TARİH : Bir İstanbul aşığı Fausto Zonaro

Tarihten bir yaprak
İrfan Özfatura
irfan.ozfatura

Fausto, Masi beldesinde doğan bir İtalyan’dır (1854). Fakir bir ailenin çocuğudur, okuyamaz. O da akranları gibi gidip gurbet ellerde amelelik yapar. Temel kazar, taş taşır, harç karar. Ustalar bakarlar, çocuğun eli yatkın, ona duvar ördürmeye başlarlar. Fausto eline mala tutuşturanları mahçup etmez, işi tez kapar. Hatta aranılan bir usta olur, zira o kendine has tarzı ile duvara bile karakter kazandırır, mesleğe estetik katar. Evet Venedik ve Roma’da güzel işlere imza atar ama her geçen gün vakit kaybettiğini hisseder, taştan harçtan sıkılmaya başlar.

Yapılmayanı yapar…

O günün İtalyası ressam kaynar, sanatkarlar atölyelere sığmaz, sokaklara taşarlar. Fausto da amatörce gayretlerle fırçalar, boyalar edinir, kendi kendine desen çalışmaları yapar. Şimdi bunları birkaç ustaya göstermeli, fikirlerini sormalıdır. Doğrusu aşağılanmaya, kırılmaya hatta azarlanmaya hazırdır ama onu ciddiye alırlar. Mutlaka eğitim almasını tavsiye eder, Verona’da Accademia Cignoralli’ye yollarlar. Ardından Roma Güzel Sanatlar Akademisine devam eder ve diplomayı alıp duvara asar. Fausto ilk sergisini İtalya’da açar ve büyük sükse yapar. Piyasanın kurtları ona bir sır verir, "ünlü olmak istiyorsan Paris’te çalışmalısın" tavsiyesinde bulunurlar. Fausto, Boulevard da Cilehy’de bir atölye açar. Şan, şöhret, para, itibar, hani bir ressama ne lazımsa hepsini yakalar. Sıra gelir, mesleki tatmine, artık bu alemde iz bırakmanın hesaplarını yapar.

Öyle ya, bu saatten sonra "Paris’te güz", "Roma’da bahar" "Venedik’te gondollar" gibi yüzlerce kez çizilmiş manzaralarla uğraşamaz. Bin bir gece masallarını aratmayacak bir şehir bulmalı, yapılmayanı yapmalı, çizilmeyeni çizmelidir. İyi de bu masal şehir nerededir? Kahire, Buhara, Bağdat da olabilir ama aklına öncelikle İstanbul gelir. Edmando de Amicis’in kitabında okuduğu gizemli şehirde ne renkler bulacaktır kimbilir?

Zonaro bir gayret eşyasını toplar ve ilk gemiyle İstanbul’a koşar. Tekne daha Sarayburnu önlerine vardığında da ne iyi bir iş yaptığını anlar. Buğulu göğü delen eşsiz minareleri görünce içi içine sığmaz. Sahile ayak bastığında gümrükçülerle kısa bir münakaşası olur, zira bizim çocuklarımız boyaları fırçaları didikler bunların neye yaradığını anlamaya çalışırlar. Tam sesini yükseltmeye başlamıştır ki Gümrük Müdürü Mahmud Bey koluna girer, onu odasına götürüp okkalı bir kahve ısmarlar. İkisi arasında sıcak bir dostluk başlar. Mahmud Bey ünlü ressamı Salacak’taki evinde ağırlar ona nefis sofralar açar.

Hasılı Fausto Zonaro da 1850 yılında İstanbul’u mekan edinen Giovanni Brindesi gibi "Oryantalist bir tutkuyla" Dersaadet’e gelir eşi Elisa ile Taksim’de ahşap bir eve yerleşir. Bu şehre bayılırlar, zira nereye baksalar fotoğraf, ne yana dönseler resimdir. Kubbeler, minareler, çeşmeler, kayıkçılar, sakalar, sütçüler, şerbetçiler, ciğerciler, şekerciler hepsi ama hepsi çalışmaya değer. O günlerde yüksek kaldırımda kitabevi işleten Bay Zellich onun tablolarını vitrinin baş köşesine yerleştirir ve satılanların (ki tanesi bir liradır) parasını getirip eline verir.

Zonaro bir vesile ile tanıştığı Osman Hamdi Beye hayran olur. Bu sevimli Türk onu sandalına atar, birlikte Boğaza olta salarlar. Bir saat geçmeden teknelerini üçer kiloluk kofanalarla doldurur, balıkları küfeyle taşır, bütün mahalleye dağıtırlar. Bu bolluk bu bereket italyan ressamı çok sarar.

Zonaro, bir Cuma Galata Köprüsünde resmi geçit yapan Ertuğrul Süvari Alayına rast gelir. Bunun her hafta tekrarlanan bir merasim olduğunu öğrenince çok sevinir. Ufak ufak kağıtlara detaylar toplar, bunları evinde resimleştirir.

Unvanlar, madalyalar…

2. Abdülhamid Han’ın bundan haberi olur, onu saraya çağırır. Zonaro tablosunu yanına alır ve Padişaha takdim eder. Sultan, usta bir hakkak ve iyi bir hattat olduğu için detaylardaki özeni iyi yakalar. Zonaro’nun renk seçimindeki, fırça vurmadadaki ustalığını çok iyi anlar ve ona hem Mecidi nişanı takar hem de "Ressam-ı hazret-i şehriyari" (sizin anlayacağınız saray ressamlığı) gibi cazip bir teklif yapar. Eh, yabancı bir şehirde kendi gayretleri ile ayakta kalmaya çalışmaktansa, Sultanın himayesinde işine bakmak daha mantıklıdır. Zonaro da onu yapar…

Ulu Hakan, ona iyice bir maaş bağlar ve Beşiktaş Akaretler’den iki katlı bir evi emrine açar. Zonaro bu evde hem yatar kalkar, hem de atölyesini kurar. Burası sanat merkezi gibi olur, hatta kapısını Recaizade Ekrem, Şevket Cenani, Winston Churchill, Adoplhe Thalasso, Camille Flammarion, Alexander Nelidov, Ohannes B. Dadian, Max Olaf Heckmann ve Marshall Von Bieberstein, Şehzade Abdülmecid ve Şehzade Burhaneddin Efendi gibi ünlüler çalar…

TARİH : Süzme sahtekar Roger Patterson

Tarihten bir yaprak
İrfan Özfatura
irfan.ozfatura

Evrim, ayakları yere basan bir nazariye değildir, ona Darwin bile şüpheyle bakar. Islıklanıp yuhalanmaya hazırdır ama suskunluğun bu kadarından korkmaya başlar. Ancak ateistler bu köksüz teoriye "bila kayd-ü şart" sahip çıkar, adeta "din gibi" kutsarlar. Bırakın tartışmayı, tartışma teklifine bile katlanamazlar. Gelgelelim bilim ve teknoloji geliştikçe teori çatırdar. Antrapologlar, genetikçiler derken karşılarına "DNA" gibi bir "mania" çıkar, güvendikleri dağlara kar yağar. Güçlü finans çevrelerinin desteklediği araştırmacılar gece gündüz laboratuvarlara kapanır, çılgınlar gibi hücre imaline kalkarlar. Lakin en basit aminoasiti bile yapamazlar, nerde kaldı proteine yaklaşsınlar. Başarısız oldukça saldırganlaşır hile ve desiseden medet umarlar.

