Günlük arşivler: 27 Ağustos 2015

BOP DOSYASI /// MEHMET EMİN KOÇ : Aklı karışıklar için BOP rehberi

Amerika’nın, nihai hedefi Büyük İsrail’i oluşturmak olan ve bu bağlamda topyekun İslam coğrafyasını adeta kan gölüne çeviren Büyük Ortadoğu Projesi’nde (BOP) İslamcı kisveli yerel ve bölgesel taşeronları kolayca bulabilmesinin ruhsal, dinsel ve sosyolojik altyapısını tahlil etmeyi sürdürüyoruz.

Haçlı dünyası ve İngilizlerin İslam coğrafyasına dönük klasik Şark ve sömürge projeleri, ABD inisiyatifiyle Büyük Ortadoğu Projesi olarak güncellenmiştir.

Çeyrek asırdan beri en vahşi ve can alıcı vaziyetiyle uygulanan BOP projesinde Selefiler, Vehhabiler, Barzaniler, el-Kaide, IŞİD, Ceyş’u Ricali’t-Tarikat’in Nakşibendiyye adlı Nakşi tugaylar, Selefi-Vehhabi öğretilerle akıl tutulması yaşayan Türkiyeli İslamcılar, Nurcular ve Nakşiler kendi kıratlarına ve imalatlarına göre bu projede görev üstlenmişlerdir.

Yerel, bölgesel ve hatta küresel ölçekli görevler üstlenen İslamcıların seleflerine değinmiş, Haleflerini bugüne bırakmıştık. Devam edelim…

– İngiliz Sömürge elemanları ve özel eğitimli misyon şefleriyle irtibatlı Nakşi Halid-i Bağdadi ekolünün Osmanlı sarayına nüfuz etmesinden itibaren Osmanlı hinterlandındaki Ehl-i Beyt ekollerine adeta kan kusturulmuştur. Ki Prof. Dr. Haydar Baş hocamızın tespitiyle Anadolu-Balkanları İslamlaştıran ve Osmanlı’nın kurucu çekirdek gücü olan Bektaşiler başta olmak üzere Ehl-i Beyt soyları ve sevenlerine yönelik kıyım ve katliam ayyuka çıkmıştır. Dönemin İngiliz Büyükelçisi Lord S. Canning, Marmara denizinin ölülerle ve kanla beneklendiğini rapor etmiştir (Bkz. Dini ve Tarihi Arka Planıyla Ehl-i Beyt’e Karşı Bir Akım: Nakşibendilik, s. 247 vd.).

– Halid Bağdadi, Bağdat-Şam-Diyarbakır üçgeninde Taha Nehri ve Abdusselam Barzani’ye Nakşi icazeti vererek, Yahudi Barzani ailesine Nakşi-Şeyh kisvesi giydirmiştir. Aynı süreçte İngilizlerle içli-dışlı ve Mason localarıyla irtibatlı C. Efgani, R. Rıza ve M. Abduh’tan beslenen Said Kürdi maharetiyle Nurculuk ihdas edilmiştir. Bu din kisveli zemin üzerinden İngilizlerin Şark projesi gereği Osmanlı ve Milli Mücadele yıllarındaki Nakşi-Kürt isyanları dizayn edilmiş, Osmanlı’nın ve sonrasında yeni Cumhuriyetin en dar ve en zor zamanlarında seri isyanlar baş göstermiştir (Bkz: Dini ve Tarihi Arka Planıyla Ehl-i Beyt’e Karşı Bir Akım: Nakşibendilik, s. s. 335 vd.; Prof. Dr. Ramazan K. Kurt, Yahudi Kürtlükten Nakşibendi – Halidi Şeyhliğine Barzaniler, Ortadoğu-22 Haziran 2008; Ahmet Uçar, Hahamların Torunları Barzaniler, Tarih ve Düşünce dergisi, Aralık 2002 ).

– Prof. Dr. Baş tarafından Seyyid ve Şerif olduğu ortaya konan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal Atatürk’e karşı Yunan-İngiliz istihbaratı ağzıyla konuşan ve iş gören Nakşi-Nurcu-Kürt ayrılıkçı ekolleri Milli Mücadele yıllarının en zor anlarında ve sonrasından bugünlere fırsat buldukların boy göstermiştir. (Prof. Dr. Haydar Baş, Delilleriyle Atatürk’ün soyağacı, Yenimesaj 15 Kasım 2014).

– İkinci Dünya savaşı sonrasında Asya ve Ortadoğu’ya ilişkin sömürge ve işgal projelerinde inisiyatifi ABD üstlenmiştir… Yeni dönemde Selefilik-Vehhabilik-Nakşilik karışımı akım mutasyona uğrayarak Afganistan-Pakistan bölgesinde el-Kaide, Suud ekseninde resmi Vehhabilik, Mısır’da İhvan-ı Müslimin, Anadolu’da Nakşilik-Nurculuk versiyonları şeklinde yörelere uyumlu yapıda türetilerek çeşitlendirilmiştir.

Güya birbirlerinden farklı ve aykırı gibi görünen bu İngiliz-ABD özel imalatı türeme akımlar, hakikatte birbirleriyle ruh ikizi derecesinde bağlantılı oldukları gibi, hepsinin hedefi de Ehl-i Beyt yolu ve sevenleri olmuştur.

Nitekim Selefi İhvan’ın banisi H. el-Banna, Vehhabi Suud kralı Abdülaziz’le 1946’da buluşmuş, ülkesinde kendi faaliyetleri için bir merkez açma talebinde bulunmuştur. İhvan’ın öncülerinden Seyyid Kutub’un kardeşi M. Kutup ve M. Surur, Suud’a yerleşmiş; Kutup, Mekke’de üniversite dekanı yapılmıştır (S. Arabistan’da İhyacı Hareketler Olarak Sahve ve Vehhabilik, İ. Akdoğan-R. Kalaycı, Turkish Journal of Middle Eastern Studies, Mayıs 2104, s 157-186).

– Dönemin Arap dünyasının Selefi-Vehhabi eserleri, Türkiye’deki yeniyetme Radikal İslamcı-Nakşi-Nurcu ekiplerce tercüme edilerek tüm teo-politik mikroplarıyla ülkemize ithal edilmiş; İslamcı gençliğin el kitabı haline getirilmiştir.

Bu tercümelerle beslenen gençlik, ’75-’80’li yılların Türkiye sokaklarını "Dinsiz devlet yıkılacak elbet", "İslam gelecek vahşet bitecek" naralarıyla inletmiştir. Bu özel imalat İslamcı gençlik, 1969’da İstanbul’a gelen sömürgeci Amerika’nın 6. Filosu’na karşı nara atmak yerine; 6. Filo’yu "Yaşasın tam bağımsız Türkiye… Kahrolsun Amerika!" diye protesto eden Türk gençliğine karşı çıkmış-çıkartılmıştır… Güya İslam hilafetini ilan eden IŞİD’in, İsrail’e toz kondurmayıp tekbirlerle seri Müslüman kellesi uçurması, ’69 İslamcılığının güncel versiyonundan başka nedir?!

– 80’lere kadar bu sloganlarla serpilip gelen Türkiyeli İslamcılar, nihayet son çeyrekte özel bir operasyonla iktidara kondurulmuştur. "İslam gelecek vahşet bitecek" idi, ama öyle olmadı; BOP geldi… Amerika’nın BOP’unda üstlendikleri görevin semeresi bölgemiz en ağır vahşeti yaşıyor; ABD-İsrail hizmetkarı eli palalı IŞİD, Barzani, PKK, ÖSO, el-Kaide ve el-Nusra gibi isyankarlar semirtiliyor. Nakşi-Nurcu ve Selefi gruplar da, bu vaziyetlerine fetva ve destek sağlayarak elleri ve gönülleri Müslüman kanına bulanıyor… Böylesi iflah olur mu?!

– Sakife’deki savrulmayla başlayan haksızlık ve siyasal İslamcılığın kanlı süreci, bugün İslam coğrafyasını kan gölüne çevirmekte, adeta İslamlık ve insanlık kökünden kazınmaktadır.

Âyînesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz;

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde, der Ziya Paşa… Öyleyse kendinizi, rütbe-i aklınızı ve imanınızı, BOP eserinizde görün ey İslamcılar!

Bu sürecin Tevhid ve hak istikamete döndürülüp akan kanın durdurulması ve medeniyetimizin yapıtaşı olan İslam’ın gönüllerimizi yeniden yeşertmesi için "Tevhid’in merkezi Ehl-i Beyt’tir" esasıyla gayret sarf eden bir halk ve hak adamı vardır; o da Prof. Dr. Haydar Baş’tır… Gerisi kaos ve savaştır.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// LEVENT ERTÜRK : APAÇİ YERLİLERİNİN YARATILIŞ MİTİ

Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Ne yeryüzü, ne gökyüzü, ne Güneş, ne Ay …sadece karanlık her yeri kaplamıştı.

Aniden karanlığın içinden yassı bir disk çıktı, bir tarafı sarı öbür tarafı beyazdı ve disk havada öylece asılı kaldı. Diskin içinde, küçük, sakallı bir adam oturuyordu: Yaratıcı, Yukarda-Yaşayan-Adam. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibi iki eliyle yüzünü ve gözlerini sıvazladı. Sonsuz karanlığa baktığında, yukarda ışık belirdi. Aşağı bakınca bir ışık denizi oluştu. Doğuya doğru, şafağın ışınlarını gönderdi. Batıya doğru, her yerde farklı renk tonları belirdi. Ayrıca farklı renklerde bulutlar vardı.

Yaratıcı terli yüzünü sildi, ellerini birleştirdi, sonra aşağı doğru uzattı: Farkına var! (Gör, anla) dedi. Parıldayan bir bulutun üzerinde oturan küçük bir kız belirdi.

“Ayağa kalk ve bana nereye gittiğini söyle” dedi Yaratıcı. Fakat kız cevap vermedi. Ellerini yeniden ovaladı ve sağ elini Ailesi-Olmayan-Kız’a uzattı. Kız, uzatılan eli sıkarken:

“Nerden geldin?” diye sordu.
“Şimdi ışıkla dolan doğudan geldim” diye cevapladı Yaratıcı ve kızın bulunduğu bulutun üzerine atladı. Kız,
“Yeryüzü nerde?” diye sordu.
Yaratıcı, “gökyüzü nerde” diye cevapladı ve şarkı söylemeye başladı: “Düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, şimdi ne yaratayım?” Dört defa şarkı söyledi; bu onun uğurlu sayısıydı.

Yaratıcı, yüzünü tekrar sıvazladı, ellerini birleştirdi sonra onları ardına kadar açtı! O zaman, Güneş-Tanrı belirdi. Tekrar, Yaratıcı terli kaşlarını sildi ve ellerinden aşağı Küçük-Çocuk düştü.

Bu dört tanrı derin düşünceler içinde küçük bulutun üzerinde oturdular.

