu isyan Kürtlere ve birçok azınlık mensuplarına da sıçradı. Esad’ın gideceği daha çok belirginleştikçe halkın çoğunluğunun da bu yöne kaymaya devam ettiği görülmektedir.

Irak İşgali sonrası yapılan hatalar: Irak İşgalinin kolaylıkla gerçekleşmesi ve Saddam’ın iktidardan indirilmesi hızlı gerçekleşmişken, sonraki dönemde yapılan ordunun tümünün lağvedilmesi gibi yanlış politikaların Irak’ı özellikle sonraki yıllardaki kaos dönemine soktuğu unutulmamalıdır.

Tarihi perspesktiften farklılık: Osmanlı zamanında Bilad-ı Şam olarak adlandırılan Suriye, coğrafi bir realite ve ağırlık merkezi iken, Irak Osmanlı sonrası dönemde adeta Suudi Krallığı ve Faysal ailesini memnun etmek üzere İngiliz kolonyal içgüdüleriyle yarı-Monarşi şeklinde kurulmuş yapay bir ülke ve toplum projesidir. Suriye’de her zaman için bir milliyetçilik söz konusu iken, Irak tarzı Şii, Sünni ve Kürtler arasında Saddam dönemindeki gibi bir ayrışmaya tabi tutulmamıştır. Suriye’deki Baas rejimi Irak’tan farklı olarak, sadece %10-12’lik bir Nusayri azınlığa sahip olduğu için, Suriyeli Baas rejimi Sünnilerle daha çok ittifak yapmak zorunda kalmış, Sünni burjuvaziye dayanmış, Sünniler önemli oranda rejim ordusunda yer almış ve almaya devam etmektedir. Bu açılardan, Kahire’de gerçekleşen Suriye muhalifleri toplantısında alınan kararlardan birinde işaret edildiği gibi, katliamlara ortaklık etmiş rejim görevlileri ve askeri otoriler haricinde Suriye ordu kuvvetlerinin lağvedilmemesi önerilmiştir. Suriye halkının isyan nedeni zaten demokrasidir ve hedeflenen ‘demokrasi ihraç etmek’ değil, bir ulusu kurtarmaktır.

Suriyeli isyancılar silahlandırılmamalı mı?: Öncelikle Suriyeli isyancıları silahlandırma konusunda Türkiye aktif davranmazsa alanı Suudi Arabistan ve Katar’a bırakacaktır. Bu iki Körfez ülkesi de isyancılara para ve silah akıtacaklarını ifade etmişlerdir. AK Parti hükümeti, yaz sonu itibariyle Esad yönetimi ile ilişkileri kesme stratejik kararını almıştır ve bu kararı alırken yaklaşık 7 ay durum değerlendirmesi yapmıştır. Türkiye’nin katliamlara başladığından ancak 7 ay sonra Esad’la bağını koparmasını ‘çok çabuk’ olarak değerlendirenlerin çokluğuna şaşmamak elde değildir. 7 ay değil, halen şimdiye kadar ilişkiler devam mı ettirilmeliydi? Sivil halkına hergün silah doğrultan bir rejimle ilişkiyi sürdürmek için kırmızı çizgi ne olmalıdır? 7 aylık katliam ve henüz 5 bin ölü varken kesmesini çabuk görenler örneğin bugün 15 bin ölüye ulaşıldığında da Esad ile diyalog yolunu mu salık vereceklerdir? Yoksa ilelebet böyle bir politikaya karşılar mı?

Diğer taraftan Suriye protestoları, çok açık ve net şekilde barışçıl şekilde aylarca devam etmiş, buna karşılık rejimin ateş gücü, tutuklamaları ve akıl dışı baskıcı yöntemlerine maruz kalındıktan sonra 2011’in yaz sonu silahlanmaya doğru bir evrim yaşamaya başlamıştır. Tam da bundan dolayı isyan ülkenin büyük bir bölümüne yayılmış ve benim bizzat tanıştığım ve birçok uzmanın belirtiği gibi yerel halktan oluşan milis birlikleri ile protestocuları koruma misyonundan yola çıkılmıştır ama bu büyüyerek devam etmiştir. Bu aşamada silahlandırmaya karşı çıkmak bir anlamda yaydan çıkmış bir oka geri dönme emri vermektir. Şu an yapılacak en zeki politika ise o oku hedefine yöneltici reçeteler hazırlamak ve uygulamaktır. Bu da, ÖSO ile olabildiğince yakınlaşarak, radikalize olmalarına engel olurken, yapılacak yardımların tam da ihtiyaçları olan noktalara yoğunlaşılmasıdır. Açıkçası isyancıların silahlandırılması politikası, başkaldırmış bir halkı terörize etme konusunda profesyonelliğini ispat etmiş bir rejime karşı o halkı korumanın son çaresi olarak karşımızdadır.

Türkiye İsyancılara yardım etmekle, kendi çıkarına hareket etmektedir: Meselenin nirengi noktalarından biri ise, Suriyeli isyancıların Türkiye’nin yardımı olmasa da eninde sonunda Esad rejimini devirecekleri gerçeğidir. Bu gerçeği, Suriye’ye yaptığım ziyaretten kendi kendime gördüğüm gibi, Batı ve Doğu’da yayınlanan objektif raporlarda da isyanın giderek yayılmasından anlaşılmaktadır. Örneğin, Washington DC’deki Harb Çalışmaları Enstitüsü (Institute for the Study of War) Suriye uzmanı Joseph Holliday’e göre şu anki Özgür Suriye Ordusu sayısı 40 bin civarındadır. Holliday’in Mart ayı başında yaptığı önceki brifingde bu sayıyı 10 bin olarak belirtmesi oldukça dikkat çekicidir. Şu an itibariyle Suriyeli isyancılar Halep’ın kuzeybatısındaki Cisr es Şukur, Idlib’ın kuzeyi, Humus’un kuzeyindeki Rastan ve güneybatısındaki al-Kusayr, Şam’ın kuzeyindeki Al Kalamoun bölgesinin kırsal alanları özellikle Lübnan sınırındaki büyük bir bölüm, ve Deraa’nın çevre kırsal alanlarındaki büyük boşluklarda doğal güvenli bölgeler kurmuştur.[3] Hatta, Suriye içinden ilk elden bir kaynağın 26 Haziran günü bildirdiğine göre Antakya’dan Suriye’nin Halep’ine kadar geniş topraklar Özgür Suriye Ordusu kontrolü altında kurtarılmış bölge şeklini halini almıştır. The Economist dergisi de 7 Temmuz 2012 sayısındaki ‘Suriye’de rüzgar değişiyor’ başlıklı yazısında, bir BM uzmanına dayanarak Suriye rejiminin Suriye topraklarının %40’ını kontrol edemediğini ifade etmiştir.[4] Diğer taraftan son günlerde giderek Şam’ın merkezinde mutad hale gelen ve giderek şiddetlenen çatışmalar da isyancıların rejim için geldiği tehdit edici boyutun ciddiyetini göstermektedir. Tabi bütün bunların üstüne, yine son zamanlarda artarak devam eden orduyu terkeden üst ve orta derecedeki subaylar da ordudaki moralin hızla düşmeyi sürdürdüğünü göstermektedir. Türkiye, Suriyeli muhaliflere veya sığınmacı halka kucağını açarak hem zülüme karşı tavır almakta, hem Esad’ın gidiş sürecini hızlandırmakta hem de Türkiye’nin milli çıkarını düşünerek Suriye’nin geleceğine yatırım yapmaktadır.