Evrimcileri en çok "maymunla insan arasında niye bir ara tür yok" sorusu zorlar. Bu yüzden eski iskeletleri inceleme ihtiyacı duyar, kafatası avcılığına başlarlar. Dünyanın dört bir yanından kemik toplar ama aradıklarını bulamazlar. Hani derler ya "kork Allah’tan korkmayandan", evrimciler de "bulamıyorsan imal et" yoluna sapar, orangutan çenesine insan dişi monte edip gömer, üç beş yıl sonra söz konusu bölgede kazı başlatırlar. Üstelik bu netameli işi "British Museum" gibi itibarlı bir kuruluşun kanatları altında yaparlar.

Darwinistler, Nebraska, Piltdown, Jawa ve Pekin Adamlarıyla insanları tam 40 yıl uyuturlar. Tek dişe çene, çeneye yüz, yüze beden, bedene aile yakıştırırlar. Evrimci ressamlar hayal güçlerini konuşturur, çizdikleri resimlerle Ansiklopedilere servis yaparlar Ancaaak…

Ancak Dr. Kenneth Oakley adlı bir işgüzar "flor testi" denilen bir usulle kemik yaşlarını tespit etmeye başlayınca foyaları meydana çıkar. İtirafçı militanlar bülbül kesilir, eylemi nasıl gerçekleştirdiklerini anlatırlar.

Kocaayak efsanesi

Bu flor testi denen bela yeryüzünde dolandıkça iskelet üzerinde oynayamazlar. Öyleyse… Öyleyse yaşayan ama ele geçirilemeyen bir canlıdan bahis açmalı ve insanları bir 40 yıl daha oyalamalıdırlar.

İllüzyonist medyayı ustalıkla kullandıkları için işi Amerikalılara havale eder, San Fransisko Üniversitesinden Roger Patterson ve Bom Gimlin’i göreve atarlar. Önce bir kalıp yaptırır Koliforniya ormanlarına kocaman kocaman ayak izleri bırakırlar. Yöre halkı çok heyecanlanır, şerif bürolarına ihbarlar yağar.

Evrimci çete derhal â??Bigfood Araştırma Projesi"ni hayata geçirir, kurulması düşünülen "Kocaayak Enstitüsü" için veri toplamaya başlarlar. Tertiplendiği üzere Roger Patterson başkanlığındaki ekibi bölgeye yollarlar …Ve film başlar. (1967)
Dalevereciler basını sürekli bilgilendirir, habire merak pompalarlar. Kocaayak avcıları çemberi daralta daralta hedefe yaklaşır, Bluf Creek civarlarında küçük bir "prodüksiyon" yapar ve noktayı koyarlar.

Anlatılanlara bakılırsa Mr. Roger ve arkadaşları at sırtında bir çayı geçiyorlardır ki su başında çömelmiş "Kocaayak"a rastlarlar. Yaratık birden ayaklanınca atlar ürker ve şaha kalkar. Ama Roger’in elinden kim kurtulabilir? Kamerasını omuzladığı gibi fırlar, hem kovalar, hem de kayıt yapar. Kocaayak durup durup poz verir, son kez objektife el sallar ve ormanın derinliklerine dalar.

Ben de gördüm ben de!..

Filmi izleyen uzmanlar bunun kesinlikle fotomontaj olmadığını söyleyince heyecan artar, yorumculara iş çıkar.

Birileri durmadan senaryo üretir, kocaayakları odun keserken, ateş yakarken gördüklerini anlatırlar. Hatta yatarken dişlerini fırçaladıklarını, kalkınca saçlarını taradıklarını söyler işi ballandırırlar. Şimdi hücum zamanıdır inananları tefe koyar, salyalı sloganlarla dine saldırırlar.

Bu arada "UFO uçtu, uzaylı kaçtı" dümeninden iş çıkaramayan sinemacılar konuya eğilir, gazeteciler kocaayaklı hikayeler yazarlar. Hayal gücü yüksek olanlar halkaya katılır bazı veledler kocaayağı kavanozdan şeker çalarken gördüklerini haykırır, evde kalmış kızlar yüzü Elvis Presley’e benzeyen bir kocaayağın kendilerini tacize yeltendiği iddiasında bulunurlar. Palavracı zamparalar dişi bir kocaayak ile dost hayatı yaşadıklarını, dolunaylı gecelerde filanca koruda buluştuklarını anlatırlar.
Kocaayakların yer altında şehirleri olduğunu ve araba tamirinden bile anladıklarını söyleyenler birbirini kovalar. Demirciler "körük çekiyor, demir dövüyor" diye yeminler eder, çobanlar "iki gözüm önüme aksın ki koyun güdüyor, peynir basıyorlar" diye tafsilat yaparlar. Yani herkesin kocaayağı "kendine göredir" ve insanlar onlardan "hoşlanmaya" başlar. Bu arada hukukçular "eğer bir suç vaki olursa kocaayakların yargılanıp yargılanamayacağını" tartışır, hekimler "onların tıp bilgisini de yabana atmamak gerektiğini" savunurlar.

Mr. Roger belki yüzüncü kez kocaayağı nasıl gördüğünü kamerayı nasıl omuzlayıp kayda girdiğini anlatacaktır ki hesapta olmayan bir şey olur. O gün goril postuna bürünüp "Kocaayak" kılığına giren "Harry Cambally" adlı vatandaş vicdanının sesini dinler ve hadisenin "mizansen" olduğunu itiraf eder. Roger’ın kamerayı nasıl bilerek flu tuttuğunu ve mahsusçuktan titrettiğini anlatarak gizli kapaklı bir şey bırakmaz.

Mr. Roger "hee öyle yaptım n’olacak" pişkinliği ile üste çıkar. Darwinistler bundan böyle "akıllı uslu tertipler düzenleme" kararı alırlar.

TARİH /// İstanbul’un garip muhaciri : Osmanoğlu Mazhar

Tarihten bir yaprak
İrfan Özfatura
irfan.ozfatura

1890’lı yıllar… Açlık, sefalet dizboyu… İstanbullular çocuklarını leyli okutmaya bakarlar. Talebenin cebi deliktir ama unutulmaz dostluklar yaşarlar. Koca koğuş kimi gün el kadar helvayı kırışır, kimi gün bir kangal sucuğu paylaşırlar. Kendi hali perişanına bakmaz, başkaları için yaşarlar. Hamasi şiirler yazar, içlerinde "on defa vatan, yüz defa hürriyet" geçen, süngülü, bıçaklı ve de bol kanlı mısralar karalarlar. Gırtlaklarını yırtarcasına "padişahım çok yaşa" diye bağırır ve cepheye koşmak için çırpınırlar. Ancak çok yaşa diye bağırdıkları olgun padişah (Abdülhamid Han) savaşın adını bile anmaz. Anmaz ama sadece mektep çocuklarını değil, büyük veledleri de susturamaz. Üç lirayı denkleştirip baskısı kirli bir dergi çıkartan, â??Ulu Hakan’a sataşmaya başlar. Kimi "şeriat istiyoruz" diye yırtınır (sanki memleket başka şeyle yönetilir), kimisi de yapış yapış taklitçiliğe kalkar. Kah Ergenekon hülyaları kurar, kah Fransız’ın, Alman’ın düdüğünü çalarlar.