“Şimdi ne yapalım” diye sordu Yaratıcı, “Bu bulut hepimizi alamayacak kadar küçük.”

Sonra, Tarantula’yı, Büyük Ayı’yı, Rüzgâr’ı, Şimşek-Yapıcı’yı ve Gökgürültüsü-Yapan’ı yarattı, buna ise batıdaki bulutlar ev olacaktı. (Apaçiler Kutup Yıldızı’na Tarantula derlerdi.)

Yaratıcı şarkı söyledi: “Yeryüzünü yapalım. Yeryüzünü, yeryüzünü, yeryüzünü düşünüyorum. Ben yeryüzünü düşünüyorum.” diye dört kere şarkı söyledi.

Dört tanrı ellerini birleştirdiler. Böyle yaparak terleri birleşti, Yaratıcı onların avuçlarını ovaladı ve aşağıya bir bezelyeden iri olmayan, küçük, yuvarlak bir topak düştü. Yaratıcı bu topağı tekmeleyince topak genişledi. Ailesi-Olmayan-Kız da tekmeledi ve topak daha da genişledi. Güneş-Tanrı ve Ufak-Çocuk da sırayla sert bir şekilde tekmelediler ve bu top iyice büyüdü. Yaratıcı, Rüzgâr’a topun içine girmesini ve ona üflemesini emretti.

Tarantula siyah bir ipi topa iliştirdi, doğuya doğru yavaşça çevirdi, tüm gücü ile ipe bastırdı. Sonra, güneye doğru mavi bir ip, batıya doğru sarı bir ip, kuzeye doğru beyaz bir iple aynı şeyleri yaptı. Bu güçlü çekişlerle kahverengi top iyice gerginleşti ve ölçülemez bir büyüklüğe ulaştı ve Dünya oldu. Tepeler, dağlar, nehirler (henüz) görünürde yoktu; sadece düz, ağaçsız, kahverengi ovalar belirmişti. Yaratıcı, göğsünü tırmıkladı (kaşıdı?), parmaklarını ovdu ve Sinekkuşu belirdi.

“Kuzeye, güneye, doğuya, batıya uç ve bize neler gördüğünü söyle” dedi Yaratıcı.

Sinekkuşu geri döndüğünde, “Her şey çok iyi” dedi. “Yeryüzü batı tarafındaki su ile daha da güzelleşti.”

Ama Dünya yerinde duramıyor, yuvarlanıyor ve yukarı aşağı dansediyordu. O zaman Yaratıcı, Dünya’yı desteklemek için siyah, mavi, sarı ve beyaz renkli dört tane dev nöbetçi yarattı. Dünya sakin kaldı.

Yaratıcı dört defa “Dünya artık yapıldı ve sakince duruyor” diye şarkı söyledi. Sonra gökyüzü hakkında bir şarkıya başladı. Hiç kimse yoktu ama birileri olmalıydı. Dört defa şarkı söyledikten sonra, yeryüzünün üzerine bir gök kurulması için 28 kişi yardıma geldi. Yaratıcı, yeryüzü ve gökyüzünde şefler olması için ilahi okudu. Yaratıcı, Şimşek Yapıcı’yı Dünya’yı çevrelemesi için gönderdi ve Şimşek-Yapıcı turkuaz bir kabuğun içinde bulduğu üç tane tuhaf varlık ile döndü: İki kız ve bir erkek çocuk. Gözleri, kulakları, saçları, ağızları, burunları veya dişleri yoktu. Kolları ve bacakları vardı fakat el ve ayak parmakları yoktu.

Güneş-Tanrı uçuşa gönderildi ve dönünce bir ter-evi inşa edildi. (Orijinal metin nasıldır bilemem. Ama İngilizce ifade ter dökülen, emek harcanan gibi bir anlam vermekte.) Ailesi-Olmayan-Kız onu dört ağır bulutla çevreledi. Doğu kapısının önüne, ter döktükten (çalıştıktan, emek harcandıktan?) sonra kullanılması için yumuşak, kırmızı bir bulutu ayak örtüsü olarak serdi.

Bu ter-evinin içinde dört tane taş ısıtılıyordu. Üç tuhaf yaratık içeri yerleştirildiler. Diğerleri, içerdeki çalışma bitene kadar şifa şarkıları söylediler. Sonra, bu üç yabancı kırmızı bulutun üzerinde dışarı çıktılar. Yaratıcı onların ellerini sıktı ve herbirine el parmağı, ayak parmağı, ağız, göz, burun ve saç verdi.

Yaratıcı, erkek çocuğa Gök-Çocuk adını verdi ve onu Gökyüzü-Halkı’nın şefi yaptı. Kızlardan birine Yer-Kızı dedi, onu yeryüzünü ve içindeki ekinleri korumakla görevlendirdi. Öbür kızı Tohum-Kız olarak isimlendirdi ve bütün yeryüzü halkının sağlığını korumakla görevlendirdi.

Yaratıcı, Dünya henüz yassı ve kısır olduğu için hayvanlar, kuşlar, ağaçlar ve bir tepe yaratmanın hoş olacağını düşündü. Dünyanın nasıl göründüğüne bakması için Güvercin’i gönderdi. Dört gün sonra Güvercin dönüp bilgi verdi: “Dünyanın çevresinde her şey yolunda. Fakat dört gün içinde yeryüzünün diğer tarafındaki sular yükselecek ve dev bir tufan oluşacak.”

Yaratıcı çok uzun bir çam ağacı yaptı. Ailesi-Olmayan-Kız ağacın tepesini reçine ile kapladı ve büyük, sıkı bir topak oluşturdu. Dört gün sonra su baskını başladı. Yaratıcı, yanına yirmi sekiz yardımcısını alıp tepedeki bir buluta çıktı. Ailesi-Olmayan-Kız diğerlerini büyük topun içindeki boşluğa yerleştirdi ve tepesini sıkıca kapattı.

On iki gün içinde, sular bu yüzen topu bir tepeye sürükledi. Coşkun su baskını ovaları dağlara, tepelere, vadilere ve nehirlere dönüştürdü. Sonra, Ailesi-Olmayan-Kız yüzen topun içindeki tanrıları bu yeni dünyaya çıkardı. Ardından, onları kendi bulutuna ve daha yukarılara çıkardı, böylece kendilerine yardım eden Yaratıcı ile tanışacaklardı. Bu arada Yaratıcı ve yardımcıları, sel devam ederken gökyüzündeki tüm işleri tamamlamışlardı. İki bulut, (Yaratıcı’nın ve Ailesi-Olmayan-Kız’ın bulutları) aşağı inip bir vadi oluşturdular. Orda, Ailesi-Olmayan-Kız, Yaratıcı’yı dinlemeleri için herkesi topladı.

Yaratıcı, “sizden ayrılmayı düşünüyorum” dedi. “Umarım herbiriniz mükemmel ve mutlu bir dünya için elinizden geleni yaparsınız.”

“Sen, Şimşek-Yapıcı..bulutlardan ve sulardan sorumlusun.”
“Sen, Gök-Çocuk … bütün gökyüzü halkını koru.”
“Sen, Yer-Kızı … bütün yeryüzü halkına ve ekinlere dikkat et.”
“Sen, Tohum-Kız, onların sağlıklarını koru ve onlara rehber ol.”
“Sen, Ailesi-Olmayan-Kız, seni hepsinin başına getirdim.”

Yaratıcı, Ailesi-Olmayan-Kız’a döndü, birlikte elleri ile dizlerini ovaladılar, sonra aşağı doğru yönelttiler. Hemen, ikisinin arasında büyük bir orman yükseldi, Yaratıcı elini sallayıp burda ateşi yarattı. Dalga dalga dumanlar gökyüzüne yükseldi. Bu dumanların arasında Yaratıcı gözden kayboldu. Diğer tanrılar da onu takip edip duman bulutları içinde kayboldular ve 28 çalışanı yeryüzü insanlarına yardım etmeleri için bıraktılar.

Güneş-Tanrı doğuya doğru gidip Güneş’le birlikte seyahat etti. Ailesi-Olmayan-Kız batıya, uzak ufuklarda yaşamaya gitti. Küçük-Çocuk ve Tohum-Kız güneyde buluttan evler yaptılar. Büyük-Ayı hâlâ kuzey göklerinde görünür ve bizlere rehberlik eder.

***

Kaynak: Bu öykü Kızılderililerin kültürlerini inceleyen Glenn Welker tarafından aktarılmış olup, yaratılış öyküsünün eski dönemlerdeki halini kimse bilmemektedir. Kızılderililer, kültürlerini yazılı olarak aktarmak yerine, kuşaktan kuşağa yaşlı ataların ağzıyla aktarmışlardır. Kıtada beyazların yaptığı katliamların ve asimilasyonun ardından, özgün Kızılderili kültürü nerdeyse tamamen kaybolmuştur. Bu öykünün farklı versiyonları da bulunmaktadır. Öykünün bir kopyası sn Özgür Arcan tarafından yazılan “Kartallar sonsuz topraklarda uçuyordu” kitabında bulunmaktadır. Fakat ben tercümede hatalar gördüğüm için İngilizce metnin üzerinden tekrar geçtim. Saygılarımla.

Tercüme: Levent Ertürk

TARİH : “HARİTACININ RÜYASI / Piri Reis Yalnız Değilmiş”

Nazan_Sezgin-006

HARİTACININ RÜYASI / Piri Reis Yalnız Değilmiş

İngiliz olduğunu tahmin ettiğim James Cowan adlı bir yazar 80’li yılların sonunda Lord Byron üzerine araştırma yapmak üzere Venediğin San Lazar Adasındaki (San lazarro degli Armeni) Ermeni Mekitarist rahiplerin müze ve kütüphanesine gitmiş. Byron bilindiği üzere Yunan Ayaklanmasına katılmış ve Türk kurşunuyla ölmüş bir romantik İgiliz Şairi, Ermenice öğrenebilmek için yazara göre haftanın üç günü Venedikten adaya kürek çekmiş. Cowan Kütüphanede Byronla ilgili bir şeyler bulamamış ama Murano adası keşişlerinden birinin Rönesans çağına ait günlüğünü bulmuş ve İngilizceye çevirmiş.

Bu Mekitarist Ermeni keşişleri Katolik, yanılmıyorsam kökleri Sivas’a dayanır. Cowan önsözde bunların 1715’te Mora’dan sürüldüğünü ve San Lazar adasında kendilerine yer verildiğini yazmış. Neden sürülmüştü bu keşişler Mora’dan acaba? Mora bir aralar Venediklilerin işgaline uğramıştı, o sırada Katolik Ermeniler işgalci ile muhtemelen iş birliği yaptılarsa karşılığını görmüş olabilirler, ayrıca Patrikahane’de hiç mi hiç sevmediği Ermenilerin üstelikte Katolik olanlarının sürülmesinde etkin olmuş ta olabilir. Bu San Lazar adası bugün bile Türkiyede zengin Ermenilerin çocuklarınını eğitildiği bir yer, TV programlarına çıkan bazı ekabir Ermenilerin bunu övünçle anlattığına tanık oluyoruz.