Bütün bunlar Esad sonrasının emin, kolay ve acısız olacağını ileri sürmemektedir. Ama bütün bunlar, Esad rejiminin daha uzun bir zaman Şam’da kalmasıyla, Suriye’nin geleceği ile ilgili şu anki mevcut kaygıların daha da vahimleşeceğini üstüne basa basa iddia etmektedir. Örneğin, kimse, şimdiye kadar, Esad rejimine dokunulmadığında mezhepsel bir katliamın nasıl durdurabileceği noktasında pek de bir çözüm sunamamıştır. Esad rejimi yönetimde kaldıkça kendisine bağlı rejim askerleri protestoculara karşı acımasız metodlarını devam ettirecek, tutuklama ve hatta hava kuvvetlerini de kullanarak isyancı güçlerin üstüne gideceklerdir. Bu açıdan bakıldığında, süregiden çatışmalar, özellikle Esad rejiminin düzensiz ve bir o kadar da acımasız olan Şabiha birliklerinin Hula ve Qubair’de görüldüğü üzere mezhepsel ayrışmayı artırıcı katliamları toplumdaki farklılıkları giderek derinleştirecek, düşmanlıkları perçinleyecek ve ülkenin ordusu ve altyapısının yıkımı devam edecektir. Yani mevcut durum değiştirilmelidir, Esad’ın liderliğindekiığı her senaryo, şu an sorun olarak gördüğümüz meselenin daha da kronik hale gelmesidir.

Esad giderse Irak’takine benzer iç savaş yaşanır: Suriye’nin Irak savaşıyla karşılaştırıldığında en korkulan olası sonuçlardan birinin, Saddam sonrasında Irak’ta yaşandığı gibi, Esad sonrası Suriye’de de mezhebe dayalı bir iç savaşın yaşanabileceğidir. Öncelikle, bir önceki paragrafda ifade edildiği üzere, Suriye rejim kuvvetleri, demokrasi ve özgürlük talebiyle başlayan isyanı, özellikle Nusayriler ve diğer azınlıklara yaslanarak bir mezhepsel bölünmeye dönüştürmeye çalışmaktadır. Diğer taraftan, Irak ve Suriye’nin demografilerine baktığımızda, Irak’ta, Amerikan askerlerinin işgaliyle Sünni Arap toplumun, nüfusun %25’lik kesimini temsil etmelerine rağmen kendilerinin olduğuna inandıkları devletin Amerikan işgal kuvvetlerinin yardımı ile %60-65’lik kesimi oluşturan Şii’lerin eline geçeceğini anlamaları sonrası, El Kaide gibi örgütlerin varlığıyla, devleti geri almak savaşına girişmeleri sonrası, 2005’ten 2008’e kadar süren oldukça kanlı bir iç savaş yaşanmıştır.

Suriye’ye baktığımızda ise demografinin oldukça farklı olduğu görülmektedir. Suriye’nin %75’inin Sünni olduğunu ve ancak %10’luk bir azınlığın Nusayri olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü Hristiyan, İsmaili veya Dürzü gibi azınlıkların Nusayri azınlık gibi sıkı bir şekilde Esad rejiminin arkasında olduğunu söylemek doğru olmaz. Tam tersine, örneğin Salemiyeh gibi İsmaili, Alevi, Hristiyan ve Sünnilerden oluşan Suriye’nin güneyinde bulunan bölgesinde protestolar devam etmekte, Cenevre’de ABD, Rusya, Çin, Türkiye ve başka ülkelerin katıldığı toplantının yapılıp, ‘Birlik Hükümeti’ üzerinde anlaşıldığı gün, bu kentteki sivil protestoculara saldırılar devam etmektedir. Şam’a yakın Nusayri yerleşim birimi Masaken Barzeh’te içinde olmak üzere protestolara katılan Nusayri yerleşim birimleri ve hatta Nusayri kesimden toplumda tanıdık bazı simalar bulunmaktadır. Örneğin Nusayri kadın aktör Fadwa Soliman, feminist Hanady Zahlout, uzun süreli muhalifler Habib Saleh, Samar Yazbeck, Louai Hussein bu isimler arasında sayılabilir.[5]

%10’luk bir azınlığı oluşturan Nusayrilerin, bu bağlamda, geri kalan büyük çoğunlukla, Irak’takine benzer şekilde iktidar mücadelesi yapmasının çok zor olduğu ortadadır. Özellikle Türkiye ve ABD’nin muhakkak yoğun çalışmaları da dahil olmak üzere ciddi bir teşrik-i mesainin Suriyeli muhalifler ile yapılarak, Esad sonrası dönemin bir intikam alma iç savaşına dönüşmeden, bir toplumsal uzlaşının altyapısının kurulmasının mecburiyeti ortadadır.

Esad sonrası kaos mu?: Yukarıda değindiğimiz iç savaş korkusunun bir başka yönü de Esad sonrası kimin başa geçeceği veya kaos ile karşılaşıp karşılaşmayacağımızdır. Öncelikle, Esad sonrası dönemde tam olarak kimin Esad’ın yerini dolduracağı şu an itibariyle kimse tarafından tahmin edilememektedir. Bizzat konuştuğum düzinelerce Suriyeli muhaliften net bir cevap almak mümkün değildir. Örneğin Joseph Holliday bu soruyu cevaplarken şu anda doğal olarak oluşmuş bulunan kurtarılmış bölgelerin giderek daha büyüyeceğini ve güçleneceğini tahmin ederken, bu bölgelerdeki liderlerden birinin geleceğin lideri olabileceğini tahmin etmiştir. Suriye rejiminin baskısından kaçmak amacıyla mecburen ortaya çıkan bölünmüşlük ve emir-komuta zincirinden mahrum olma durumunun negatif etkilerinden başka, Esad sonrası dönem için bazı olumlu neticeleri de vardır. Bunlardan ilki, bazılarının seküler bazılarının ise daha İslamcı olduğu bu kadar farklı devrimci yapıların, Esad sonrası dönemde oluşması beklenen çok partili dönemde, ülkenin farklı bölgelerinden ve altyapısı olan çevrelerden oy olmak için yarışacak doğal partilerin oluşturabileceği yönündeki beklentileri kuvvetlendirmesidir.