Filinta gibi tıbbiyeli…

Neyse bizim, ufak tefek ve çelimsiz Mazhar’ımız, baklava börek yiyemese de sınıflarını birincilikle atlar. Hatta zaman zaman "ölmüş eşek kurttan korkmaz" deyip ceplerindeki son kuruşlarla fayton tutar, Çamlıca’yı turlarlar. O da her idadili gibi Ermeni fotoğrafçılara poz verir, külhani bakışlarla objektifi keserken, elini arkadaşının omuzuna atar. Eh bu arada memleket meselelerine bigane kalmaz, iktisadi ve içtimai gidişatı "vaziyet etmek" için Cağaloğlu havası alırlar.

O yıl hüzünlü geçer, önce babası işini, sonra annesi canını kaybeder. Genç kadını soğuk bir günde Bülbülderesi’nin kuytularına bırakırlar. Artık üç kızkardeşin yükü de omuzlarındadır, mesuliyetini düşündükçe yaprak gibi titrer.

Öyle ya da böyle mektep biter, eline al kurdeleli bir şehadetname tutuşturup, alnından öperler. O günlerde mülkiye ve mühendishane çok caziptir ama o Gülhane’ye girer. Niye? Çünkü Askeri Tıbbiye’de para istemezler. Ayrıca yatacak yer gösterir, iyice sayılacak bir karavana verirler. Hepsi bir yana yenleri yakaları kadife kaplı setresiyle, iri metal düğmeli kaputu yeter. Sonra ibrişim şeritler, özene bezene yapılmış bir hançer ve sağlam potinler… Sırtı hiç bu kadar ısınmamış ve bu güne kadar ona kimse böyle imrenerek bakmamıştır. Fesini hafiften yana yatırır, göğsünü ileri çıkarır. Potinlerini tatlı tatlı gıcırdatır, kıskananları çatlatır.

Devletin zor günleridir, ancak Ulu Hakan gençlere verebildiğinin en iyisini vermeye bakar. Sarayın yanıbaşında, dünyanın en güzel manzaralı binasını bağışlar. Yeryüzünün en ünlü hocalarını İstanbul’a getirtir ve laboratuvar imkanları ile asrı yakalar. Buna rağmen gençler değişik cereyanlara kapılır, Osmanlıya "aykırı" bakarlar. Padişahı hürmetle değil, nefretle anarlar. Mazhar siyasetten hoşlanmaz, çalışır, didinir, sadece işini yapar. Evet teorik derslerde arkadaşlarına bariz bir fark atar, ancak eline alet yakışmaz. Bistüriyü kama gibi tutar, enjektörü kemiğe kadar sokar. Gün gelir hastalara ziyan vermekten korkar, sırf bu yüzden insanlarla en az temasta olabileceği dallara yelken açar. Pek de heves etmediği halde asabiye ve akliye bölümünün kapısını çalar.

Batılıdan batılı sultan

Bu saha çok muğlaktır, cerrah keser, biçer, dahiliyeci tahlil ister, ilaç yazar. Ama o günlerde mecnunlar dertlerine yanarlar. İstanbul, Toptaşı’nda bir bimarhane vardır ama hekimler ne eskiye dönebilir ne de çağı kovalarlar. Abdülhamid Han bu konuya da el atar. Bizzat Wilhelm’i araya koyar, Kayzer dünyaca ünlü asabiyecileri (Prof. Rieder ile Dr. Deycke’yi) İstanbul’a yollar. Sultan, onlara elbette yüksek ücretler verir, rütbe ve nişanlar bağışlar. Yetmez eski Gülhane Rüştiyesini emirlerine sunar, 150 yataklı bir hastahane kurarlar.

Osman oğlu Yusuf Mazhar, 1904 yılında mezun olur. Artık babasının borçlarını ödemeli, kızkardeşlerini evlendirmelidir. Hatta kendi de evlenmeli refikası, mahdumu, kerimesi olmalıdır. Tabip yüzbaşımız ilk vazifesine Gülhane’de başlar. Ancak aldığı eğitimle kalmaz ele geçirdiği her asabiye kitabını okur, ince ince notlar tutar. Genç doktor, Avusturyalı Freud ve pisikanalizi hiç tutmaz ama Alman Kraepelin’i adeta ezberleyip yutar.

Bir ara Haydarpaşa Hastanesi’ne başhekim olarak atanır, bir ara muallim muavinliği yapar. Artık o da Enver Paşa gibi uçları elmacık kemiğine uzanan bıyıklar bırakır ve devrin ünlü yazarları ile görüşme şerefini yakalar. Ancak yakından tanıyınca onları boşuna gözünde büyüttüğünü anlar. Mesela hayranı olduğu Abdülhak Hamid, Madam Lusyen’in peşinde köle gibi dolanan zavallı bir ihtiyar, Tevfik Fikret sadece kendini beğenen ve önüne gelene öpmesi için elini uzatan bir hastadır. Abdullah Cevdet "Türk ırkını ıslah için Macaristan’dan damızlık erkek getirmeli" diyen bir budala,"İctihad Evi" denen yer tam bir fitne ocağıdır. Bu arada uyuşturucu müptelası olan Neyzen Tevfik ve bunalımlı Mualla (Fikret Mualla) ile sıkça karşılaşırlar.

TARİH : Kim deli ? Sultan İbrahim mi ?

Tarihten bir yaprak
İrfan Özfatura
irfan.ozfatura

Kendi dedesine sövmekten zevk alan bazı gafiller döner dolaşır Sultan İbrahim’e sataşırlar. Yok efendim İbrahim Han zincirlik deliymiş de yesin diye balıklara inci, mercan serpermiş de filan…

Balıkların inci mercan yediği nerde görülmüş; yok, zaten yemiyor diyorsanız bunda ne mahzur var? Havuzdan çıkarır kullanırsınız o kadar…

Aslını sorarsanız Şehzade İbrahim iyi yetişir ama kendini sultanlığa hazırlamaz. Zira onun 4. Murad gibi dirayetli maharetli bir kardeşi vardır ve ona hizmet etmeye bakar. Gelgelelim Murad Han genç yaşta vefat edince onu apar topar tahta çıkarmaya kalkarlar. İbrahim Han bir kere ağabeyinin öldüğüne inanmaz, onu 4. Murad’ın naaşına götürür hakikatle yüzleştirirler. Ağabeyinin cesedini görünce yükün omuzlarına çöktüğünü hisseder. Büyük bir teessürle "saltanat benim neyime. Karındaşım gibi olabilir miyim" der.