Fra Mauro Venedik Lagünündeki Murano adasında 16.yy. da var olan San Michele manastırına mensup bir keşişmiş, haritacı olmakla nam salmış, dünyanın bir çok yerinden Venediğe gelen tüccar, denizci, keşis v.b kişiler Fra (Fratello yani erkek kardeş) Mauro’ya gelip gördüklerini anlatırmış, o da üzerinde çalıştığı dünya haritasına notlar düşermiş, ama Cowan Mauro’nun özene bezene hazırladığı o Mappa Mundi’yi bulamamış.

Bir keresinde Mauro’nun ziyaretine güya Osmanlıların Rodos’u alması üzerine orayı terk eden bir yaşlıca Yahudi de gelmiş, aziz peder onun anlattıklarına inanmış. Ah! muhterem peder 1500’lerin başında Rodos Yahudilerini kovan sizin Sen Jan’lar yani sonraki adlarıyla Malta şövalyelerinizdi, ya Hıristiyan olursunuz ya gidersiniz demişler Yahudilere, adaya 1522 den sonra Yahudileri yeniden yerleştiren Kanuni. İkinci Sürgün ise 1943’te Naziler tarafından toplama kampına. Tırajik sona giderken de Cemaat değerli el yazmalarını ne Katolik kilisesine, ne Ortodoks kilisesine bırakmayıp Türk müftüye teslim etmiş, Rodos’ta ki Jewish Museum’un İngilizce broşüründe bunlar anlatılmakta.. Avrupada hele Venedikte Yahudilerin hangi şartlarda yaşadıklarını bilmesek inanacağız, insandan sayılmaları ve gettolardan çıkabilmeleri Fıransız ihtilali ve Napolyon sayesindedir.

Günün birinde Venedik On’lar Meclisi’nin Gizli Arşivinin sorumlusu Mauro’ya bir harita getirerek tercüme etmesini ister. Yürek şeklindeki bu haritanın sırrını Mauro çözer, bu bir Türk haritasıdır, Tunuslu Hacı Ahmet’e aittir, muhtemelen esir düşmüş Hacı Ahmet’ten ele geçen savaş ganimetidir. Tunus‘lu bir Türk ifadesi Osmanlı Garp Ocakları’nı bilenleri şaşırtmaz. Tunuslu Fas’ın Fez şehrinde Felsefe, Fizik, Hukuk okumuş, Haritasına da “Tüm Dünyanın Mükemmel ve Eksiksiz Tasvir ve Gravürü“ adını vermiş. Mauro hayretler içindedir haritada ki bilgiler karşısında, Kuzey Amerikada Labrador’un codfish(?) ülkesini (İspermeçet balinalarının bulunduğu bir yer mi kastediliyor acaba,, çeviren eksik bırakmış), Amazon nehrinin denize döküldüğü yerin tarifi, Meksika’nın altın, gümüş ihracı, Peru’nun ihraç mallarının az olduğu, harita çevresine takım yıldızların çizilmesi, v.s Mauro‘yu şaşkına çeviren bilgilerdir, 16.yy.ın ortalarından söz ediyoruz, Mauro Hacı Ahmet’in Muhammed’in kafir(!) dinine ve Sultan Süleyman’a sık sık atıfta bulunmasına biraz içerlemiş olsa da Ahmet in haritasını çok takdir etmiş. Tunuslu Ahmet gerçek olabilir mi, yoksa hayali bir kişimi? sorusu kafamı kurcalamadı da değil, ancak J.Cowan dip not açıklamalarında bu tip yürek şeklinde ki dünya haritasının ilk defa Batlamyus’un Coğrafya serisinin 1510 tarihli Venedik baskısında yer aldığını, bu izdüşüm tekniğinin esas gelişmiş şeklinin Johannes Verner’in 1514 Nürnberg baskılı kitabında olduğunu, Hacı Ahmet’in haritasını bir Fransız matematikçinin, O. Fineus’un haritasından esinlenerek çizdiğini yazmış. Anlaşılan Hacı Ahmet gerçek biri imiş ve Osmanlılar iddia edildiği kadar dünya ile ilgisiz değilmiş. Biz elimizden geldiğince yazmaya çalıştık gerisini Türk kartografları ve Deniz Tarihçileri bilir.

278_pt1_121[1]

Demek ki Piri Reis yalnız değilmiş!

Alim(!) ve medyatik bir profesörümüz var, Seydi Ali Reis’in gazelleriyle alay eden. Gazel okumak kolay mıydı? O ayrı bir kültür işiydi ama kendisi bazen maval okuyor (maval Arapça’dan, aslı olmayan hikaye anlamında) ve bizdeki geri kalmışlık edebiyatına meraklı aydın sınıfın Mazohizmi’ne de güzel hitab ettiği için, hayranı çok. Rusların Çeşme Baskını sırasında Osmanlının Akdenizi kapalı bir göl sandığı, onların Baltık’tan Adriyatik’e bir kanalla indiğini düşündüğü için Venedik elçisinin çağırılıp azarlandığı gibi. Habsburg’lu Osmanlı tarihçisi Von Hammer’in devrin resmi Vakanüvis‘in den bilerek veya bilmeyerek yanlış aktardığı bir konu Bernard Lewis ve başkaları tarafından da tekrarlanınca hoca da bunu sahi sanmış. Tarihçi Prof. Kemal Beydilli’nin bu iddiayı çürüten bir makalesini okudum yakında. Ecnebi daha iyi bilir, biz ne biliriz ki? aklıyla işte buraya kadar gelinir, önce kendi tarihçilerimize kulak verelim bakalım ne diyorlar, haçlı tarihçilerine değil.!

James Cowan Fra Mauro’nun Cenova’lı olduğunu tahmin ediyor, çünkü o devirde en iyi haritacılar ona göre Lisbon, Antwerp ve Genova’dan çıkarmış.

Venedikliler 15, ve özellikle 16, 17.yy. da Osmanlıların dişli rakibleri ama ondan önce Selçuklu’larla ticari ilişkileri var, Selçuklularla ticaret yapmayacaksınız yoksa sizi aforoz ederim diyen Papa’ya verdikleri cevap tarihe geçmiştir, ”Biz önce Venedikli, sonra Hırıstıyanız!“

Venedik Arşivinde çalışmış Prof. Mahut Şakiroğluna göre Venedik nezdinde ilk Osmanlı elçisi Sinan Çavuş adında biri, 1384 yılında gönderilmiş. Venedikliler Giudecca adasında elçilerimize Türk usulü döşenmiş bir daire tahsis eder ve Gondolla dolaşmalarına hatta Tersaneye gitmelerini de izin verirmiş ama gemileri kopya etmemelerine dikkat ederlermiş. Osmanlılar bazen Venediğe kumaş tüccarı kisvesi altında Elçi/Ulak göndermişler. Venedikte Türk Tüccarın oturmasına tahsis edilen bir saray, Büyük Kanal üzerinde halen mevcut ve Türk sarayı olarak anılıyor.

Venedik Deniz Cumhuriyeti Napolyonla mı bitmişti? öyle olmalıydı, 1797. Napolyon’un götürdüğü camcı ustalarını Venediklilerin takib ederek öldürdüğü söylenir.

Haritacının Rüyası Literatür yayınları tarafından 2004 yılında basılmış, roman içinde Tarih, Tarih İçinde Roman serisinden. Şezlong/Pilaj serisinden okunuyormuş gibi yapılan kitap türünden olmadğı için bir köşede meraklısını bekler böyle kitaplar ve de üç kuruş paraya satılır.

Nazan SEZGİN – 18.08.2015

TARİH : “HALKA DOĞRU DERGİSİ VE MUHTEVASI”

Mustafa_Sever-010

HALKA DOĞRU DERGİSİ VE MUHTEVASI

Giriş:

II. Meşrutiyet’in ilânından (23 Temmuz 1908) sonra, çözülme ve çökme süreci hızlanan Osmanlı Devleti’ni kurtarmak çabasıyla özellikle devrin aydınları, fikir adamları tarafından devletin kurtuluşuna çözüm olarak üç siyasî görüş geliştirilip önerilir. Bu siyasî görüşlerin ortak yanı, devletin ekonomik ve siyasî açıdan güçlenmesini, kültürel açıdan ise farklı etnisitelerin birlikteliğini tesîs etmektir. Bu siyasetlerden Osmanlılık veya Osmanlıcılık siyasetinde “herkes, din, dil, cins, sosyal sınıf farkı olmaksızın eşit vatandaşlar olarak görülüyor ve ‘Osmanlı’ olarak kabul ediliyordu.” (Uyanık 2002: 794). Fakat, özellikle Fransız İhtilâli’nden sonra dünyada gelişen milliyetçilik hareketlerinin etkisiyle, devlet denetiminin çok zayıf olduğu geniş coğrafyadaki gayr-ı Müslimlerin ve Müslümanların Batılı devletlerce kışkırtılmaları, bu siyaseti başarısız kılıyordu. Çünkü Osmanlı Devleti, kuruluşundan başlayarak hiçbir zaman sınırları içindeki insanları dil, din, yaşayış açısından zorlamamış, onları Türklük veya daha genel anlamıyla Osmanlılık anlayışıyla asimile etmeye çalışmamıştı.

Osmanlıcılık düşüncesinin başarısızlığı, başta Padişah II. Abdülhamit olmak üzere, devrin devlet ve düşünce adamlarını arayışlara yöneltir. Bu arayışlar sonucunda halifeliğin Osmanlı sultanında olmasından yola çıkarak Osmanlı sınırları içindeki tüm Müslümanları birleştirmeyi öngören İslâmcılık siyaseti ortaya atılır. Yusuf Akçura’ya göre (2002: 783) İslâmcılık yoluyla Osmanlı sınırları içindeki Müslümanlar yanında dünyadaki Müslümanlar dindeki ortaklık ile birleştirilecek, tek millet haline getirilecektir. Ancak, bu siyaset diğer yandan Osmanlı Devleti sınırları içindeki Müslümanlar ile gayr-ı Müslimleri ayrıştırıcı bir nitelik de taşıyordu. Akçura’nın verdiği bilgilere göre (2002: 783), bu siyaset gereği yapılan çalışmalarla, faaliyetlerle, Tanzimat’la birlikte oluşturulmaya çalışılan Avrupavari meşrutî yönetimden vazgeçmek, devletin tebaası arasında cins ve din ihtilâfından, içtimaî vaziyet ihtilâfından çıkarak öteden beri var olan sevişmezlik ve zıddiyetin artmasına ve bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların çoğalmasına, Avrupa’da Türk düşmanlığının artmasına neden oluyordu. Zira, devir milliyetlerin ayrışma devriydi ve dinin milletleri birleştirmesi söz konusu değildi.