Bunun dışında, SUK’un, Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir Konsey olduğunu hatırlatmamızda yarar var. Müslüman Kardeşlerin, 1982’deki Hama katliamı sonrasında Esad tarafından yurtdışına çıkarılmasına rağmen sıkı bir örgütlenmeye sahip olduğu bilinmekte ve Esad sonrası dönemde bu grubun ağırlıklı olacağı beklenmektedir. Bu açıdan, SUK’un Suriye’de, Esad sonrası dönemde, kendisini içeriye enjekte edeceğini tahmin etmek güç değildir. Suriyeli muhaliflerin Kahire’de geçtiğimiz hafta yaptıkları toplantıda üzerinde anlaşabildikleri üç maddelik harita her ne kadar yetersiz olsa da, en azından bir vizyonun bulunduğunu göstermektedir. Hiç şüphesiz, Esad sonrası dönem planlamasına daha çok ağırlık vermenin zamanı gelmiştir.

Görüldüğü gibi, mesele, Suriye isyanını başlatmak veya kuvvetlendirmek meselesi değildir. Suriye Devrimi, 17 ay önce başlattığı yangını devam ettirecektir. Bu konuda daha çok ilgili hale gelen Türkiye’nin bir an önce Esad sonrası planlama bağlamında Suriyeli muhaliflere yardım etme ve yol göstermesi elzem olmasıdır.

Sonuçta, Türkiye’nin bugün geldiğimiz noktada Suriyeli isyancıları desteklemekten başka şansı yoktur. Esad’ın gidip gitmeyeceği değil, nasıl ve ne zaman gideceği soruları ön almıştır. Bu soruların cevaplarının yakın gelecekte alınması beklenmektedir. Önceki hafta Cenevre’de yapılan Suriye Eylem Grubu toplantısında çıkan ‘Birlik Hükümeti’ planlarının uygulanıp, ‘değişim sürecinde’ Esad’ın görevi bırakıp, bu problemin yumuşak bir inişle çözülmesi en ideal ama gerçekleşmesi de bir o kadar zor bir yol olarak görünmektedir. O zaman Esad sonrası ‘çıkış planı’ nın Ankara’da şimdiden yapılması gerekmektedir.

Türkiye’nin, bugün itibariyle Suriye’ye ne ölçüde askeri bir müdahale yapacağı veya yapıp yapmayacağı belli değildir. Ama bilinen, Esad sonrası dönemde, bu sona giden yolda en ciddi rolü almış aktör olarak en ciddi rolü oynacağıdır. Amerikalıların ‘ulus inşası’ görevini, asker botu göndermeden, ‘dışarıdan devlet kurma’ değişim sürecine en ciddi yardımı istenen aktör yine Türkiye olacaktır.

Bu konuda, tabiatıyla Türkiye’nin böyle bir ciddi role hazır olup olmadığı ve ne kadar personelini bu eğitim, inşa ve geçiş dönemine hasredebileceği büyük soru işaretleri barındırmaktadır. Türkiye’deki düşünce kuruluşlarının şimdiden bu konuya eğilmeye başlamaları elzemdir. Bir başka elzem olan konu ise, yukarıda da değindiğimiz gibi, Türkiye’nin ‘Esad sonrası’ döneme kendini de hazırlaması, bu konuda son zamanlarda oldukça iyi ilişkilere sahip olduğu Amerika ile çalışmalara, SUK’u da yanına alarak başlamasıdır. Kısacası artık Esad’ın ne zaman ve nasıl gideceği sorularının yanı sıra, gittikten sonraki sürecin de planlaması yapılmasının zamanın geldiği anlaşılmalıdır.

DİPNOTLAR

[1] 2012 yılının Ocak ayında ziyaret ettiğim Şam’ın gettolarında görüştüğüm ve isyancılara lojistik destek sağlamakla görevli üst düzey bir Abu Mazen kod adlı üst düzey bir sorumluya, bir yıl önceki örgütlenmeyi sorduğumda, gözlerime bakmış ve isyandan önce rejimi devirmeye yönelik hiçbir çalışmanın olmadığını itiraf etmişti.
[2] Suriye’nin geneline yayılmış dört ana devrim konseyi bulunmaktadır: 1. Yerel Koordinasyon Komiteleri (LCC) 2. Suriye Devrimi Genel Komisyonları (SRGC) 3. Suriye Devrimi Yüksek Konseyleri (SCRV) 4. Özgür Suriye Ordusu (FSA)/Yüksek Askeri Konseyi (HMC)
[3] Joseph Holliday, Syria’s Maturing Insurgency, http://www.understandingwar.org/report/syrias-maturing-insurgency
[4] The tide begins to turn, Jul 7th 2012, the Economist, http://www.economist.com/node/21558276?fsrc=scn/tw_ec/the_tide_begins_to_turn
[5] Syria One Year After the Beginning of the Revolution (Part II) http://syriafreedomforever.wordpress.com/2012/05/20/syria-one-year-after-the-beginning-of-the-revolution-part-ii/

TARİH /// B. GÜLTEKİN ÇETİNER : Osmanlı Neden Borçları Ödeyemedi ?

B.Gültekin ÇETİNER

Anadolu’dan ve Osmanlı coğrafyasından toplanarak içerisine Osmanlı memur ve askerinin alınmadığı Düyun-u Umumiye binasına getirilen altınlar bina dışındaki güvenliğe rağmen bu binadan nasıl dışarıya kaçırılıyordu?

Elbette Osmanlının batırılışı BDPS’nin kurulduğu ve Osmanlının kendi parasını borçsuz basamaz hale geldiği Tanzimat dönemiyle başlar. Osmanlının ekonomik olarak batırılması için gerekli alt yapı bu para sistemiyle sağlanmıştı. Ancak Osmanlının özellikle yurt dışına borçlandırılması ve borcunu ödeyemez hale getirilmesi gerekiyordu.

Bu yazının, son taksidi 1954 yılında biten ve koca imparatorluğu sömürge haline getiren Düyunu Umumiye borçlarının neden Osmanlı döneminde bitirilemediğine ışık tutacağını umuyoruz.

Osmanlıyı borcunu ödeyemez duruma getirme noktasında girdiği Kırım savaşı, lüks harcamaları gibi mevcut bilgilerin yanında çok önemli bir bilgiye ulaştım geçtiğimiz günlerde.

Hafta sonu ÖSYM sınavında denetleme görevim sırasında eski Düyun-u Umumiye Binası bugünkü İstanbul Lisesi’nde çok ilginç gözlemlerim oldu. İstanbul Lisesi’ndeki idareci arkadaş tarihi bina hakkında ayrıntılı bilgiler verdi ve binayı gezdirdi. Bu binayı ve aşağıdaki paylaşacaklarımı gördükten sonra “Osmanlı nasıl battı?” sorusundan daha çok “Osmanlı nasıl batırıldı?” başlığı daha uygun olacak. Hatta buna “Osmanlı neden borçlarını ödeyemedi?” sorusunu da ekleyebilirsiniz.

Bu güzel tarihi bina zamanında Düyun-u Umumiye olarak inşa edilen binaymış. Düyun-u Umumiye yani bugünkü adıyla Genel Borçlar İdaresinin Osmanlıyı batırma sürecindeki en etkin kurum olduğunu bilmeyen yoktur. Hatta dilimize ödenemeyecek borçlar için kullanılan meşhur “Düyuna kaldı” sözleriyle de geçmiş bu kurumda çok önemli bir ayrıntıyı vereceğiz.

Ama önce tarihten biraz hatırlatma yapalım.