Yaranamadığı beyler

Sultan İbrahim asırlık geleneğe rağmen o gece cülus merasimi yapmalarına izin vermez. Sabaha kadar Yasin-i şerif okur gözyaşlarıyla dua eder.

Bilirsiniz, 4. Murad, Atlas Okyanusundan, Hint Okyanusuna kadar titretmedik yürek bırakmayan çok müstesna bir sultandır. İşte bu yüzden Sultan İbrahim’i ağabeyisi ile kıyaslayanlar hata ederler. Ancak yeri ve zamanı geldiğinde aynı kanı taşıdığını, aynı tepkileri verdiğini görürler. Mesela, Osmanlı sarayında her melaneti işleyen Emir Güne adlı bir Şah daisini ölöldürtmekten çekinmez. Ardından işretçilere savaş açar, İstanbul’u sarhoştan meyhurdan temizler. İşte bu yüzden bir taraftan acemler, diğer yandan işretçiler hakkında olmadık hikayeler uydurur, akılları sıra onu gözden düşürürler.

Sultan İbrahim "işinin delisi"dir ve her uygulamayı yakından takip eder. Mesela, Bursa’da sebepsiz mesnetsiz bir kilise yıkıldığını öğrenince derhal Vezirazam Kara Mustafa Paşayı çağırır ve sorar:

– Bu karar kimden çıktı lala?
– Bursa kadısının takdiridir efendim.
– Nerden icap etmiş?
– Bir hatadır eylemiş.
– Divana haber vermiş midir?
– Maalesef Efendim.
– Cezası ne olsa gerektir?
– Azli elzemdir.
– Gereği yapılsın. Münasiptir.

Sultan İbrahim haktan adaletten taviz vermez. İcabında Rum’un, Ermeni’nin de hukukunu da gözetir kendi adamlarını cezalandırmaktan çekinmez.

Tebdil-i kıyafet gezer

Bir ara kıtlık pahalılık lafları alıp başını gider. Sultan derhal kıyafet değiştirip halkın arasına girer ve vaziyeti yakinen gözler. Ardından Veziriazamı çağırıp "İstanbul Efendisine (kadıya) ve Muhtesib Ağasına (Belediye başkanına) muhkem söyle, narh ahvaline ziyade tekayyüt (dikkat) etsinler. Gezsinler dolaşsınlar yoksa kendileri bilirler" der.

Osmanlı ordusu silbaştan toparlanır. Yine onun gibi "Deli" diye adlandırılan Kaptan-ı derya Deli Hüseyin Paşa, Azak ve Girit üzerine sefer açar, Hanya’yı fetheder.

Gelgelelim İbrahim Hanı ciddiye almadığı dedikodular bitirir, onu tahttan indirir, boğarak şehid ederler.

MİT DOSYASI : Roboski’den Paris cinayetlerine MİT’in sessiz kaldığı iddialar…

Roboski katliamında MİT’in Genelkurmay’a yanlış istihbarat verdiği ortaya çıkmıştı

Roboski’de çoğunluğu çocuk 34 vatandaşın hayatını kaybettiği hava harekatından önce bölgeden Türkiye’ye terörist eylem yapılacağına ilişkin yanlış istihbarat verdiği Cumhuriyet’ten Kemal Göktaş‘ın haberiyle ortaya çıkan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kurulduğu günden bu yana yasal sınırlarının dışında faaliyet gösterdiği ortaya çıkan birçok olayla gündeme geldi.

MİT soğuk savaş yıllarında gayri nizami harbin yürütüldüğü en önemli merkezlerden biriydi. 12 Eylül darbesinden önce her biri darbenin zeminini hazırlamak üzere tasarlanan 1 Mayıs, Maraş, Sivas ve Çorum katliamlarındaki rolü hep tartışıldı, önemli bilgi ve belgeler ortaya konuldu. Darbeyi, bağlı olduğu Başbakan’a dahi haber vermeyen MİT, darbeden sonra da yurt içinde ve dışında birçok illegal olayın merkezinde oldu.

Hrant Dink’in öldürülmesinden önce İstanbul Valiliği’nde bir MİT’çinin de katıldığı toplantıda tehdit edilmesi, Zirve Yayınevi cinayetinde yargılanan sanıklardan birinin MİT ajanı olduğu gibi birçok iddia gündeme geldi. MİT, özellikle 17-25 Aralık soruşturmalarından sonra da bir çok farklı iddiayla yan yana anıldı.

Silah dolu TIR’lar

MİT’in son yıllarda karıştığı en önemli olay, sadece iç kamuoyunda değil uluslararası alanda da büyük yankı uyandıran ve Türkiye’nin Suriye’deki çihatçı gruplara destek verdiği iddialarının odak noktasındaki MİT TIR’ları olayı oldu. TIR krizlerinden ilki 1 Ocak 2014’te Hatay Kırıkhan’da yaşandı. MİT’e ait olduğu ortaya çıkan ancak arama yapılması hükümet girişimiyle engellendiği için içlerinde ne olduğu belirlenemeyen TIR’lar, dönemin Hatay Valisi Celalettin Lekesiz’in yazılı talimatıyla yollarına devam etti. 19 Ocak 2014’de, Adana’da jandarma tarafından durdurulan MİT’e ait TIR’lardan ise silah ve mühimmat çıktı.

TIR’ların şoförleri ile refakat eden MİT mensuplarının gözaltına alındığı bu olayda dönemin Adana Valisi Hüseyin Avni Coş ‘hükümet adına devreye girdiğini’ belirterek TIR’ların MİT adına birimler arası sevkıyat yaptığına dair imzalı bir yazıyı soruşturma savcısı Aziz Takçı’ya verdi. Soruşturmada görev alan jandarmalar, savcılar ve arama kararı veren hâkimler ‘darbeye teşebbüs’ ve ‘casusluk’ iddiasıyla tutuklandı. Hükümet yetkilileri TIR’lardaki malzemenin Bayırbucak Türkmenlerine gönderildiğini iddia etti.

Süleyman Şah Türbesi

17-25 Aralık operasyonlarından sonra yaşanan MİT TIR’ları olayını, 30 Mart 2014’deki yerel seçimlere günler kala ortaya çıkan bir ses kaydı takip etti. YouTube’a yüklenen ses kaydında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, dönemin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’e ait olduğu öne sürülen dört ses, Suriye’ye ilişkin konuşuyordu.

Ses kaydında Ahmet Davutoğlu’nun “Başbakan, bu (Süleyman Şah Türbesi) bir imkân gibi değerlendirilmeli bu konjoktürde’ dedi” ifadelerini kullandığı belirtilirken

Hakan Fidan’a ait olduğu öne sürülen sesin ise “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesinede saldırtırız” dediği iddia ediliyor. Feridun Sinirlioğlu’nun “Ulusal güvenliğimiz son derece pespaye ucuz bir iç politika malzemesi haline geldi” dediği iddia edilmişti. Buna göre Fidan’ın “Neden illa Süleyman Şah Türbesi ısrarı?” sorusuna Davutoğlu’nun, gerekçenin uluslararası kamuoyunda da kabul görmesi gerektiğini söylediği duyuluyordu.