Osmanlıcılık’ın ve İslâmcılık’ın başarısızlıkla sonuçlanan girişimleri yanında, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Hüseyinzâde Ali, Ahmet Agayef, Mehmet Fuat, Şemsettin Günaltay gibi devrin aydınları, kurdukları derneklerde (Türk Birliği Derneği, Türk Derneği Cemiyeti, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocağı Cemiyeti) ve Genç Kalemler Dergisi, Bilgi Mecmuası gibi yayınladıkları dergilerde “mazisini unutmuş ve pür hayat ve pür heyecan duygulardan yoksun olan Türklüğe” (Uyanık 2002:795) ırk ve dil birliğinin temel alındığı bir milliyetçiliği önerirler.

25 Mart 1912’de Türk Ocağı kurulur. Bir yıl önce kurulan Türk Yurdu Cemiyeti (Kur. 31 Ağustos 1911) ile Türk Yurdu dergisi de Türk Ocağı’na katılır. Türk Yurdu dergisi çevresinde toplanan dönemin Türkçü aydınları, ülkenin içinde bulunduğu siyasî, ekonomik, toplumsal durum karşısında duydukları kaygı ve sorumlulukla hareket ederek halka yönelirler.

Halka yönelme, halka doğru gitme, bu dönem hakkında değerlendirmelerde bulunan kimi çalışmalarda[i] Rusya’da ortaya çıkan Narodnik hareketiyle ilişkilendirilir; ancak bu ilişki, “ilk aşamada belli bir anlayış, fikir akımı veya bir ideoloji haline gelecek yoğunluktan çok uzak[tır]” (Eraslan 2003: 56). Diğer yandan, halka yönelme hareketini salt Rus Norodnik hareketiyle ilişkilendirmek kanaatimizce eksik olacaktır; zira Tanzimat döneminde Batı’daki gelişmelerden haberdar olan kimi şair ve yazarlarımızın J. G. von Herder’den habersiz olduklarını düşünemeyiz. “Herder’in ‘milliyet’, ‘milli ruh’, ‘halk edebiyatı’, ‘milli edebiyat’ ve ‘milli kimlik’ konularında başvurulacak kaynak olarak ‘halk’ı göstermesi”nden (Yıldırım 1998: 43) bütün Hristiyan dünyası etkilenirken elbette Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan Hristiyan milletler de etkilenmiş, milliyetçilik hareketlerini teşkilatlandırma ve uygulama sürecinde kendi milli devletlerini meydana getirme yönünde faaliyetlere başlamışlardır. Bu süreçte, D. Yıldırım’ın (1998: 45) işaret ettiği gibi, Osmanlı Devlet yapısını tekrar eski haline getirmek yönünde III. Selim’den başlayarak yapılan askerî, siyasî, tıbbî, teknik, eğitim, vd. düzenlemelerin Fransız uzmanlarca gerçekleştirilmesi sebebiyle aydınlarımız arasında Fransızcanın öğrenilmesi, Avrupa’da cereyan eden siyasî, felsefî, fikrî ve edebî hareketler hakkında aydınlarımızın bilgi edinmesine imkân sağlamıştır. Diğer yandan başta Fransa’ya olmak üzere Avrupa’ya giden pek çok Türk aydını da bulundukları yerlerdeki siyasetçilerle, düşünce adamlarıyla görüşmüş, onlarla bilgi alış-verişi yapmış, siyasî akımları inceleme fırsatı bulmuşlardır.

Gerek Batı’da gelişen milliyetçilik ve dolayısıyla halka yöneliş hareketlerinden gerekse Rus Norodniklerinden etkilenen Türk aydınları; Bulgarların, Sırpların, Rumların, vd. milletlerin kendi devletlerini kurmak yönündeki faaliyetlerine de müşahit olarak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartları değerlendirme ve bir çıkış arama çabası sürecinde halka yönelirler. Bu yönelişin ürünlerinden biri olarak Halka Doğru Dergisi, 11 Nisan 1329/24 Nisan 1913 Perşembe günü İstanbul’da haftalık olarak yayınlanmaya başlar ve haftalık olarak bir yıl yayın hayatını sürdürür. 03 Nisan 1330/20 Nisan 1914 tarihinde son sayısını yayınlayarak yayın hayatından çekilir.

Halka Doğru Dergisi ve Muhtevası

Halka Doğru Dergisi haftalık olarak toplam 52 sayı yayınlanır. Bu 52 sayının 48’i 1913 yılında, 4’ü de 1914 yılında yayınlanır. Toplam 416 sayfadır. Her bir sayısı sekiz sayfa olarak çıkan Halka Doğru’nun 29. ve 30. sayıları 12 sayfa ve bir arada, 38. sayısı da 12 sayfa olarak yayınlanmıştır.

Dergi, Osmanlı memleketi için 12 Guruş, Rusya ve Acemistan için 2 Ruble, başka memleketler için 5 Frank, sayısı 10 Para olarak fiyatlandırılmıştır. Müdürü Celâl Sâhir’dir. İdarehânesi İstanbul’da Nuri Osmaniye Caddesinde 40 numrolu Türk Yurdu binasındadır. İlk sayıda derginin daimi yazıcıları olarak Halide Edib Hanım, Akçuraoğlu Yusuf, Ahmed Agayef, Tevfik Nureddin, Celâl Sâhir, Hüseyinzâde Ali, Hamdullah Suphi, ‛Âkil Muhtar, Abdülfeyyâz Tevfik, Ali Cânip, Ali Ulvi, Galip Bahtiyar, Kâzım Nâmî, Köprülüzâde Mehmed Fuad, Gök Alp, Mehmet Emin, Mehmed Ali Tevfik, Memduh Şevket adları belirtilir. İkinci sayıda bu adlara Aka Gündüz de katılır.

Halka Doğru’nun ilk sayısında, “Halkın Dedikleri” başlığı altında derginin çıkarılma gerekçesi belirtilir. Yazıda anlatıldığı üzere, kendilerinin tabiriyle “sekiz-on yazıcı” birlikte bir rüya görürler. Rüyayı gören bu sekiz-on kişi, devrin Türkçü aydınlarıdır. Rüyada, yeşil bir ova içinde kendilerini bulan sekiz-on aydın, burada yamalar giyinmiş, zayıf bir ihtiyar kadına rastlarlar; kadın, irili ufaklı yavrularıyla bir tarlada başak toplamaktadır. Aydınları gören kadın onların yanına gelir ve kendisini tanıyıp tanımadıklarını sorar. Aydınlar, tanımadıkları için kadından utanırlar. Kadın; halktır, millettir, ahalidir; kısacası Anadolu’dur. Yaşlı kadın, yüzlerce seneden beri kendisini aramamış, hatırını sormamış oldukları için aydınların kendisini tanımamalarına şaşırmaz ve kendisini “Ben, sırası geldikçe bütün suçları üzerine attığınız halkım. Kendi namına hüküm sürdüğünüz, hâkimiyetinin vekilleri olarak meydana çıktığınız ahaliyim, milletim.” (sayı:1, s.1) şeklinde tanıtır. Söylediği sözler, aydın ile millet arasındaki kopukluğu tasvir eder.

Kadın (millet), kendisine karşı olan ilgisizlikten dolayı aydınlardan ümidini kesmiştir ve kararını vermiştir; aydınlara “Ben kendi kendimi okutacağım, kendi kendimi ıslah edeceğim, terakkiye kendi adımlarımla gideceğim. İbtida bana bir dil, bir edebiyat lazım. Dinî, ahlâkî, iktisadî, içtimaî malumat lazım. Bunları kendi kendime edineceğim. Eski yıpranmış âletlerimi atarak yeni makineler kullanacağım. Toprak sürmeği, hayvan beslemeği, köy idare etmeği, yol yapmağı, mektep açmağı öğreneceğim. Gizli duygularımı, şuursuz mefkûrelerimi kalbimden çıkararak ortaya koyacağım. Dinimin esaslarını bularak gerçekten İslâm ümmeti olacağım. Bu işi yapmak için bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla, zavallı, yoksul kızlarımla çalışmağa niyet ettim. Siz de benim evlatlarım değil misiniz? Siz de yapma dileğinizi, yalancı bilgilerinizi, boş ve faydasız gururlarınızı bırakarak bana gelir, benimle çalışır mısınız? (sayı:1, s.1) diye sorar. Bu soru üzerine uykudan uyanan aydınlar rüyayı tabîr ederler. Kadın haklıdır, kendisine yardım edilmelidir. Bu yardımın bir işareti olarak haftalık bir cerîdeyi Halka Doğru adıyla çıkarmaya karar verirler.

Bu rüya ile ilgili, Halka Doğru Dergisi’ne (rüyayı görenlere) Bekçi Mustafa Baba imzalı bir mektup gelir. İkinci sayıda yer verilen mektupta Bekçi Mustafa Baba, “Rüyayı zamanında görmüş, pek de yolunda doğru yormuşsunuz. (…) Bilinmelidir ki, milletin kökü, anası, temeli halktır. Halkı, halkın duygularını düzeltmezseniz, halka doğru duygular vermezseniz bu yurt, şu harap memleket şenlenmez” (HD, sayı 2, s.11) demektedir. Bekçi Mustafa Baba, biraz mektep medrese görenlerin halktan kendilerini ayırdıklarını, üstünlük tasladıklarını, kendilerine has bir dil ve edebiyatla haşır neşir olduklarını, bir mecliste herkesten ayrı kuş diliyle konuşanlara, birbirlerinin kulaklarına fısıldayan, kaş göz işaretiyle anlaşan insanlara benzediklerini, bu sebeple halkın camideki vaizi de, köylerine gelen baytarı da anlayamadığını, ancak vergi tahsildarının “Hışşt babalık, gel bakalım, elli kuruş vergin birikmiş, hadi sökül.” (sayı:2, s.12) şeklindeki açık seçik Türkçesinin anlaşıldığını belirterek “Ah! Evet, zor… Birdenbire halka inmek, halkla senli benli görüşmek zor, pek zor; fakat zararı yok, alışırsınız… Bunları mahsus yazdım ki yazılarınızın halk tarafından can ve gönülden okunduğunu anlaya, ona göre çalışasınız. Allah yardımcınız olsun, amin!” dileğiyle mektubunu bitirmektedir. Türkçü aydınlar bu mektupla, halkın duygularının, beklentilerinin ne olduğunu ve bu yönde kendi tavırlarının ne olacağını işaret ederler. Halka Doğru dergisini çıkarma amaçlarını, ilk sayıda rüya şeklinde bir manifesto ve ikinci sayıda Bekçi Mustafa Baba ağzından bir mektup ile açıklayan Türkçü aydınlar, başta aydın zümre ile millet arasında uzun bir süreçte oluşmuş mesafenin kapatılması, kopukluğun giderilmesi, dilde kültürde birlikteliğin sağlanması, Anadolu’nun imar edilmesi gibi amaçlarla harekete geçerler; ki Anadolu’nun imar edilmesi onların nezdinde cihattır. Halka Doğru’da bu amaçlar; şiir, hikâye, gezi yazısı, tarih, sağlık, eğitim, din, bilim, iktisat, vd. yazılarında dile getirilir.