Bugün kullanageldiğimiz zamanında içlerini paşa ailelerinin doldurduğu pek çok yalı, tarihi konaklar ve büyük binalar Osmanlının Lale devri dediğimiz yapısal büyüme ve en önemlisi borçlanma dönemine ait eserlerdir.

Bildiğiniz gibi Osmanlıyı batıran sistem BDPS’ydi. Tanzimat döneminde (3. Mustafa Dönemi) Maliye alanındaki ıslahatlar içerisinde 1757 yılında eshamı tahvilat adı altında bugünkü bildiğimiz devlet tahvilleriyle borçlanma süreçleri yerleştirildi. İç borçlanmalar/bankerlere borçlanmanın yolu böylece açıldı. Para artık borca dayalı basılmaya başlandı.

Adı Osmanlı fakat kendisi İngiliz ve Fransız ortaklığı olan Osmanlı Bankasının kuruluş süreçlerini de bilmeyen okurlarımızın araştırmalarını tavsiye edelim.

Ölüm döşeğindeyken “Beni kadınlarımla kızlarım bitirdi” diyen Abdülmecid döneminde adeta iç borçlanmanın zirvesine erişildi. Başta Serfiraz sultan olmak üzere sadece saray değil o dönemdeki devlet erkanının lüks hayatı nice Lale Devri hikayesine konu oldu ve olmaya devam ediyor.

KRS’yi biliyorsunuz. Bankalar aynı parayı defalarca kredi olarak vererek her kredi verdiklerinde yeni sanal para yaratıyorlar. O zamanki bankerler de başta devletin kendisi olmak üzere hemen diğer devlet erkanına yarattıkları sanal paralarla borca dayalı olarak yeryüzü cenneti sundular.

Tabi bu borçların geri ödemesi de olacaktı. Faizleriyle birlikte. Derken İngilizlerin de kışkırtmasıyla Ruslarla girilen Kırım harbini finanse edecek para da bulunamayacaktı.

Neticede içeride bankerlere borçlanıldığı yetmiyor gibi dışarıya da borçlanma gerçekleşti.

Artık Osmanlı hem iç hem de dış borç kıskacına alınmıştı.

Yapılacak en önemli iş bu yağlı müşterinin borçlarını ödeyememesi için elinden geleni yapmaktı. İç borçların alacaklıları Osmanlı ülkesinin kendi içinde olduğu için belki imparatorluğu dize getirmek için yeterli olmazdı. Ancak dış borçların mutlaka bir şekilde Osmanlı tarafından geri ödenememesi gerekiyordu.

İşte bu noktada yazımızın başında bahsettiğimiz Düyun-u Umumiye binasına gelelim.

İstanbul Cağaloğlu’nda Valiliğin yukarısında İstanbul Lisesi’ne yolunuz düşerse en altta zindanlar ve o zaman hazine odası olarak kullanılan yerleri mümkünse gezmenizi tavsiye ederim. Yaklaşık 3 metre en, 4 metre boy ve 5 metre yüksekliğe sahip hazine dairesinde 1500 ton altın sığabilecek durumda. Çelik kapısını 2 kişinin zorlukla kapatabildiği hazine odasına bugünün fiyatıyla 140 milyar TL değerinde altın sığabilir.

Gelelim alttaki hazine dairesinin birkaç adım ötesindeki zindana. Bu zindana girdiğinizde bir tünel ağzı görüyorsunuz. Bu tünelin ucu nereye kadar gidiyor dersiniz? Tahmin edemeyenler için söyleyelim. Sarayburnu’na yani deniz kenarına… Oradan da gemilerle yurt dışına ya da içerideki bankerlerin kasasına tekrar Osmanlıya borç vermek için.

Düşünebiliyor musunuz? Birileri cebinizdeki paranızı sizden çalıyor ve tekrar size faizli borç veriyor. Denilene göre Düyun-u Umumiye Binasına kesinlikle Osmanlı memuru veya askerini almıyorlar. Neden almadıkları da belli. Alttaki dehlizdeki faaliyetlerden haberdar olmaması için. Bu dehlizler iki adet bulunuyormuş ancak üzerlerine gidilip araştırma yapılmamış.

Sadece Anadolu değil tüm Osmanlı topraklarında Müslümanların dişinden tırnağından artırıp dış borç bir an önce kapatılsın diye toplanan altınlar demek ki Düyun-u Umumiye’deki bu dehliz vasıtasıyla dışarıa kaçırılıyordu. Bu şekilde Osmanlının borçlarını hiçbir şekilde geriye ödeyememesi garanti altına alınmıştı.

Osmanlı halkından toplanarak içerisine Osmanlı memur ve askerinin sokulmadığı Düyun-u Umumiye’ye getirilen altınlar binadan kuvvetle muhtemel bu dehlizler yoluyla kaçırılıyordu.

Bu tüneli gördükten sonra halk arasında meşhur “Düyuna kaldıysa” ifadesini çok daha iyi anlıyorsunuz. Dipsiz kuyu gibi. Borcunuzu ödemek için parayı adeta dipsiz bir kuyuya biriktirmeye çalışıyorsunuz ama attığınız altınlar bir boru içinde yuvarlanıp size borç verenin kasasına gidiyor.

Düşünüyorum da o zaman yaptıkları bu soygunu bugün kağıt dolarları ve elektronik bankacılık (EFT) ile kolaylaştırılmış KRS üzerinden isteyerek yaptırıyorlar. Cari açıkları karşılamak ve bankaların yurt dışından sıcak para trafiğini finanse etmek için Yastık altındaki altınları Merkez Bankası’nda toplayıp yurt dışından gelecek kağıt parçası dolarlarla değiştirmenin başka anlamı var mıdır?

Ha bir de unutmadan söyleyeyim. Binaya giderseniz mutlaka Şeref Salonunu da geziniz. Topkapı Sarayı, Haliç, Galata, Boğaz, hatta karşı tarafta Küçük ve Büyük Çamlıca olmak üzere İstanbul tüm görkemiyle karşınızda. İdareci arkadaşla “Burada Osmanlı’yı nasıl batıracaklarının planlarını yapmışlardır” şeklinde fikir birliğine vardık. Ne dersiniz?

Altta binayla ilgili bazı bilgiler verelim.

Düyun-u Umumiye Binasının Özellikleri

Düyunu Umumiye Binasını tasarlayan mimar ve üzerinde binayı yapmak için seçilen yer incelendiğinde binanın hangi amaçlarla kullanılacağı hakkında önemli ipuçları sunuyor. Hele hazine dairesinin ucu Sarayburnu’na kadar uzanan tünelin girişine bu kadar yakın olması sizce tesadüf olabilir mi?

Binanın inşa edildiği alan altında Bizans döneminden kalan ve bir kilise olduğu sanılan yapı topluluğu ile 2 adet dehliz bulunuyor. Bu dehlizler Cağaloğlu’ndan Sarayburnu’na kadar ulaşıyor. Yani hemen hazine dairesinin yakınında yer alan dehliz girişleri altın ve diğer varlıkların kaçırılması için çok uygun konumda.