Almanya’daki casusluk davası

Türkiye adına casusluk yapmakla suçlanan 3 kişi hakkında Federal Yüksek Mahkeme nezdindeki Federal Savcı Bernd Steudl’un okuduğu iddianamede sanıklardan Muhammed Taha Gergerlioğlu, MİT’in gezgin yöneticisi olmakla suçlanıyor. Sanıklar Ahmet Duran Yüksel ve Göksel Güler’in Gergerlioğlu’nun görevlendirmesiyle Almanya’da yaşanan Türkiye ile bağlantılı olaylar ve Türk hükümetine muhalif gruplar, PKK, Gülen cemaati, Ezidiler ve Aleviler hakkında bilgi topladıkları öne sürülüyor.

Roboski sonrası sessizlik

MİT, Roboski katliamından sonra yaptığı açıklamalarda bombardıman kararıyla ilgili herhangi bir istihbarat vermediğini ileri sürmüştü. Oysa ortaya çıkan belgeler, MİT’in olaydan bir hafta önce 21 Aralık 2008’de "Bahoz Erdal" kod adlı Fehman Hüseyin’in bölgede eylem hazırlığında olduğuna ilişkin Genelkurmay’a ilettiği istihbaratın bombardıman kararında belirleyici olduğunu; Genelkurmay Başkanlığı’nın da adli makamlara MİT istihbaratının hava taarruzuna ilişkin karar alma sürecinde önemli rol oynadığını belirttiği ortaya çıktı. Belgeler ayrıca MİT’in söz konusu istihbaratı, olayla ilgili soruşturma yürüten Diyarbakır Başsavcılığı’ndan da saklamaya çalıştığını gösterdi. Buna rağmen MİT’ten konuya ilişkin henüz bir açıklama yapılmadı.

Paris, Reyhanlı, Suruç, Diyarbakır

MİT, çözüm sürecinin başında Paris’te öldürülen 3 PKK’li kadının katili olarak yargılanan Ömer Güney’le ilişkili olarak da gündeme gelmişti. Güney’in Ankara’da 2 MİT yetkilisi ile yaptığı görüşmeye ait olduğu ileri sürülen ses kaydı Güney’in MİT’le bağlantılı olduğu konusunda ciddi soru işaretlerini gündeme getirdi. Ses kaydında Güney’in suikast için MİT’ten para istediği ileri sürülüyordu. MİT ayrıca, Türkiye’yi sarsan birçok önemli eylemde ise gerekli istihbaratı emniyet birimlerine ulaştırmamakla eleştirildi. Reyhanlı’da 5’i çocuk 52 kişinin öldüğü bombalı saldırının yanı sıra 7 Haziran seçimlerinden önce HDP’nin Diyarbakır mitingine yapılan bombalı saldırı ve 20 Temmuz’da Suruç’ta Kobani’ye yardım götürmek üzere yola çıkan 33 gencin hayatını kaybettiği intihar saldırılarında da MİT, güvenlik birimlerine önleyici istihbarat vermemekle eleştirildi.

Fidan’la Cem Küçük görüştü mü?

Son dönemde gazetecilere yönelik tehdit dolu yazılarıyla öne çıkan Star yazarı Cem Küçük’ün, MİT ile ilişkileri gündeme geldi. Hürriyet yazarı Ahmet Hakan, kendisini tehdit eden Küçük’le ilgili olarak MİT Müsteşarı Fidan’a seslendiği yazısında şu soruları yöneltmişti: “Dün gazete köşesinden benim için… ‘İstesek seni sinek gibi ezeriz. Bugüne kadar merhamet ettik de hâlâ hayatta kalabiliyorsun/ diyen Cem Küçük adlı şahısla…

– Kurumunuzun herhangi bir ilişkisi var mıdır?

– Bu şahsın 30 Ağustos resepsiyonunda sizinle bir odaya çekilip yarım saat süren bir görüşme yaptığı söylenmektedir. Bu doğru mudur?

– Eğer doğruysa… Bu şahısla ne konuştunuz? – Bu şahsın kendi gazete köşesinde size arkasını dayamış izlenimi vererek önüne geleni tehdit etmesinden, kendiniz ve kurumunuz adına rahatsız olmuyor musunuz?” Hakan’ın bu iddialarını Meclis’e taşıyan HDP’li Altan Tan da Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde iddiaların doğru olup olmadığını sordu.

TARİH : “İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNDE TEŞKİLÂT”

Orta-Çağ-068

İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNDE TEŞKİLÂT

İslâm dini ve medeniyeti çevresine girmeye başlayan Türkler, yeni devletlerini de içine girdikleri medeniyetin şartlarına uygun bir şekilde kurdular. Onlar, temelde ve özde Türklük özelliklerini koruyarak, İslâmî yönetim tarzını benimsediler; Orta Asya’dan getirdikleri müesseselerin ve geleneklerin yanında Abbasîler, Sâmânîler ve Gaznelilerden aldıkları müesseselere ve geleneklere de bünyelerinde yer verdiler; Türkçe isim ve unvanlarının yanısıra İslâmî isimler, unvanlar ve lâkaplar aldılar.

Kısaca söylemek gerekirse onlar, engin tecrübeleri sâyesinde Türk ve İslâm geleneklerini birbiriyle birleştirip kaynaştırarak, yeni bir devlet tipi yarattılar. Fakat, bu kaynaşma ve gelişme birden olmadı; uzun bir geçiş dönemini gerektirdi. Bu geçiş döneminin ilk siyasî teşekkülünü Karahanlılar Devleti oluşturuyordu. Devlet yönetimi, ordu, sosyal hayat, sanat ve hukuk sistemi bakımından tamamen Türk olan bu devlet, dinî açıdan İslâmiyet’i temsil ediyordu. Karahanlılar, devlet yönetiminde zamanla İslâmî geleneklere de yer vererek, Türk-İslâm devletine doğru bir köprü vazifesi gördüler. Bundan sonra, Gaznelilerle devam eden gelişme, Selçuklularla tamamlandı ve olgunluk safhasına ulaştırıldı.

Türk-İslâm devletlerinin ortaya çıkmaya başladığı sırada (X. yüzyılın ikinci yarısından sonra) İslâm dünyasında tek hâkim değer vardı ki, o da İslâm dini idi. Fakat, bu sırada İslâm dünyası hem siyasî hem de manevî (mezhep) bakımdan tamamen bölünmüş, parçalanmış ve birliğini yitirmiş durumdaydı. Üstelik İslâmiyet’in yayılması da durmuş bulunuyordu. Bundan dolayı, İslâm dünyasının kenar bölgelerinde kurulmuş olan Türk-İslâm devletleri, büyük bir gayretle İslâmiyet’in cihat ilkesine sarıldılar. Özellikle Karahanlılar, İslâm dinini Orta Asya Türk toplulukları arasında yaymayı kendilerine başlıca gaye edindiler. Bu gaye ile Türkistan’ın önemli merkezlerinde İslâm dinini yayan birçok kuruluş meydana getirdiler. Basmıl ve Uygur Türklerini İslâmiyet’e kazandırabilmek için başarılı savaşlar yaptılar. Orta Asya’nın çeşitli yerlerinden gelen ve eski Türk inancına mensup toplulukları, İslâmlaşmaları için kendi ülkelerine aldılar.