Halka Doğru’da Şiir

Halka Doğru’nun muhtevasında şiire özel bir önem verildiği görülür. 52 sayıda altmış üç dolayında şiir yayınlanmıştır. Şiir; kısa, özlü, akılda yer etme özelliği ve duygu aktarımındaki işlevselliği nedeniyle diğer edebî türlerden ayrılır. Şiirin bu özelliklerinden olacak ki Halka Doğru Dergisi’nde de en fazla şiire yer verilmiştir. Halka Doğru, Balkan Savaşları’nın başlamasından kısa bir süre sonra çıkmaya başlar. “Rumeli Türklüğü için sabrın, direncin ve tahammülün son sınırı” (Sarınay 2012: 9) olan Balkan Savaşları, Halka Doğru’nun birçok sayısında, birçok şiire konu olur. Şiirlerde en fazla Gök Alp, Aka Gündüz imzaları görülür. Ziya Gökalp, muhtevasını Türk tarih ve ülküsünün, Türklüğün temel değerlerinin, yaşanılan günlerdeki olay ve durumların oluşturduğu şiirler yayınlar. Aka Gündüz, 2. sayıda bayrağa olan sevdasını “Doğan” imzasıyla yayınladıktan sonra Rumeli’de yaşanan olayları, Bulgarların zulümlerini, Türkün hasletlerini, Anadolu’yu, Anadolu insanının durumunu, Türk aydınının Türk milleti karşısındaki durumunu, vb. konu edinir. Yayınladıkları şiir sayısına göre (üçer şiirle) Gök Alp ve Aka Gündüz’den sonra Kâzım Nâmî, Abaka ve Kocaağaoğlu Turgut gelir. Kâzım Nâmî, şiirlerinde Türk tarihinden, Türkün hasletlerinden ve bu hasletlerden uzaklaşmanın hüsranla sonuçlanacağından bahsederken Abaka, Balkanlardaki işgali ve Bulgar zulmünü konu edinir. Kocaağaoğlu Turgut ise, bir yandan romantik milliyetçi bir edâ ile Anadolu köylüsünü, çiftçiliği, çalışmayı ve bundan duyulan hazzı dile getirirken diğer yandan içinde bulunulan günlerdeki gelişmelerden duyulan bunalımı sergiler. Bu şairlerin dışında Halka Doğru’da genel olarak bir şiirle Uyanık, Mehmet Niyazi, M. Nermi, Haver, Cûdî, Ali Canib, Tomrisoğlu, İspartalı Hakkı, İzzet Ulvî, Eminoğlu Kemal, C. Sahir, Enis Behiç, M. Sadi, A. Necmettin, Fikret Ziya, Uslu Muhulu, Hayri, Rıza Tevfik, Ahmed Necmettin, Reşid F., Atilla Han, vd. adlarına da rastlanmaktadır. Bu şairlerin şiirlerinde de genel olarak Balkanlarda cereyan eden savaş, Bulgar zulmü, yaşananlara karşı öç alma duygusu, yaşanılan süreçte Türk milliyetçilerine düşen görev, birlik olma, töreye uyma, tarihten ders alma, vb. konular işlenmiştir.

Halka Doğru’da Nesir

Halka Doğru’da nesir olarak hikâyeler, iktisadî yazılar, İslâmi ve tarihî bilgiler, geleneksel Türk kültürünün özellikleri ve bu çerçevede öğütler, bilimsel yazılar, haberler, tanıtmalar ve reklamlar yer almaktadır. Hangi tür yazı olursa olsun -şiirlerde olduğu gibi- yazıların Türkçü-milliyetçi bir anlayışla, halkı ortak bir düşüncede birleştirme yönünde bilgilendirme amacıyla kaleme alındığı görülmektedir.

Halka Doğru’da Hikâye

Kâzım Nâmî, Mehmed Emin, M. Ş., Maraşlıoğlu, Nazım, Ali Su’ad, Galip Bahtiyat, Köprülüzâde Mehmed Fu’ad, İzzet Ulvi, Mehmet Rıfat, A. Kadir, Tal’at Orhan, Ahmed Necmeddin, Reşid Galip tarafından yazılan hikâyelerde güncel olaylar; Rumeli’deki işgaller, zulümler; Türklük-Müslümanlık değerleri, ilim öğrenmenin, çalışkanlığın, çağın teknolojisinden yararlanmanın, köhnemiş âdetleri terk etmenin, Türk esnafından alış veriş yapmanın, vb. önemi ve gerekliliği konu edilmiştir. Sözgelimi Kâzım Nâmî, yazdığı “Nöbet” ve “Ali Dayı’nın Hikâyesi” adlı hikâyelerinde, geleneksel Türk hayatında ocak şeklinde teşkilatlanmanın önemi üzerinde durarak Türk esnafının “ocak” şeklinde teşkilatlandığını ve bu yolla yardımlaşarak, dayanışarak varlığını sürdürdüğünü işler. Bir başka hikâyesi “Demirci”de zanaat öğrenmenin önemine vurgu yapar. Maraşlıoğlu imzasıyla yayımlanan sekiz hikâyede -ki bazı hikâyeler üç sayı (Zaruri Bir Mukayese) bazısı altı sayı (Çakır Oğlan) devam eder- Rumların, Sırpların, Bulgarların Türk insanına karşı tavırları, kalleşlikleri, nankörlükleri işlenirken başlığında “Mukaddes Kinler” ibaresi bulunan hikâyelerde (Selanikli Ayşe Hanım, Zaruri Bir Mukayese) Türk ve Müslümanlara, Türklüklerini ve Müslümanlıklarını hatırlarından çıkarmadan davranmaları, bu yönde alış-verişlerinde Müslüman esnafı tercih etmeleri çağrısı yapılır. Aynı üslupta iki hikâyesiyle Köprülüzâde Mehmed Fuad da Bulgar zulmünü konu edinir.

Halka Doğru’da İktisadî Yazılar

Halka Doğru’da iktisadî hayata dair pek çok yazıya yer verilmiştir. Abdülfeyyaz Tevfik, Maraşlıoğlu, Muhiddin, Akçuraoğlu, Ali Suad, Mühendis Faik gibi imzalara ait yazıların yanında imzasız yazılar ve “Halkı Seven”, “Doğruyu Söyler” veya “F…”, “A. Y.” gibi imzalarla iktisadî konuda yazılar yayınlanmıştır. Bu yazılarda gayr-ı Müslimlerle Türkler mukayese edilerek iktisadî hayatın nasıl geliştirileceği, köylülerin ve esnafın sorunlarının neler olduğu, bu sorunların nasıl çözüleceği, sendikalaşma ile birliğin, dayanışmanın tesis edilebileceği, yerli malı kullanmanın ve alış-verişlerde Türk esnafların tercih edilmesinin gerekliliği, yerli sanayinin gelişmesi için hammaddeyi işlemenin, mamul hale getirmenin, ticareti millileştirmenin önemi, vb. üzerinde durulur.

Bu yazılar içinde özellikle Yusuf Akçura’nın “Halka” başlığıyla yayınlanan dört yazısı (22, 23, 25 ve 27. sayılar) Halka Doğru mensuplarının iktisadî anlayışlarını ortaya koyması yönünden önem arz etmektedir. Yusuf Akçura, Halka Doğru’nun 22. sayısında “köylükte yaşayan az toprak sahibi, yahut büsbütün topraksız rençberler; sonra şehirlerde geçinen ufak esnaf ve günlükçü ameleler, ırgatlar”dan oluşan halkın geçim zorluğu içinde olduğunu, yeterli üretimin yapılamadığını, üretilen ürünlerin değerinde satılamadığını, çağa uygun araç ve malzemelerin üretimde kullanılamadığını, esnaflığın, dolayısıyla ticaretin gayr-ı Müslimlerin eline geçtiğini belirterek “Osmanlı Türklerinin İktisadî ahvali gittikçe fenalaşıyor. Bir milletin “ahval-i iktisadiyesinin” fenalaşması, muharebelerde yenilmekten, kaleler kaybetmekten daha korkunçtur. Çabuk çaresine girişilmezse, Allah etmesin, o millet ölür, kaybolur.” tespitinde bulunur. 25 sayıda Türk köylülerinin, esnaflarının devletten yardım beklemeksizin kendi güçleriyle “Ufak Borç Cemiyetleri, Çift Avadanlıkları Ziraat Aletleri Satın Alma Cemiyetleri, Mahsulâtı yahut Mamulâtı Doğrudan Doğruya Satmak Cemiyetleri, Çocuk Mektepleri, Rençper Mektepleri, Çırak Mektepleri” gibi teşkilatlanmalarla üretimde, pazarlamada iktisaden rahatlayacaklarını, tefecilerden kurtulacaklarını, araç ve malzeme temininde rahatlayacaklarını belirtir. 27 sayıda Yusuf Akçura esnaf, köylü bu teşkilatlanmaları yapabilmesi için “önüne düşüp yol gösterecek adamlara muhtaçtır. Zaten başka memleketlerde de halkın mürşidi okumuş adamlar, hocalar, muallimler, Darülfünûn talebesi filan olmuştur. Osmanlı memleketinin İslam olmayan halkı arasına o halkın büyük mekteplerde tahsil görmüş, şehadetnâme almış gençleri girerek halka mahsus cemiyetler, mektepler açtıklarını her gün görüyoruz. Halk öğrendikten sonra artık kendisi de yapabiliyor: Açılmışları devam ettiriliyor. Yeniden yeniye de açıyor; fakat başta işi başlayıp yola koyan daima okumuş adamlardır.” diyerek aydınlara, okumuşlara halka gitmeleri, halka yol göstermeleri yönünde uyarıda bulunur.