Düyunu Umumiye Binasının özel olarak ucu Sarayburnu ve 1897 yılında tamamlanan bu yapının mimarlığını Fransız Alexandre Vallaury üstlenmiş. Mimar Vallaury’nin o zamanlar İstanbul’un büyük boyutlu, maliyeti yüksek yapılarını Fransız sermayedarları için tasarlamış olması da önemli.

Vallaury Galata’da Osmanlı Bankası binası, Reji şirketinin binaları ve Haydarpaşa Lisesi gibi başka bir takım büyük binaları da yapmış.

Osmanlı Bankası bilindiği gibi adı Osmanlı ama kendisi tamamen İngiliz ve Fransız bankacılar tarafından kurulan bir bankaydı. Osmanlının borçlandırılma ve yıkılma sürecinde Osmanlı Bankasının Merkez Bankası olarak hareket ettiğini ve Osmanlının para basma imtiyazını taşıdığını unutmamak gerekir.

Evet tarihçilere bununla ilgili iş düşüyor… Bu bilgiler ışığında arşivleri yeniden gözden geçirmeliler.

Prof. Dr. B. Gültekin Çetiner

11 Temmuz 2012 Çarşamba

http://www.drcetiner.org

twitter.com/drcetiner

İRTİCA DOSYASI /// M. ŞEVKET EYGİ : En Büyük Bela Din Sömürüsü…

Mehmet Ş. EYGİ

Bir Müslüman olarak benim gözümde en şerefli, en muhterem, en saygıdeğer, en eli öpülesice kimseler; İslama, İmana, Kur’ana, Şeriata, ahlaka, halka, memlekete Allah rızası için ihlâsla hayırlı hizmetler eden kimselerdir.

En şerefsiz, ahlaksız, rezil, sefil, pespâye kimseler de din ve mukaddesat sömürücüleridir.

Bu memleketin en büyük kanayan yarası din sömürüsüdür.

Din sömürüsü Türkiye’nin geleceğini karartmaktadır. Din hizmetleri kesinlikle şu iki şeye alet edilmemelidir: 1. Zengin olmaya… 2. Şahsî prestij ve nüfuz temin etmeye…

Dinî hizmet ve faaliyetler için toplanan paraların tamamı İman, İslam, Kur’an, Sünnet, Şeriat, ahlak, İmamet ve Ümmet için sarf edilmelidir.

İman İslam Kur’an ve diğer mukaddesat hizmetkârları iki sınıfa ayrılır:

HAS HİZMETKÂRLAR: Bunlar halktan kesinlikle maddî ve (dünya ile ilgili) mânevî ücret istemezler ve beklemezler. Verilirse kabul etmezler. Allaha ve ahirete dönüktürler.

ÖTEKİ HİZMETKARLAR: Bunlar din hizmetleri için ruhsat ve fetva ile geçim parası, ücret, maaş alabilirler ama asla ve asla bu yolla zengin olamazlar.

Nasıl subaylık zengin olmak için yapılmazsa, din hizmetleri de yapılmaz.

Din hizmetlerini alet ederek halkı soyan, toplanan paraların bir kısmını zimmetlerine geçirerek zengin olanlar mel’un ve menfur kimselerdir.

İslam ticaret, sanayi, ziraat, ithalat, ihracat, çeşitli dünyevi hizmetler yaparak zengin olmaya cevaz vermiştir ama din ticaretine, kadın ticaretine, riba ticaretine izin vermemiştir.

Kur’an, Sünnet, Şeriat Müslümanlığı zekâtla cami yapımına bile izin vermiyor.

İslamî hizmetler ve faaliyetler için Müslümanlardan toplanan paralarla hiçbir cemaat ve tarikat başkanının şahsî reklamı yapılamaz.

Hiçbir cemaatin ve tarikatın reklamı yapılamaz.

Hizmet paraları Kur’anın, Sünnetin, Şeriatın, hikmetin ışığında i’lâ-i Kelimetullah için harcanmalıdır.

İslamî hizmet paralarıyla hiç kimse lüks otomobillere binemez.

Bu paralarla hiç kimse lüks ve müzeyyen evler edinip Firavun gibi yaşayamaz.

İslamî hizmet paralarının bir lirası bile ziyan edilemez.

Din sömürücüleri, karı satanlardan daha alçaktır.

Din sömürücüleri İslam’ı içinden yıkmaktadır.

Din sömürüsü İslam’a ve Müslümanlara çok büyük zararlar veren dehşetli bir beladır.

Müslümanlar, bu korkunç ve tahripkâr beladan kurtulmak için Kur’anın, Sünnetin, hikmetin, geçmiş büyüklerin uygulamalarının ışığında çare ve çözüm arasınlar.

Allah rızasını kazanmak için, Resulullullahın biiznillah yapacağı şefaati ümid ederek, dünyevî değil uhrevî mükafat almak için; İslama, İmana, Kurana, Sünnete, Şeriata, Ümmete hizmet eden has ve salih hizmetkarların ruhaniyetleri üzerimize olsun. İnşaallah onların makbul duaları dairesi içinde oluruz.

Münafık sahte hizmetkarlar bizden uzak olsunlar.

* İkinci yazı

Gayretsiz Müslümanlar

1. Bir kimse İslâmiyet’in bütün farzlarını, vaciplerini, müekked sünnetlerini kabul etse sadece inkâr edilmesi kişiyi küfre götüren bir hükmü, değeri inkâr etse kâfir olur.

2. Resulullâh Efendimizin (salât ve selam olsun ona) sünnetini, emir ve yasaklarını, öğütlerini inkâr eden, o da kâfir olur.

3. Şeriat’ın tâzim edilmesini (ululanmasını, hürmet edilmesini) istediği bir şeyi tahkir eden (aşağılayan) kâfir olur.

4. Şeriat’ın tahkir edilmesini (alçak görülmesini) istediği bir şeyi yücelten, o da kâfir olur.

5. Zaruriyât-ı Diniyye’den birini inkâr eden kâfir olur.

6. Küfür örtmek demektir, kâfir gerçekleri örten, gizleyen, inkâr eden kişidir.

7. İsim ve kimlik vererek belli bir şahsın kâfir olduğu ancak vazifeli ve selâhiyetli müftünün fetvasıyla, bu fetvanın yine vazifeli ve selâhiyetli kadı tarafından tasdikiyle ve bu hükmün İmâm-ül Müslîmîn tarafından kabul edilmesiyle olur.

8. İsim ve kimlik gösterilmeden, kural olarak, "şu sözü söyleyen, şu hareketi yapan, şunu inkâr eden kâfir olur.." denilebilir ama fetva ve kaza yetkisi olmayanların isim vererek tekfir etmeleri kesinlikle caiz değildir.

9. Kendisine ahir zaman Resûlü’nün daveti, tebliği, dini, kitabı, Şeriat’ı ulaşıp da bunları tasdik etmeyen, bunlara imân etmeyen insanlar kâfirler zümresi içindedir.

10. Her mü’min aynı zamanda Müslim’dir (Müslümandır) ama her Müslüman görünen, mü’min olmayabilir.

11. İslâm dünyasında iki dinliler vardır. Dıştan Müslüman görünürler. Gerçekte ise dinleri başkadır. Bunlar münafıktır.