Çeşitli soy ve kültürlerden oluşan Gaznelilerde de, devlet-halk birliğini sağlayan başlıca unsur İslâm dini idi. Bundan dolayı Gazneliler, bütün güç ve enerjilerini İslâmiyet’i yayma gayesi üzerinde topladılar. Bunun için Gazneli hükümdarları, özellikle bunlardan Sebük-tekin ve Sultan Mahmûd, bölgedeki Afgan ve Gurlularla çetin bir mücadeleye girişerek, onları İslâm dinine kazandırmaya çalıştılar.

Bu hususta Gazneli hükümdarlarının elde ettikleri en büyük başarı, defalarca düzenledikleri seferlerle Kuzey Hindistan’ı fethedip, burada İslâm dinini yaymak oldu. Ayrıca onlar, aşırı dinî bir cereyanın temsilcisi olan Karmatîlerle de mücadele ederek, hâkim oldukları ülkelerdeki İslâm’ın birliğini korumaya gayret ettiler.

İslâm ülkelerinin büyük bir kısmı üzerinde hâkimiyet kuran Selçukluların üstlendikleri görev ise, daha büyüktü. Onlar da, tıpkı Gazneliler gibi bir taraftan İslâm dinini yaymaya çalışırlarken, diğer taraftan da İslâm’ın birliğini bozan aşırı dinî cereyanlarla amansız bir mücadeleye giriştiler.

Prof. Dr. Salim KOCA

Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

TARİH : “XVI. YÜZYILDA MACARİSTAN’DA OSMANLI İDARΠSİSTEMİ”

Osmanlı-068

XVI. YÜZYILDA MACARİSTAN’DA OSMANLI İDARÎ SİSTEMİ

1. Önceki Çalışmalar

Osmanlı idarî sisteminin ayrıntıları üzerinde uzun bir müddet için hemen hemen hiç durulmamıştı. Bu alanda ilk ciddî çalışma 1973 yılında Klaus Röhrborn tarafından gerçekleştirildi,[1] ancak bu önemli eser Türkiye’de pek tanınmıyor. Beş yıl sonra Metin Kunt bu konudaki araştırmalarını bir kitap haline getirerek neşretmişti,[2] daha sonra ise eserin oldukça değiştirilmiş İngilizce şekli de çıktı.[3] Bu kitapta beylerbeylerinin ve sancakbeylerinin atanmaları hakkında son derece önemli tespitler vardır. Zengin arşiv malzemesine dayanarak yapılan bu çalışma merkez ile taşra yerleri (başka bir deyişle uçlar) arasındaki farklara teferruatlı bir şekilde değinemedi. Bu yüzden benim bu alanda sürdürdüğüm araştırmalar kısmen bu istikamete yoğunlaştırıldı: acaba imparatorluğun Macar uçlarında merkezî bölgelerde müşahede edilen tandanslara mı rastlanıyor, yoksa işler başka bir biçimde mi yürütüldü?

2. Macaristan’da Osmanlı İdarî Sisteminin İlk Evresi

Macaristan’da Osmanlı idarî sisteminin oluşturulduğu devir imparatorluk bürokrasisinin zirvesine ulaşma dönemine rastlıyor. Bu bakımdan bu alanda izlenen politikanın safhalarını başka dönem ve mıntıkalarda kolay kolay anlaşılamayan özelliklerine karşın daha açık bir şekilde ortaya koymak mümkündür.

Buda (Budin, Budun) kalesinin 1541 tarihindeki ele alınmasından hemen sonra burada yeni bir vilayet kurulmuştu. Tayin edilen ilk valisinin, Süleyman Paşa’nın ve kısa bir süre sonra yerine geçen Bali Paşa’nın hasları ancak büyük zorluklarla sağlanabiliyordu,[4] çünkü Buda’nın yakınında o dönemde daha bir tek köy bile Osmanlılara vergi vermiyordu.[5] Tuna-Drava çizgisinden kuzeye düşen ilk sancağın kurulmasına kadar da bikaç ay beklemek gerekiyordu. Bu yüzden ilk iki valiye sadece o zamana kadar Rumeli’ye bağlı olan sancaklardan kimi gelirler tahsis edilebiliyordu.[6] İlgili yerlere haritada baktığımızda Buda’ya en yakın olanının bile 200 kilometrelik bir mesafede bulunduğu aşikar oluyor.[7] Bu yerlerden nasıl para toplanabildiği ayrı bir konudur, çünkü yollar daha tam anlamında kontrol edilemiyordu. Bali Paşa haslarının başka bir özelliği 19 büyük bloktan meydana gelişidir. Bu bkoklardan biri selefinin haslarıdır, bir ötekisi kendisinin daha önce çiftlik olarak kullanabildiği dört köydür.[8] Geri kalan 17 birim, tımar ve zeamet sahiplerinden alınan gelir kaynaklarından oluşuyor ve bunlar, durum başka bir şekilde çözülemediğinden hasa çevrildi. Yeni vilayetin kurulmasına hazinenin hazır olmadığına en açık şekilde mirmiran haslarının bu denli heterojen bir bünyeye sahip olması delalet eder; aynı zamanda, siyasî kararların alınmasında malî ahenkleştirmenin hemen hemen hiç bir rol oynamadığını da açıkça gösteriyor.

Hasların belirlenmesinde pratikte bir nokta daha zorluk teşkil ediyordu ve bu unsur yerleşim yerlerinden beklenebilen yıllık gelir ortalamasının çok düşük olmasıydı. Bu nedenle Bali Paşa için, aralarında Varadin Petervarad, ve Karlofça (Karloca) gibi önemli şehirler de bulunmakla beraber, 450’den fazla köy ve kasaba ayırtılmıştı. Daha sonraki istikrarlı dönemlerde bu rakam 100’e kadar inip gelirler ise bazı dalgalanmalarla birlikte, aynı seviyede kaldı.[9]