İktisadî yazılar içinde Mühendis Faik’in yazıları da ayrı bir önemi haizdir. “F.”veya Mühendis Faik imzalarıyla “Faydalı Düşünceler-Esnaf İçin Terakki Yolları” başlığında yazdığı bir dizi yazıda (sayı: 32, 34,36, 40, 42, 44), diğer ülkelerdeki çiftçilik ve esnaflıkla ülkemizdeki durumu mukayese ederek gelenekteki lonca teşkilatına benzer teşkilatlanmaların yapılmasını, çiftçilerin ve esnafların güçlerini birleştirmeleri yoluyla büyük şirketler oluşturmalarını, birikimlerini kuracakları bankada toplamalarını ve ihtiyaçlarında sıkıntısız kredi alabilmelerini salık verir. Bu çerçevede yazı yazan bir diğer yazar da Ali Suad’tır. “Bir Altının Taksimi” (sayı: 22) adlı yazısında çiftçinin, tüccarın, memurun kazançlarını nasıl değerlendirmeleri gerektiğini örneklerle açıklar. “Halk ile Konuşma”da halkın fakirliğinin sebepleri üzerinde durur ve bu hususta halkın zenginlerine büyük işler düştüğünü şu sözlerle belirtir: “Zenginlerimiz çok çalışmalı, çok çalıştırmalı, çok yer ekmeli, çok hesap etmeli, hükümete çok yardım etmeli, namusunu sakınmak için doğrulukla iş görmeğe çok dikkat etmeli, işte güçte cesaretli davranmalı, komşusunu geçmeğe ancak gayretle uğraşmalı, az sarf edip çok kazanmak yolu ne ise arayıp bulmalı, çocuklarını terbiye için çok emek vermeli, şimdiden sonra çok düşünmeli ve kendi gibi çok düşünenleri arayıp bulup onlarla uzlaşmalı, şirketler, yardımlar, işler açmalı, hileden utanarak memleketinin tam bir efendisi olmaya çok ve hem de pek çok çalışmalıdır.” (sayı: 40).

Muhiddin imzasıyla yayınlanan üç yazıda (sayı: 6, 7, 9) Osmanlı Devleti’nin geri kalma sebepleri olarak ticarete ve zanaata gereken önemin verilmediği, zamanında ecnebilere kapitülasyon denilen imtiyazların verilmesiyle ticaretin ve zanaatın ecnebiler eline geçtiği ve dolayısıyla ticaret ve zanaatta Osmanlılarda bir sınıfın teşekkül etmediği; ticarette, sanayide milli şirketlerin kurulması gerektiği, gelenekteki imece usulüyle şirketlerin kurulabileceği üzerinde durulur. İktisat konusunda yayınlanan imzasız yazılarda ise, Türk esnaftan alış-veriş yapılması, amele sandığının kurulması ve sandığın ameleler için öneminin ne olduğu, ticaretin milli ellere geçmesi yönünde gayret edilmesi, Türklerin de ticaretle uğraşarak zenginleşmeleri gerektiği, vb. konular işlenir.

Halka Doğru’da Dinî, Tarihî Yazılar

Dinî-tarihî bilgiler içeren yazılar da Halka Doğru’da önemli bir yer tutar. Ahmed Agayef, M., Maraşlıoğlu, Uyanık, Sadi gibi yazarı belli olan yazıların yanında çoğunluğu imzasız olan bu yazıların tarihî olanlarında İslâm tarihinden ve Türk tarihinden veya dünya tarihinden olaylar, kişiler anlatılmaktadır. Sözgelimi Ahmed Agayef, “Hz. Fatma’nın Kahramanlığı” başlığını taşıyan yazısında (HD, sayı 1 ve 3) Hz. Ömer’in İslamiyet’i nasıl bir olay vesilesiyle kabul ettiğini anlatır. Uyanık, içinde bulundukları gün vesilesiyle Türklerin Kurtuluş Bayramı’nı, Ergenekon’dan çıkışı anlatır. Şâdi ise, Süleyman Şah’ın Fırat’ın sularında boğulmasından sonra Osmanlı Türklerin doğan güneşin yolundan giderek altın destanlarını başlattıklarını anlatır. İmzasız yazılarda ise, Türk tarihinde yer etmiş olaylar, savaşlar, padişahlar (İlk Padişahımız, Meçhul Bir kahraman, Üçüncü Sultan Selim, Girit Fethi, Eğri Muharebesi, Kosova Muharebesi) hakkında bilgiler verilir; Deli Petro örneğinde gayr-ı Müslim devletler ve devlet adamlarının Osmanlı karşısında nasıl hareket ettikleri, Osmanlı Devleti ve devlet adamlarıyla mukayese edilerek anlatılır.

Dinî yazılara gelince, iki imza dışında diğer yazılar imzasız olarak yayınlanmıştır. M. imzasıyla yayınlanan “İslamlıkta Tevekkül” başlıklı yazıda Hz. Ömer ile bir Bedevî arasında geçen konuşmayla tevekkülün nasıl idrak edilmesi gerektiği anlatılır. Maraşlıoğlu “Gerçek Din” başlıklı yazısında “Namaz kılmak, oruç tutmak her Müslümâna farzdır; fakat Müslümânlık yalnız bu kadar mıdır ya? Eğer Müslümânlık “Elhamdülillah Müslümânım” demekle, abdest alıp namaz kılmakla, ramazanda oruç tutmakla olsa idi, ondan kolay bir şey olamazdı. Namazın, orucun yalnız ahiret için değil, dünya için lüzumu ve faydası var.” dedikten sonra İslâm’ın sözde değil işte, eylemde, uygulamada kendini göstermesiyle gerçek Müslümân olunacağını savunur. Bir başka yazısı “Ramazan Günleri”nde ise, Ramazan ayının dünyalık ve ahretlik birçok faydasının olduğunu, bu ayda nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiği üzerinde durur. “Köylülere Mev’izeler”, “Köylülere Vaazlar” veya “Köylülere Vaazlarım” başlığıyla imzasız yayınlanan yazılarda alt başlıklar kullanılarak çeşitli konularda bilgi verilmiştir. Sözgelimi bu yazıların ilkinde “Dünya Müminlerindir” alt başlığı altında “Ey mü’min kardeşlerim yeter bu gaflet! Artık uyanın, uyanın! Cenab-ı Hak dünya sa’adetlerini de, ahıret ni’metlerini de Müslümanlara vermiştir.” denilerek Müslümanların dünyaya da önem vermeleri gerektiği, gerek Hazret-i Peygamber’in ve ondan sonra da Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. ‘Osman ve Hz. Âli’nin zamanlarında ve gerekse eski padişahlarımızın vaktinde İslâmiyet’in bilindiğini, ondan şaşılmadığını, bu nedenle de zenginliğin, rahatlığın, rızk bolluğunun, kuvvet ve kudretin onlarda olduğunun üzerinde durulur. Bu dizideki diğer yazılarda da tembelliğin günah, çalışmanın farz olduğu, kazanın ve kaderin ne olduğu üzerinde durulur.

Halka Doğru’da ilmî, terbiyevî yazılar

Halka yönelmenin, halkı aydınlatmanın bir gereği olarak Halka Doğru’da çağın gelişmelerinden, Batı ülkelerindeki teknolojik gelişmelerden, halk arasında yaygın hastalıklardan ve bu hastalıklardan korunma yollarından, köhnemiş âdet ve uygulamaları terk etmenin gerekliliğinden, gelecek nesillerin terbiye edilmesinde anaların rolünden, geleneksel usullerin çağın gereklerine uygun şekilde güncellenmesinden, vb. bahseden yazılara yer verildiği görülür. Bu tür yazı yazanlar arasında Abdülfeyyaz Tevfik’i ilk başta anmamız gerekir; zira “Baba Öğüdü” başlığı altında yazdığı 15 yazının pek çoğunda terbiye konusuna yer verir. Ona göre “Bir milletin selameti kadın ve çocuklarının terbiyesine bağlıdır.” (sayı 8). Abdülfeyyaz Tevfik, evlat terbiyesinin ailede başlayıp mekteplerde devam edeceği üzerinde durarak terbiyenin aileler için çocuklarına karşı bir görev, bir borç olduğu, çünkü toplumca yükselmenin ana etkeninin terbiye olduğu, Osmanlılığın terbiye yoluyla yükseldiği, ancak terbiyenin ihmal edilmesi sonucu bozulmanın, çöküşün başladığı tespitinde bulunur. Ona göre terbiyenin namus, doğruluk, mertlik, fedakârlık gibi temelleri vardır. Köksüz, temelsiz hiçbir şey olmaz; bu nedenle geleneksel değerler güncellenmeli, nasıl bir fidan gelişmesi için erbabınca zaman zaman budanırsa, çocuk terbiyesinde de faydalı ile zararlının tespit edilerek zararlı usullerin terk edilmesi gerekir. Çocukların terbiyesi, sıhhatleriyle de yakından ilgilidir. Bu nedenle yeme içme zamanları, uyku zamanları yönünden de çocuklar terbiye edilmelidir. Onları korkutmadan, ürkütmeden, oyundan mahrum bırakmadan, onların dilinden konuşarak terbiyeye başlanılması gerekir; ki çocukta kendine güven duygusu gelişebilsin. Hülasa, A. Tevfik’e göre terbiye usullerimiz “düzelirse bu defa (Meriç) kenarında suya düşürdüğümüz kıymetli (Hilal)i taşıyacak parmaklara yeniden kuvvet gelir. (Kızıl Elma)nın terle yoğuracağımız yüce tepelerinde tekrar göklere karışır.” (sayı 9).

Terbiyevî konudaki yazılardan biri de Hırant Hayri’nin “Türk Çocuğu Ailede Nasıl Terbiye Edilmeli?” başlığı ile yayınladığı yazıdır. Hırant Hayri, çeşitli filozofların görüşlerinden de faydalanarak çocuk terbiyesinin hangi ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilmesi gereği üzerinde durur.

Halka Doğru’da bir yandan “Bilinecek Şeyler” başlığı altında o günün teknolojisi ile ilgili (petrol, havagazı, elektrik, elektrikli tramvay, balon, tayyare, vb. hakkında) halka bilgi veren yazıları, diğer yandan da insan sağlığı konusundaki yazılarıyla “Uyanık”ı görürüz. İnsanın anatomik yapısı, organları, bu organların nasıl çalıştığı, insan vücuduna zararlı maddeler, vb. konularda Uyanık, halkı bilgilendirme amacıyla pek çok yazı yazar. Halka Doğru’da kız çocuklarının okutulması gereği, satıcıların temizliğe riayet etmeleri veya verem hastalığının özellikleri ve ondan korunma yolları gibi ilmî terbiyevî konulardaki pek çok yazı da imzasız olarak yayınlanmıştır.

Halka Doğru’da haberler, tanıtmalar ve reklamlar

Halka Doğru’da güncel gelişmelerin, olayların haberleri, kimi ürünlerin veya dergilerin tanıtmaları, reklamları da yer alır. Sözgelimi 3. sayıdaki “Büyük Niyazi” başlığıyla verilen haberde Yunan Muhaberesi’nde, sonra Bulgar komitelerini kovalamakta büyük yararlıklar, kahramanlıklar gösteren, eski Yıldız Hükümeti’ne karşı ilk evvel silaha sarılarak Resne dağlarına çıkan bir Türk subayının Avlonya’da şehit edilmesi anlatılır.