12. Müslümanların, ilim, kültür, imkân, fırsat, zenginlik sahibi olanları bütün insanlığı, anlayacakları lisân ve üslûpla İslâm’a ve Tevhid’e çağırmakla yükümlüdür. Bu vazifeyi yerine getirmezlerse sapıklıkta kalan insanların vebâli onların üzerine olur.

13. İslâmiyet kâl ve hâl ile tebliğ edilir. Hâl olmadan, sadece kâl etkili olmayabilir.

14. İslâmiyet’i tebliğ edebilmek için onu aslına uygun şekilde öğrenmiş olmak, bilmek ve yaşamak gerekir.

15. Cemaat, tarikat, hizib, fırka, klik, sekt holiganlığı, militanlığı ve asabiyeti bir tür ırkçılıktır ve gerçek İslâm’la bağdaşmaz ve uyuşmaz.

16. Ümmet şuuruna sahip olmayıp, parça asabiyetine saplanmış olanlar İslâm’ı anlamamışlardır. Ve böyleleri doğru dürüst tebliğ ve davet yapamaz…

17. Kâmil mürşitlerin sohbetleri ve nazarları en güzel ve en etkili tebliğ ve davettir.

18. İnandıklarını ve bildiklerini hayatlarına uygulamayan kimselerin tebliğ ve davetleri etkili olmaz.

19. Müslümanlık yüksek ahlâk, yüksek karakter, hikmet, mürüvvet, fütüvvet demektir. Bunlara sahip olmayanlar halkı irşâd edemez.

20. Gıybet ve tecessüs, Kitab, Sünnet, ve icmâ ile haramdır; bu üç kebire’yi (büyük günahı) küstahça, utanmazca, hayasızca, fütursuzca, aşikâre işleyen fâsıkların başarılı tebliğ ve davet yapmaları mümkün olamaz.

21. Bazı hâllerde Allah-û Teâlâ hazretleri yüce İslâm dinini fâsık ve fâcirlerle de teyid eder.

22. İslâm’ı kimler hakkıyla tebliğ edebilir?.. Resûlullâh’ın ahlâkına sahip olanlar… Selef-i Sâlihin’in ahlâkıyla ahlâklı olanlar… İcâzetli, gerçek din âlimleri… İcâzetli gerçek fakihler… Mürşid-i kâmiller… Evliyaullâh…

23. İlimsiz, irfansız, kültürsüz, medeniyetsiz, hikmetsiz davet ve tebliğ olmaz. Yapılırsa, verimli olmaz.

24. Müslümanlar İslâm’ı, imânı, Kur’ân ahkâmını, Peygamber sünnetini insanlara tebliğ etmenin, ulaştırmanın değerini ve sevabını bilmiş olsalardı, evlerini mallarını, eşyalarını satıp parasıyla bu hizmetleri yaparlardı.

25. Davet ve tebliğ hizmetleri ihlâsla yapılır. Binaenaleyh bu yolla zengin ve maldar olmak haramdır. Sadece geçim imkânı olmayan hizmetkârlara geçinebilecekleri kadar ücret ve maaş ödenmesine fetva ve ruhsat verilmiştir. Zengin olmaları için verilmemiştir.

26. Bugün dünyada kendi dinleri için canla, başla hizmet eden taifelerin birincisi Yehova Şahitleri’dir… Listenin en gerisinde sanırım Müslümanlar yer almaktadır…

27. İslâm Dünyası’nda çıkan petrollerin parasıyla, değil Müslümanları, bütün insanlığı mânen ve maddeten kurtarmak ve selâmet sahiline ulaştırmak mümkündür. Yazık ki, bu yapılmamaktadır.

28. Türkiye Müslümanları tek bir ümmet hâline gelmeli, başlarına bir İmâm-ı Kebir seçmeli, ümmet çapında dört başı mâmur bir hizmet ve faaliyet plan ve programı hazırlamalı ve hem yurt içinde, hem İslâm Dünyası’nda, hem insanlık âleminde insanları doğru yola çağırmalıdır. Bunun için muazzam enstitüler, yayınevleri, vakıflar, medya kurumları tesis edilmeli, her yıl en az yüz lisanda yüz milyonlarca broşür, kitap, dergi, kaset yayınlanıp dünya çapında dağıtımı yapılmalıdır.

29. İşte yeni bir Ramazan’a bir ay kaldı ve İslâmî kesimde ciddi bir hizmet faaliyeti yok… Bazıları 100 bine yakın camiye klima cihazı koymak için çırpınıyor. Ramazan’da israflı, şatafatlı, günahlı, lüks iftar ziyafetleri verilecek… Beş yıldızlı, içkili, domuzlu otel ve restoranlarda ziyafetler tertiplenecek… Papazlarla, hahamlarla, patriklerle kucaklaşıp öpüşülecek… Bunlar faaliyet ve hizmet değil hezimettir.

30. Batı dünyası ve Japonya, teknik, pozitif ilimler, bayındırlık hizmetleri bakımından İslâm dünyasından yüksektedir. Onların imâna, yüksek ahlâka, mürüvvete ihtiyacı vardır. Biz Müslümanlar bu konularda onlara örnek ve önder olamıyoruz.

31. Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz, İslâm’ın ilk asrında korkunç güçlüklere göğüs gererek bilinen dünyanın en uzak yerlerine gitmişlerdir. Hatta bir rivâyete göre Amerika’ya bile gittikleri iddia edilmektedir. İnsanlara İslâm’ı tebliğ etmek için feragat ve fedakârlıkla hizmet etmişlerdir. Onlardaki gayretin binde biri bugünün imkânlı Müslümanlarında yoktur. Bu ne korkunç bir eksiklik ve ayıptır?

TARIM DOSYASI : Anadolu Boşaltılıyor

Bundan 20-30 yıl evveline kadar ülkemiz tarım alanında kendisine yeten ve hatta pek çok tarım ürünleri ihraç eden bir ülke iken, bugün maalesef dışarıya bağlı bir hale getirilmiştir. Türkiye’de Tarım Politikaları Dünyanın para tekelini elinde bulunduran IMF ve Dünya Bankası politikaları sonucuna göre belirlenmektedir. Bu bağlamda ülkemizde tarım üreticisi mesleğini terk etmiş, tüketici konumuna geçmiştir.

Ülkemizin tarım açısından çok verimli topraklara sahip olduğu, ne ekilirse yetiştirebileceğimiz, 200 milyonu bile besleyeceğimiz belirtilirken ne hikmetse kuru fasulyeyi; Amerika’dan, Yeşil mercimeği; Kanada’dan, Nohutu; Meksika’dan, Pirinci; İtalya’dan, Buğdayı; Ukrayna’dan alıyoruz. Bir zamanlar gıdada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olmakla övünürken şimdi bu konuda dışa bağımlı ülke haline gelmiştir.