Buda beylerbeylerine tahsis edilen gelir kaynaklarının coğrafî dağılımı daha sonra büyük değişikliklere uğradı. Üç-dört yıl içerisinde Buda’ya bağlı olan yerlerin sayısı önemli bir artış gösterdi ve 1546 icmal defterinde görüldüğü gibi,[10] o zamanki valinin paşa sancağından kaynaklanan gelirleri tüm haslarının yüzde 20’sini teşkil ediyordu. Ancak, cebine akan meblağların aslan payı, yüzde 40’ı Mohaç (Mohâcs), yüzde 20’si ise Semendire (Szendrö) livasından olmak üzere hâlâ güneydeki sancaklardan temin ediliyordu. Böyle olmakla birlikte, beylerbeyine verilen köy ve şehirlerden oluşan şerit kuzeye doğru kaymış bulunuyordu. En önemli değişme 13 yıl sonraki, yani 1559’da yapılan tapu defterlerinde göze çarpar; bu yıl Buda sancağındaki paşa gelirleri tüm haslarının yüzde 40’ına kadar ulaştı.[11] Bu oran bir sonraki, 1562’de gerçekleştirilen defterlere göre tekrar dinamik ilerleme gösteriyor ve mirmiranın kendi sancağından aldığı paralar ilk defa 500.000 akçeye yaklaşarak tüm hasları arasında yüzde 50’ye yükseldi.[12] İşin yine enteresan tarafı ister meblağ, ister oran bakımından yüzyılın sonuna kadar belirgin yeni bir değişmenin meydana gelmemesidir.[13]

Yukarıda öne sürüldüğü gibi, ilk yıllarda Buda vilayetinde yeni kurulan bir sancak yoktu. Başlangıçta Semendire, İzvornik, Alaca Hisar, Vulçetrin ve (Pojega) Pozsega livaları Buda’ya ilhak edildi. İlk meydana getirilen Mohâcs livasından bir ruznamçe kaydından haberdar oluyoruz.[14] Çeşitli açılardan da ilginç olan bu notta[15] Mohaç sancakbeyi Kasım Bey’in 11 Mart 1542 tarihli bir tezkeresi anılmaktadır ki buna göre bu idarî birimin 1542 yılının başlarında kurulmuş olmasını varsayabiliyoruz.

Öteki livaların ad ve kuruluş tarihleri burada anılmayacak.[16] Ancak bu alanda izlenen politikanın kimi özelliklerine değinilecek.

3. İdarî Sistemin Oluşturulmasında İzlenen Politika

Mohaç’tan herhalde psikolojik amaçla bir sancak merkezi yapıldı, çünkü bu ad herkese 1526 meydan savaşını hatırlattı. Aynı şekilde (Estergon) Esztergom ve (İstolni Belgrad) Szekesfehervâr şehirleri de bilinçli olarak sancak merkezi görevini ifa etmek için seçildi. Halbuki Estergon Macar Krallığı’nın başta gelen dinî merkezi, yani kardinalin oturduğu yer idi, İstolni Belgrad ise kralların taç giydirme yeri olarak biliniyordu. Buda ile birlikte bu üç şehir Ortaçağ Macaristanı’nın simgeleri idi, bunların Osmanlıların eline geçmesi ve onlardan idarî birimlerin merkezleri yapılması halkın gözünde her şeyin kaybolmuş olması anlamına geliyordu.[17]

Bundan, yani 1543’ten sonraki dönemde ne stratejik, ne de psikolojik açıdan bu kadar bilinçli bir politikanın uygulanmış olmasından bahsedebiliriz. İkinci ve üçüncü seviyede önemi haiz kalelerden de sancak merkezi oldu. Örnek olarak tekrar Mohaç sancağını ele alalım: ilk yıllarda Balaton gölünden güneye düşen tüm topraklar ona bağlı iken,[18] bu geniş saha üzerinde daha sonra beş uzun ve iki kısa ömürlü sancak meydana getirildi.[19] Kanuni’nin son, (Zigetvar) Szigetvâr seferi neticesi olarak bu mıntıkada, topraklarının büyük bir kısmı yine Mohâcs sancağından ayırt edilen altıncı liva da kurulmuştu.[20]

Hayatı kısa süren idarî birimlerden (Bobofça) Babocsa livası zikredilebilir. Buranın mirlivası ilk olarak 1555 ve 1556 yıllarında anılmaktadır.[21] Kale az sonra elden çıktı ve adını 30 yıl için sancaklar arasında görmüyoruz. 1585 yılında ise çok tuhaf bir şekilde tekrar karşımıza çıkıyor: o zamana kadar bir zeamet sahibi olan yeni sancakbeyi buranın ve üç başka küçük palankanın başına atandı. Böylesine “dört merkezli” livaya başka bölgelerde de pek rastlayamadım, ayrıca da sancakbeyine has olarak henüz fethedilemeyen köylerin verilmesi bu idarî birime tam anlamında hiç bir toprağın bağlanamamasını gösteriyor.[22] Bu tip sancakları sancak nüvesi veya hayalî sancak olarak adlandırabiliyoruz ve kurulmalarının hedefi herhalde yeni fetihleri teşvik etmek idi. Söz konusu bey başarılı olamadığı için sancağı az sonra feshedildi, zira kaynaklarda bir daha anılmıyor.

Neden bu kadar çok sancak meydana getirildi sorusu aklımıza geliyor. Bu soruyu cevaplandırmak o kadar kolay değildir. Hedeflerin biri herhalde Habsburgların karşısında mümkün olduğu kadar büyük askerî güçlerin bulunması olabilir. Daha fazla sancak aslında askerlerin sayısını pek fazla etkilemediyse de, daha etkin kumandayı sağlayabiliyordu. Bunun dışında bir beyin refakatında olan cebelilerin kanunda tespit edilen sayıdan daha yüksek olacağı ve bunların sıradan bir sipahininkilerden daha disiplinli olmaları ümit ediliyordu.

Bir başka düşünceye göre Osmanlılar Macar topraklarının daha zengin olduğunu sanarak sancakbeylerinin sayısını çoğalttılar. Daha sonra kimi livaların gelirlerinin sancakbeyi haslarını bile zor karşılayabildiği anlaşılıyordu.[23] Bu yüzden vilayet muharrirleri ara sıra bazı sancakların feshedilmesini önerdiler.[24]

Göze çarpan özelliklerin başka birisi: ikinci Macar vilayeti olan Temeşvar’ın (Temesvâr) meydana getirilmesinden sonra, 16. yüzyılın sonuna kadar bu bölgede sadece livaların kurulmuş olmasıdır. 1593 ile 1606 arasında cereyan eden 15 yıllık savaş veya uzun harp sırasında ve daha sonraki dönemlerde ise sadece yeni vilayetler oluşturulup sancakların sayısı hemen hemen hiç değişmedi.

1594 ile 1600 arasında Macar topraklarında -kısmen kısa ömürlü olmakla birlikte- beş yeni vilayet (Zigetvar Yanık/Gor, Papa/Pâpa, Eğri/Eger ve Kanije/Kanizsa) kurulurken bunlara 1660’lı yıllarda iki tane (Vârad/Varat ve Ûyvâr/Ujvar) daha eklendi. Yeni paşalıkların böylesine ard arda, hemen hemen zorla ve bazen birbirine 50 kilometre mesafede bile olmayan yerlerde ihdas edilmesine neden ne olabilmişti sorulabilir.