Halka Doğru’nun yayınlandığı günlerde yayın faaliyetinde bulunan çeşitli dergiler (Şehbal, Çocuk Dünyası, İslâm Dünyası, Toprak, Yeni Fikir, vd.), kitaplar (Köy Hatibi, Çiftlik Müdürü, Türk kanı, vd.) hakkında tanıtmalar, piyasaya yeni çıkan ürünler (yeni usturalar), kimi esnaf dükkânları (İslâm Ticarethânesi, Türk Berberi) hakkındaki reklamlar yanında, 22. sayıdan başlamak üzere “Haftalık Havadis” başlığı altında güncel gelişmelerden (Rauf Bey’in binbaşı oluşu, Edirne Heyeti’nin Rusya’daki Türklerle ilişkisi, Ermeni patriğinin seçilişi, Gülhane Parkı’nın açılışı, Padişahın sağlığı, İttihat ve Terakki Kongresi, Darende İplik Fabrikası’nın kurulması, vd.) haberler verilir.

Halka Doğru’nun muhtevası hususunda, derginin kimi sayılarında yer verilen resim ve fotoğrafları da anmamız gerekir. Bu resim ve fotoğraflar, yaşanılan günlerdeki gelişmelerle, olay ve durumlarla ilişkilidir. Sözgelimi bu fotoğraflardan ilki (9. sayı), Bulgarlarla çarpışmada şehit düşen Türk subayı Amasyalı Hilmi Bey’in fotoğrafıdır. Halka Doğru’nun 9. sayısından 38. sayısına kadarki nüshalarında resim veya fotoğraf yoktur. Bursa Türk Ocağı’nın Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıldönümünü kutlamak üzere tertip ettiği toplantıyı haber veren 38. sayının ilk sayfasında Osman Bey’in portresine yer verilmiştir. Yine aynı sayıda Osman Bey’in portresi altında “Osmanlı gençliği Bâb-ı’Âlî önünde Talat Bey’in nutkunu dinlerken” çekilmiş fotoğrafa yer verilmiştir.

Bunlardan başka Halka Doğru’da, yeni alınan ve adı “Birinci Sultan Osman” konulan zırhlı geminin (sayı:40), Sultanahmet Meydanı’nın (sayı:41), Yeni Köprü üstünde elektrikli tramvay’ın (sayı: 42), İstanbul’dan Kahire’ye uçan tayyareci Fethi ve Nuri Beyler’in (sayı:44), Budapeşte’deki Şark Eserleri Müzesi’nde sergilenen Türk el işlemelerinin (sayı:45), Said Paşa, Sadık Bey ve Fethi Bey’in (sayı: 46), Büyük şehidlerin son günleri: Fethi ve Sadık Beylerin otuz bin kişi tarafından karşılanışının (sayı: 47), Tayyareci Salim ve Kemel Beyler’in (sayı: 49) fotoğraflarına yer verilmiştir.

Sonuç

Yayınlandığı yılların siyasî, ekonomik ve toplumsal yapısının bir gereği olarak Halka Doğru’da Türk milliyetçilerinin dilde, fikirde, yaşama şeklinde millileşmeyi tesis etmek için milli şuurun, Türklük şuurunun uyandırılması yönünde bir yayın faaliyetinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu yayın faaliyetinin hedef kitlesi Türk milletidir. Osmanlı Devleti için hezimetle sonuçlanan Balkan Savaşı ve bu hezimetin meydana getirdiği bunaltı, Balkan topraklarında Osmanlıya karşı geliştirilen milliyetçilik hareketleri, Türk milletinin kendine gelmesinin, aklını başına toplamasının lüzumu, Balkan milletlerinin nankörlüğü ve Türklere yaptıkları zulümler, bu zulümlere karşı intikam alınması gereği, vb. konular derginin muhtevasında ana bütünlüğü oluşturur. Milliyetçi Türk aydınları[ii], yüzyıllardır ihmal edildiğine inandıkları Anadolu’ya, Türk milletine yönelirlerken özellikle Balkan milletlerindeki (Sırp, Rum, Bulgar, vd.) uyanışı ve bu yöndeki faaliyetleri örnek gösterirler ve aydın Türk gençlerinin de aynı yolla halka yönelmelerini salık verirler. Çünkü onlara göre Türk halkının eğitilmesi, aydınlatılması aydınların görevidir.

Türk milliyetçilerinin ülkenin içinde bulunduğu siyasî, ekonomik şartları değerlendirmeleri ve yerinde tespitleri sonucu bir çıkış aramalarının sonucu olarak yayımladıkları Halka Doğru, halka yönelmede önemli bir adımdır. Bu yöndeki çalışmalar ve yayın faaliyetleri Halka Doğru kapandıktan sonra başka dergiler, dernekler aracılığıyla devam ettirilmiştir.

Prof. Dr. Mustafa SEVER

"Halka Doğru Dergisi ve Muhtevası", Dört Kıtada Folklorun İzinde: Prof. Dr. Özkul Çobanoğlu Armağanı, Aydan Matbaacılık, Ankara 2015, s.293-304.

KAYNAKLAR

♦ AKÇURA, Yusuf 2002, “Üç Tarz-ı Siyaset”, Türkler Ans. 14.c, Yeni Türkiye Yay., Ank., s. 782-789.

♦ ERASLAN, Cezmi 2003, Yakın Dönem Türk Düşüncesinde Halkçılık ve Atatürk, Kum Saati Yay., İst.

♦ SARINAY, Yusuf 2012, “Balkan Savaşları ve Sonuçları”, Türk Yurdu, sayı 303, Kasım, s. 8-15.

♦ TOPRAK, Zafer 2002, “Türkiye’de ‘Narodnik’ Milliyetçiliği ve Halkçılık (1908-1918”, Türkler Ans. 14.c, Yeni Türkiye Yay., Ank., s. 801-806.

♦ UYANIK, Mevlüt 2002, “ Osmanlı Islahatlarının Nihai İfadesi Olarak Üç Tarz-ı Siyaset ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Etkisi”, Türkler Ans. 14.c, Yeni Türkiye Yay., Ank., s. 790-800.

♦ YILDIRIM, Dursun 1998, “Türkiye’de Folklor Araştırmalarının Gelişme Devreleri” Türk Bitiği, Akçağ Yay. Ank., s.43-60.

Dipnotlar:

[i] Mehmet Özden, II. Meşrutiyet Devri Halkçılık Düşüncesi ve “Halka Doğru” Dergisi, HÜ, Sos. Bil. Enst. Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1985; Zafer Toprak, “Türkiye’de ‘Narodnik’ Milliyetçiliği ve Halkçılık (1908-1918”, Türkler Ans. 14.c, Yeni Türkiye Yay., Ankara, s. 801-806.

[ii] Bu muhtevadaki yazılar için özellikle Yusuf Akçura’nın yazılarına bakılmalıdır.

PKK DOSYASI : PKK’dan yeni talimat

İstihbarat birimlerince saptanan yeni telsiz konuşmalarına göre terör örgütü PKK’nın üst düzey yöneticileri, grup sorumlularına ‘deşifre olan yerlerin kullanılmaması’ ve ‘grupların ikiye ve üçe bölünerek hareket etmeleri’ talimatı verdi.

Son dönemde teröristlerin yol kesme ve araç yakma faaliyetlerini yoğunlaştırdığı Tunceli kırsalında önceden belirlenen PKK yuvalarına geçen cumartesi günü hava operasyonu gerçekleştirildi. Saat 03.00’de başlayıp 1.5 saat süren hava operasyonunda 22 nokta vuruldu. PKK’nın başta yaz mevsiminde kullandığı 14 değişik yerdeki barınma noktası, 4 ağır makineli tüfek (doçka) mevzisi, 2 makineli tüfek mevzisi, 2 keskin nişancı mevzisi imha edildi.

Son operasyonla ağır darbe alan örgütten kaçan 5 PKK’lı güvenlik güçlerine teslim olurken, alınan ifadelerinde bunlardan 2’sinin de Kandil ve çevresine yapılan hava operasyonlarından kaçanlar olduğu öğrenildi. Geçen temmuz ayından itibaren gerçekleştirilen ve çok sayıda teröristin öldüğü sınır ötesi hava operasyonları, PKK’lılar üzerinde moral bozukluğu oluşturdu ve teslim olan terörist sayısında da önemli artış yaşandı.

İstihbarat birimlerince saptanan telsiz konuşmalarında PKK’nın grup sorumlularının hava operasyonlarıyla ilgili ‘Gök yarıldı, gök üstümüze çöktü sanki’ diye rapor verdiği belirlendi. Yeni telsiz konuşmalarına göre PKK’nın üst düzey yöneticileri, grup sorumlularına ‘deşifre olan yerlerin kullanılmaması’ ve ‘grupların ikiye ve üçe bölünerek hareket etmeleri’ talimatı verdi.

RUSYA DOSYASI /// ABD’li tarihçi : Stalin ve komünizm karşıtı yalanları ABD ve İngiliz istihbara tı başlattı

ABD’li tarihçi Grover Furr, SSCB lideri Josef Stalin ve dünya komünist hareketi hakkındaki yalanların ABD ve İngiltere istihbaratı tarafından başlatıldığını, komünist hareketin asla emperyalizm ve kapitalizmin katliamlarıyla karşılaştırılabilir şeyler yapmadığını, bu gerçeğin örtülmek istediğini belirtti.

Sputnik‘e konuşan ABD’li tarihçi ve Sovyetler Birliği uzmanı Grover Furr, ABD ve İngiltere’nin Nazi Almanyası’nın lideri Adolf Hitler ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği lideri Josef Stalin’i eşdeğer göstermek için büyük çaba harcadığını belirtti.

ANTİ-KOMÜNİST PROPAGANDA SÜRÜYOR

ABD ve NATO’nun 2. Dünya Savaşı’ndan beri en saldırgan ve katliamcı güç olduğunu bildiren Furr, SSCB ve dünya komünist hareketinin asla kapitalizm ve emperyalizmin katliamlarıyla karşılaştırılabilir bir şey yapmadığını söyledi.

Bu gerçeğin kapitalist ülkeler için kabul edilemez olduğunu aktaran Furr, bu sebeple Stalin karşıtlığı ve anti-komünist propagandanın sürdürüldüğünü söyledi.

ABD VE İNGİLTERE İSTİHBARATI BAĞLANTILI YAZARLAR ANTİ-KOMÜNİZMİ YAYIYOR

Stalin karşıtı kitapları yazanların ABD ve İngiliz istihbaratı ile bağlantılı olduğunu vurgulayan Furr, Stalin hakkında kitap yazan ünlü isimlerden Robert Conquest’in İngiliz İstihbarat Araştırma Dairesi (IRD) ile bağlantıları olduğunu aktardı.

Dairenin amacının uydurma hikayeler ile siyasetçiler, gazeteciler ve kamunun gözünde komünizmin etkisini azaltmak olduğunu belirten ABD’li tarihçi, bu kaynaksız sahte hikayeler ile kitaplar yazıldığını açıkladı.