Birkaç hafta önce Nevşehir, Niğde ve Kayseri’de pek çok köye ziyaretlerimiz olmuştu. Oralarda gördüğüm manzaradan sonra AKP Hükümetinin tarım politikasının ne kadar yanlış olduğunu bizzat müşahede etmiş oldum. Çiftçiler çok zor durumdalar maalesef.

AKP iktidara geldiği ilk yıllarda her yıl çiftçiye destek paraları verilirken, son yıllarda bu üç senede bir verilmeye başlanmış. Çiftçinin elektrik borçları ise hala muallâkta… Oy uğruna bir dönem elektrik borçları hükümet tarafından ötelenmiş olup, silineceği beklentisinde olan çiftçi borcunu geciktirince, faizi ile birkaç katına katlanmış. Özelleştirmenin ardından şimdilerde ise içinden çıkılmaz bir hal almış durumda. Her ne kadar elektrik borçlarında taksitlendirilmeye gidilmiş olsa da yıllar içinde biriken faiz borçları anaparayı bile aşmış ve bugün ödenmesi güç bir hale gelmiş. Gübre, mazot, ilaç ve diğer temel girdilerle fiyat artışı %100 seviyesinde olurken çiftçinin ürettiği ürünün fiyatı enflasyon oranında bile artmamış.

Nevşehir ve Niğde yöresi patates üretiminde ülkenin can damarı durumundaydı. Oysa artık bu bölgede patates ekimine çoğu yerde izin verilmiyor. Nedeni, tarlaların ”kanser” diye tabir edilen bir hastalığa yakalanması. İsrail’den ithal edilen tohumlar, kimyevi gübre ve aşırı ilaç kullanımı ile bu topraklar verimsiz bir hale gelmiş.

Nevşehir yöresi de eskiden ‘Güvercinlik’ diye tabir edilen yerlerde yetiştirilen güvercinlerin gübreleri ile tarım yapılırmış ve çok bereketli olurmuş. Oysa şimdi ne güvercin kalmış nede gübresi… Büyükbaş hayvan gübresi dahi kullanılmıyormuş artık.

2050 yılında su kaynaklarının tükeneceği söylentilerinin çıkartıldığı günlerde, bu bölgede tarım alanında yer altı su kaynaklarından yararlanılmaya başlanmıştı.

Mamafih, tohumu İsrail’den almaya başladığımız vakit tarım arazileri de hastalanmaya başlamış, akabinde ise o bölgede hiç bir zaman görülmeyen böcek türleri patateslere musallat olmuş. O dönemlerde bu böceklerin uçaklardan atıldığına dair söylentiler oluşmuş. Böceklerin istilasından sonra da aşırı ilaç (İsrail’den)kullanılışından sonra ise bugün sonuç malum..!

AKP Hükümetinin tarım politikası da iflas etmiştir. Anadolu çiftçisi kan ağlamaktadır. Bir zamanlar Konya Ovası buğday ambarı diye tabir edilirken şimdilerde üretim bir hayli azalmıştır. Adana’da ekili patates alanları geri sökülmekte, fındık üreticisi perişan bir haldedir. Pamuk, zeytin vb. üreticileri de aynı kaderi paylaşmaktalar ne yazık ki!

Eskiden köylerde herkesin evinde en az bir veya bir kaç hayvanı bulunurken, şimdilerde mandıracılık yapanlar dahi destek görmedikleri için zarar etmekte ve besiciliği azaltmış bulunmaktalar.

Anadolu’nun en ücra köylerinde bile uydu televizyon yayınları, internet oluyorken, neden tarım alanında en gelişmiş aletler kullanılamıyor?

Tarım ve hayvancılık özellikle mi desteklenmiyor?

İsrail Çölde Damlama yöntemi ile tarım yapıyorken, biz çok mümbit arazilerimizden neden yeterince yararlanamıyoruz?

Köylere kadar hazır süt ve süt ürünleri gitmesi ilerlemenin bir alameti midir? (Tüketim Ekonomisi köylere kadar ulaşmış, üretmek yerine köylü hazırı tercih eder hale gelmiştir ki; yoğurt ve peynirlerde domuz jelâtini bulunduğu söylentilerinin akabinde köylü dahi hazır süt ürünleri kullanmakta.)

Hükümet, angus vb. hayvan ithalatı yapmak yerine büyükbaş ve küçükbaş hayvancılığı neden desteklemiyor?

Tarım ve Hayvancılık alanında beklediği desteği göremeyen köylü hızla Büyük Şehirlere güç etmek durumunda kalıyor. Bilhassa İstanbul’a akan yoğun nüfus ise İstanbul için ayrı bir sorun teşkil ediyor.

Büyük İsrail Projesinde ”Nil’den Fırat’a kadar olan kutsal topraklar” diye kastedilen toprakların içine Anadolu’nun büyük bir bölümü de girmektedir. Kapadokya’ya kadar uzanan bu projede tabi GAP’ta bulunmakta.

Velhasıl ülkemizin her köşesinde tarım ve hayvancılık bitmiş bulunmakta. Köylü borç batağından çıkamamakta ve neyi var neyi yoksa satmak durumunda kalmakta.

Pek çok İnşaat Mühendisimiz var (var olmasına varda depremlerde ortada kimse yok!) yeterince Ziraat Mühendisimiz yok maalesef. Acilen nitelikli Ziraat Mühendisleri yetiştirilmesi lazım. Tarım Arazilerini boş bıraktığınız sürece topraklarınıza sahip olamazsınız. Toprağa hâkim olamayan, ülkeye nasıl hâkim olabilir?

Bu arada ülkenin bir Tarım Bakanının olduğu söylemleri var. Sahi sizce bir bakan var mı?

Gerçi hangi bakanın hangi işi yaptığı(yapamadığı)nı çözemesek de bir Bakanlar Kurulu’nun olduğu söyleniliyor!

Suriye’de düşen uçak hakkında Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu’nun kayda değer kaç açıklaması olmuştur?

Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, Samsun’daki sel felaketi mağdurlarından bir kaç ay su-elektrik faturası alınmayacağını açıklıyor! (Samsunlu olmasından herhalde!)

Suat Kılıç’ın görevi esnasında FB Kadıköy’de kupayı GS’ ye vermeyince Sayın Bakanın adı bile geçmemişti o gün. O hengâmede Başbakan telefonla aranmış! Bu vesile ile kupa Galatasaray’a verilebilmişti!

Ahlak ve maneviyat çökerken Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı ortada yok!

2B Arazilerinin peşkeş çekildiği günlerde Orman Bakanından ses seda çıkmamıştı!

Neyse bu hamur çok su götürür, bir daha ki yazılara inşaAllah…

Selam ve dua ile…

AMERICA FILES /// VİDEO : Obama for America TV Ad: “Firms”

VİDEO LİNK :

CIA FILES : US Sponsored “Institutional Coup” in Paraguay: Back to the CIA’s “Good Old Days”

The recent "institutional coup" against President Fernando Lugo of Paraguay reflects a long-standing desire by the U.S. Central Intelligence Agency (CIA) to prevent any candidate not reflecting the policies of Paraguay’s entrenched oligarchy from ever attaining the presidency of that nation.

According to a formerly SECRET CIA Directorate of Intelligence’s Office of African and Latin American Analysis research paper, uncovered from the U.S. National Archives and dated August 1985, the CIA never planned for a non-member of the conservative Colorado Party from ever succeeding long-time Paraguayan dictator General Alfredo Stroessner.

The Paraguayan dictator, who ruled Paraguay from 1954 to 1989 with the backing of the CIA and the Pentagon, was one of America’s staunchest Latin American allies. Stroessner, a Colorado Party stalwart, supported the U.S. invasion of the Dominican Republic in 1965 and sent Paraguayan military officer to the infamous School of the Americas in Fort Benning, Georgia for training. Stroessner also participated in Operation CONDOR, Henry Kissinger’s brainchild that saw Paraguay, along with six other Latin American nations – Argentina, Bolivia, Brazil, Chile, Peru, and Uruguay — coordinate cross-border state terror and assassination operations against leftist officials and labor and student leaders, and even offered to send Paraguayan troops to fight with the United States in South Vietnam.

After Stroessner was ousted in a bloody military coup in 1989 over fears he was grooming one of his two sons as his successor. Stroessner was ousted by Colorado Party member General Andres Rodriqguez, who ruled until 1993. Rodriguez was succeeded by a series of Colorado Party politicians – Juan Carlos Wasmosy, Raul Cubas, Luis Gonzalez, and Nicanor Duarte, until Lugo, the Marxist «liberation theology» former Roman Catholic bishop, was elected president in 2008. The leader of the Patriotic Alliance for Change, Lugo was the first non-Colorado Party member to serve as president since 1948.

Lugo was ousted in a politicized impeachment process engineered by the Colorado Party and supported by Vice President Federico Franco of the very much misnamed Authentic Radical Liberal Party, which is neither «radical» nor «liberal» but represents Paraguay’s business elite and is a member of Liberal International, which includes other pro-business «liberals» such as British Deputy Prime Minister Nick Clegg’s Liberal Democrats, in coalition with Tory Prime Minister David Cameron, and German Free Democratic Party of Guido Westerwelle, who serves in right-wing Chancellor Angela Merkel’s cabinet as foreign minister

The CIA research paper, titled «Paraguay: Potential Successors to Stoessner,»states that in 1985, «the 72-year-old President Alfred [sic] Stroessner is not expected to leave office anytime soon». In fact, Stroessner was ousted in a coup some three and a half years after the CIA’s faulty prognostication. However, the CIA did anticipate that Stroessner’s eventual successors would only come from the ranks of the corrupt Colorado Party.

The CIA document states «leading contenders, in our judgment, include Supreme Court Chief Justice and traditionalist Colorado politician Luis Argana; veteran traditionalist Colorado leaders Edgar Insfran and Juan Manuel Frutos; the Defense Minister, Maj. Gen. Gaspar Martinez; and a respected senior military officer, Gen. Gerardo Johannsen».

The CIA gave all these Colorado politicians a clean bill of health by stating, «any of these men would be likely to maintain Paraguay’s pro-West foreign policy». In the CIA’s world, any leader, no matter how blood thirsty and dictatorial, was fine as long as they remained pro-Western. It is the same construct that was used by the Obama administration to drive from power Manuel Zelaya of Honduras and Lugo and be replaced by more pro-Western leaders. And the same «institutional coup» template is being used to stage a constitutional crisis in El Salvador between the ARENA right-wing opposition-dominated Supreme Court and the leftist Farabundo Marti National Liberation (FMLN) party of President Mauricio Funes.

And the CIA’s document predicted to ascension to power post-Stroessner of General Rodriguez, who ousted Stroessner in 1989. The document states: «A likely key power broker during a transition would be Maj. Gen. Andres Rodriguez, an Army corps commander whose power is second only to Stroessner’s». That sentence is followed by a redaction, sometimes an indicator that a named individual has an intelligence asset relationship with the CIA. The paragraph continues, «Because of his notoriety, we believe he [Rodriguez] would operate behind the scenes in a transition, rather than seek the presidency». The document iterates that if Rodriguez were to assume power in a political vacuum situation it «might lead Rodriguez to seize power and impose a tough authoritarian government» and that «relations between such a regime and the United States would probably be subject to strains over human rights and drug trafficking». In fact, after Rodriguez seized power in 1989 from Stroessner in a textbook Latin American coup, bereft of a succession struggle, Washington maintained good relations with Paraguay.

The CIA clearly favored Chief Justice Argana as an eventual successor to Stroessner based solely on «his ability to avoid antagonizing military leaders as he has risen in the [Colorado] party ranks». The CIA analysts pointed out that Argana, according to U.S. embassy officials in Asuncion, the Paraguayan capital, was not considered «honest,» pointing to his past links with General Rodriguez.

The CIA also appeared to favor the chief of the powerful Rural Welfare Institute [the former Land Reform Agency], Senator Juan Manuel Frutos, the son of a former president. He was described as «tenaciously anti-Communist,» a pre-requisite for American support. It was the controversial issue of land reform and providing arable land to Paraguay’s poor campesinos that sparked the institutional coup against Lugo. Paraguay’s wealthy landowners, most Colorado Party supporters, are averse to any kind of land reform that would see the nation’s landless peasants provided with useful acreage for growing crops and thus competing with the monopolistic landowners.

The CIA sounded a discordant note on Defense Minister Gaspar Martinez, reporting that the U.S. embassy had reported in 1983 that Martinez had «amassed large sums of money». The remainder of the paragraph on Martinez’s money is redacted.

However, a clue to what was redacted may be found in a letter, dated March 5, 1985, from the chairman of the U.S. House of Representatives Select Committee on Narcotics Abuse and Control, Charles Rangel of New York, to CIA director William J. Casey. The letter states: «The Washington Post of February 27, 1985, reports that your agency has provided Senators Alphonse M. D’Amato and Arlen Specter with a report alleging the involvement of the notorious Nazi war criminal, Josef Mengele, in the narcotics traffic in Paraguay around 1970. Would you kindly provide this Committee with that report?»

The CIA paid little heed to the Paraguayan opposition parties, including the Liberal Party and the Radical Liberal Party, authorized «opposition» parties with little organization, manpower, or finances. The illegal National Accord of four opposition parties – the Christian Democrats, Authentic Radical Liberals, the Popular Colorado Movement, and the Revolutionary Febrerista Party – were also seen as weak and suffering from years in exile, mainly in Argentina. In hindsight, weakness by the exiled opposition, including current President Franco’s Authentic Radical Liberals, made them ripe for co-option by agencies like the CIA.

A 1983 Spanish-language broadcast by Radio Moscow, translated into English by the CIA’s Foreign Broadcast Information Service, appears to provide more realistic intelligence about the situation in Paraguay than can be found in the CIA’s own intelligence report on the country. The Radio Moscow report was on the following issue: «Director of Paraguayan Communist Party’s bulletin Adelante, on torture carried out by Stroessner regime. Says that CIA agents are training Paraguayan police personnel on various methods of torture».

Considering today’s penchant of the United States for torture, it can also be assumed that the clock will soon be set back in Paraguay to the CIA’s «good old days».