Furr, Conquest’in hala anti-komünist tarihçilerin baş kaynaklarından biri olduğunu vurguladı ve Conquest kitaplarını yazdığı zamanlarda Batılı akademisyenlerin de "bilinçli olarak" yanlış bilgi vermesi sebebiyle ona karşı çıktığını söyledi.

Conquest’in bugün hala pek çok takipçisi olduğunu söyleyen Furr, Batı tarafından kullanılan söylemlerin efsanelerle dolu olduğunu belirtti.

HİTLER STALİN’DEN "DAHA AZ KÖTÜ"

Sovyetler Birliği’ne saldıran kimi isimlerin daha ileriye gittiğini aktaran Furr, Timothy Snyder isimli bir "tarihçi"nin Adolf Hitler’in Stalin’den "daha az kötü" olduğunu öne sürdüğünü söyledi.

Snyder’ın Hitler’in Yahudileri öldürmek için "Stalin’e dayandığını" öne sürdüğünü belirten Furr, Snyder’ın da Conquest gibi dayanaksız hikayeler anlattığını ve kendisinin de bir kitabında bu iddiaları cevapladığını aktardı.

Komünist harekete saldırmanın tek yolunun yalan söylemek olduğunu belirten Furr, kapitalist ve emperyalist ülkelerin bu sebeple halkı kandırmakta olduğunu vurguladı.

İRAN DOSYASI : İRAN’DA KADIN HAKLARI VE KADIN GAZETECLERİN DURUMU

TARİH : Büyük Taarruz Öncesi Sorunlar

BÜYÜK TAARRUZ ÖNCESİ SİYASİ ÇÖKÜNTÜ

30 Ağustos 2015, Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesinin 93’ncü yıl dönümünde, bu büyük olayın öncesinde cereyan eden siyasi olayları ele alıyor ve bazı gerçeklerin asla unutulmaması ve de unutturulmasına izin verilmemesi inancıyla sizlere sunuyoruz.

Bu gibi inançsız faaliyetlerin en önemli etkisi Meclis’te kendini gösteriyordu. İngiltere’nin Türk ordusu Saldıramaz yorumu muhalif kanadı çok etkilemiş gibi idi. Meclis’te sık sık Türk Ordusunun güçsüzlüğünden, bir saldırı yapamayacağından, savaşsız bir sonuca gitmenin şart olduğu görüşünden bahsedilmeye başlanmıştı ve bu görüş gittikçe yaygınlaştırılıyordu. İngilizlerin ve İstanbul’un bu tartışmaların arkasında olmadığını iddia etmek mümkün değildi. Mustafa Kemal durumu şu sözlerle açıklamaktadır:

Baylar, Mecliste orduya karşı da bir akım yaratılmıştı. Diyorlardı ki “Sakarya savaşından sonra aylar geçtiği halde ordu niçin saldırıya geçmiyor? Ne olursa olsun saldırıya geçmelidir! Hiç olmazsa dar, belli bir cephede bir saldırı yapılmalıdır ki, ordumuzun saldırı gücü olup olmadığı anlaşılsın!” Bu akıma karşı koyduk.. Muhaliflerin sonradan ortaya çıkan kanısı, ordumuzun saldırı gücü kazanamayacağı noktasında toplandı. Bunun üzerine saldırı biçimini değiştirerek başka bir iddiayı ortaya attılar. “Bizim gerçek düşmanımız Yunanlılar ve Yunan Ordusu değildir. Aslına bakılırsa, Yunan ordusunu bütünüyle yensek de bununla iş bitmez. İtilaf Devletlerini, özellikle İngilizleri de yenmek gerekir. Onun için, Yunan ordusu karşısında az bir kuvvet bırakmak, asıl orduyu Irak kuzey sınırına yığıp İngilizlere saldırmak gerekir. Savaş yoluyla amacımıza erişmek istiyorsak yapılacak iş budur.

Baylar, böylesine anlamsız ve mantıksız görüşlere değer vermedik. Bunun üzerine yeni bir propaganda çıkardılar. “Nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Karanlıklara koskoca bir ulus belirsiz, karanlık amaçlara akılsızca sürüklenir mi?

Bu propaganda, Meclisten, Ankara siyasi çevrelerinden ordu birliklerine dek yaygınlaştırıldı. Bu karıştırıcı propaganda her araçla orduya yayılmaya çalışılıyordu.

Rauf Bey, sık sık ve gizlice “Hiç olmazsa gerçek durumuna bana söyle. Ordu ne durumdadır? Gerçekten saldırıya geçemeyecek mi?” diye soruyordu.”(1)

Fevzi (Çakmak) Paşa’nın o dönemle ilgili anıları da şöyledir: “Düşmana kuvvetimizi göstermeden hakkımızı tanıtmamız imkânı yoktu. Yunanlılar İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un sözde Halifesi, Mısır Hıdivliğinin sefil salahiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi. Bu vaziyette, onun tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddi bir kuvvet, ciddi bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik.” (2)

Bu sözlerin sahibi Fevzi Paşa’nın şahsında, Türk subayının ruh haline dikkati çekmek istiyoruz. İngilizler, Yunanlılar, Sultan, Bolşevikler, Muhalefet her kesimin söz dinlemesini bekledikleri Mustafa Kemal ve arkadaşları, hepsine üstün gelmek ve ancak o şekilde söz anlatmak mecburiyetinde olduklarının bilincindeydiler.

Olumsuz propaganda faaliyetleri şiddetini artırınca Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden (günümüzde dahi etkinliğini sürdürebilecek) şu ibret verici konuşmayı yapmıştır.

Baylar bilirsiniz ki Mecliste bu dönemde en çok olumsuz ve karamsar görünenler, bir zamanlar Türk ulusunun kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceği kanısını ortaya atmış kişilerdir. Şunun bunun güdümünü istemekte direnenlerdir… Baylar, maddesel ve özellikle ruhsal çöküş, korkuyla, güçsüzlükle başlar. Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir yıkım karşısında ulusun da duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Acizlik ve duraksamada öylesine ileri giderler ki; “Biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza olanak yoktur. Biz varlığımızı sınırsız ve koşulsuz olarak bir yabancının eline bırakalım” derler.

Şimdi Baylar, düşmana saldırmak için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan önce, tam üç aracın hazırlığının yeter ölçüde olduğunu görmek istiyorum: Bunlardan birincisi, en önemlisi ve temel olanı doğrudan doğruya ulusun varlığı ve bağımsızlığı için gönlünde, vicdanında beliren ve gelişen istek ve dileklerin sağlamlığıdır. İkinci araç, ulus adına iş gören Meclis’in, ulusal isteği belirmekte ve bunun gereklerini, inanarak uygulamakta göstereceği direnç, dayanışma ve yiğitliktir. Üçüncü araç, ulusun silahlı yavrularından meydan gelip düşman karşısında çıkarılmış bulunan ordumuzdur.”(3)

Ordu beklenen (daha doğrusu beklenmeyen) taarruzuna işte bu baskılı ortam içinde başladı. Saldırı ve hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde yapılmış, Türk halkının tam bir disiplin içindeve genellikle gece yaptığı intikallerle bütün istihbarat örgütleri atlatılmıştır. Türklerin saldıramayacağından emin olan Yunanlılar, kendilerinin çekilmeye mecbur edilmeleri halinde Batı Anadolu’da Yunan hâkimiyetini devam ettirmek amacıyla; İzmir-Balıkesir arasında bir İyonya Devleti kurarken (30 Temmuz 1922); Trakya’da ki tümenleri ile İstanbul üzerine yürüme hazırlığı yapıyordu. Yunanlılar bu hazırlık içinde iken İngiliz Başbakanı Llyod George 4 Ağustos 1922 günü Avam kamarasında yaptığı konuşmasında Yunanlılara şu sözlerle büyük destek veriyordu.

Yunan ordusu, mevziimizi boşaltamayız ve antlaşmada kendilerini koruyacak ne gibi hükümler bulunduğunu öğreninceye kadar halkımızı arkamızda terk edemeyiz dedi. Bu mantıksız değildi. Ne olursa olsun Anadolu’nun bu bölgesindeki azınlıkları etkili bir şekilde korumak gerekmektedir. Bu güvencelerle Ankara’nın sözünü kastetmiyorum. Bu söz Ermenistan içinde verilmişti. Neye yaradı? Tek Ermeni’nin ve Rum’un hayatını kurtarmadı. Himaye, bu bilinen bölgedeki hükümetin anayasası biçiminde ve etkisinde, yeterli bir himaye olmalıdır.”(4) İngiltere Başbakanı, ağzından çıkan bu sözlerle, kurulmakta olan İyonya Devletini tanımış oluyordu. Aynı günlerde Yunanlıların İstanbul’u işgal etme hazırlıkları üzerine İstanbul’daki Müttefik orduları Başkomutanı General Harington: “Yunanlıların İstanbul’u işgal etmeleri halinde Sultan’ın şahsının himaye edilip edilmeyeceğini” soruyordu. İstanbul’a yeni bir kral, daha doğru bir deyimle Yunan Kralı Konstantin, yeni bir imparator olarak gelmek üzere idi.(5)

Mustafa Kemal çok süratli bir imha planı uygulamak zorundaydı. Böylelikle hem düşmanın bir başka savunma mevziinde direnmesine imkân vermeden imhasını sağlamak, hem Batı Anadolu’nun yakılıp-yıkılmasını önlemek ve hem de Yunanistan’ın batılı müttefiklerinin müdahalesine meydan vermeden sonuç almak mümkün olmalıydı. Bütün risklerine rağmen, hazırlanan plan aman vermeden uygulandı. Mustafa Kemal Başkomutanlık Karargâhı diye bir yerde sabit kalmadı, daima en ileri hatlara yakın bulundu ve gelişmelere süratle müdahale ederek sonuca ulaştı.(6)

İngilizler durumu ancak 2 Eylülde anlayabildilerse de Mütareke teşebbüsüne 7 Eylül günü geçebildiler. İstanbul Hükümetine gelince, Büyük Taarruzun nedenlerini kavrayamadığını ileri sürüyor, üzülüyordu. Padişahın bendeleri, Büyük Taarruzun Venedik Konferansını altüst edebileceğini düşünüyorlardı. Böyle bir konferans hazırlanırken, saldırıya kalkışmanın zamanı mıydı? Mustafa Kemalde hiç mi “takt” (yerinde davranma) yoktu.(7)

DİPNOTLAR:

(1) Söylev-II, s.465–466 (TTK Ankara–1989)

(2) 30 Ağustos Hatıraları, s.22 (Sel yayınları, İstanbul–1955)

(3) Söylev-II, s.467, 468; Atatürk’ün Gizli Oturumlarda Konuşmaları, s.241–244

(4) B. N. Şimşir, Sakarya’dan İzmir’e, s.310

(5) Aynı eser, s.310–311

(6) 30 Ağustos Hatıraları, s.32, 33

(7) Sakarya’dan İzmir’e, s.341, 342

Dr. M. Galip Baysan