En çok akla yakın sava göre, uzun harbin boşuna yürütülmemesini iç politika açısından bu şekilde uygun göstermek istediler. Başka bir deyişle, savaşların bu kadar çok önemli, yani bir vilayet merkezi haline getirilebilecek kale ve şehirlerin fethiyle neticelendiği halde askerî alanda her şeyin hâlâ iyi gittiği ve herhangi bir buhranın olmadığı intibaını uyandırmak niyetindeydiler. İstanbul’da ve daha uzak bölgelerde, Yanık ile Papa şehirlerinin birbirine böylesine yakın olmasını, yeni vilayetlerin hinterlantı (yani içbölgeleri) hemen hemen hiç olmadığını ve bu yüzden onlara bağlı toprakların Buda ve Bosna vilayetlerinden ayırt edildiğini çok az kişi biliyordu.

Yeni vilayetlerden iki tanesinin mevcudiyeti hakkında önceden haberimiz yoktu. Bu alanda kimi vakanüvislerinin düşürdüğü notlar konu ile ilgilenen birkaç yazarın dikkatini çekmişse de bunun ötesine gitmediler ve bu bilgileri arşiv kaynaklarından ispat etmeye kalkmadılar. Araştırmalarım sırasında ruznamçelerde vakanüvisleri teyit eden bazı kayıtlara rastladım.

İlk olarak zaman açısından da ilk kurulan Zigetvar Beylerbeyliği’nden bahsetmemiz lâzım. Tiryaki Hakan Paşa’nın hayat öyküsünü yazan Cafer Ayanî Bey’e göre Estergon muhafazasında gösterdiği cesareti için kendisine bu sefer bir vilayet merkezi olarak tekrar Szigetvâr verildi.[25] Ve gerçekten: Temmuz ve Ağustos 1594 tarihlerinden kalma ruznamçe kayıtlarında Zigetvar sahibi bu rütbe ile anılmaktadır.[26] Bunun dışında kimi toprakların Zigetvar’a bağlandığını da müşahede ediyoruz. Bosna beylerbeyine yazılan bir mühimme defteri hükmünden anlaşıldığı gibi Pojega sancağı az önce Zigetvar Beylerbeyliği’ne ilhak edildi ve bu yüzden livanın mufassal ve icmal defterlerini bir an önce buradaki Hasan Paşa’ya teslim etmek gerekiyordu.[27] Aynı mühimme defterinin başka bir kaydından (Peçuy) Pecs, (Koppâny) ve Mohaç sancaklarının da Zigetvar vilayetine ilave edildiğini öğreniyoruz, ancak bu üç livadan, Buda’ya ard arda çavuşlar gönderilmesine rağmen, sadece Mohaç livasının defterleri buraya yollandı. Hükümde öteki defterlerin de Zigetvar’a gönderilmesi ve ilgili sancakbeylerine nereye bağlı oldukları hakkında talimat verimesi buyuruldu.[28] Bu idarî değişikliklerden hangilerinin pratikte de gerçekleştiğini bilmiyoruz. Belli olan şey, Zigetvar’ın bir numaralı yöneticisinin bir müddet için daha sonra da beylerbeyi olarak hitap edilmesidir.[29] 1597 Mayısında kaleme alınan bir ruznamçe kaydında ise Zigetvar başındaki kişi tekrar sancakbeyi olarak sınıflandırıldı[30] ve bu, adı geçen yerin tekrar daha aşağıdaki bir seviyeye inmiş olmasına delalet eder.

Papa vilayeti hakkında malumatımız daha da kısıtlıdır. Sadece birbirini izleyen iki valisinin adlarını biliyoruz. Şehrin 3 Ekim 1594 tarihinde alınmasından iki-üç hafta sonra, ilk beylerbeyi, İdris Paşa karşımıza çıkıyor ve daha sonraki ruznamçe kayıtlarında da bu kişinin aynı görevi ifa ettiğini görüyoruz.[31] Macarca yazılan mektupları ise son zamanlarda keşfedildikten sonra neşredildi.[32] 1598 tarihinde ise Naima tarihi, Semender Paşa adlı, daha önce bu hizmette bulunan bir kişiden bahsediyor.[33] Bu bilginin ışığı altında Selaniki tarihinde anılan Tata Beylerbeyi Semender Paşa hakkında yazılanları düzeltmek mümkündür: yer adı Papa olarak okunmalı.[34]

Bu vilayete hangi bölgelerin bağlı olduğu konusunda hemen hemen hiç bilgimiz yoktur. Macarca yazılan bir mektupta Papa paşası Kopan sancağını kendisine ait olan bir “il” olarak anıyor,[35] ancak bu malumatı başka kaynaklar teyit etmiyor; hatta yukarıda gördüğümüz üzere bu yönetim ünitesi prensipte Zigetvar’a ilhak edildi.

Konunun enteresan tarafı, şehrin 1598 yılında elden çıkışından iki yıl sonra, yani 1600 senesinde sadrazamın bir mektubunda Hasan Paşa adlı birisinin Papa beylerbeyi olarak anılmış olmasıdır.[36] Buna benzer bir kayda 1596 yılında Uyvar ile ilgili olarak da rastlanıyor. Alınmasından 70 yıl önce bu yerin Ali Paşa adlı birisine “verildiği” dikkate şayandır.[37] Böylelikle, hayalî idarî birimlerin yanı sıra, Osmanlılar için hayalî beylerbeyi sıfatı da tamamen yabancı bir kavram değildi denilebilir.

Yeni kurulan vilayetlere çoğunlukla Buda vilayetinden yer ve toprak verildiğinden bu ana vilayet zamanla oldukça küçülmüştü. Böyle olmakla birlikte eski şöhretinden kaybetmedi. Bazı ipuçlarımızdan anlaşıldığı gibi öteki beylerbeyleri kimi bakımlardan Buda valisine itaat etmek zorunda kaldılar. Örneğin 1608 sonu 1609 başlangıcı civarında kaleme alınan tarihsiz bir hükümde yapılacak yoklama ile ilgili olarak Kanije beylerbeyine şu şekilde bir emir verildi:

“Kale muhafazasında hizmette olanları başka ve muhafazada bulunmayıp aharın hizmetinde olup, ulufe alıp kendi havasında olanları başka defter edip bir suretin südde-yi saadetime ve bir suretin Budun muhafazasında olan… vezirim Ali Paşa’ya irsal eyleyesin. Ve ol serhatlerin cumhur-ı umuru müşarünileyhin rey-i saibine müfevvaz olmağın müşarünileyh ile haberleşip daima hüsn-i ittifak ve ittihatla serhaddin hıfz ü hiraseti ve esas-ı sulh ve ahdın teyit ve istihkamı babında say ve ihtimam eyleyesin.”[38]

Çeşitli yönetim bölgelerinin oluşturulması açısından uzun zamandan beri tartışılan bir nokta şudur: acaba Osmanlılar, buldukları idarî sınırları mı kabul ettiler ya da kendi fikirlerine göre yepyeni bir sistem mi oluşturdular. Kimi Balkan ülkelerinde eski birimlerin muhafaza edildiği Halil İnalcık ve başkaları tarafından daha önce ispat edilmişti.[39] Macaristan’la ilgili olarak Tibor Halasi-Kun tarafından benzer görüşler öne sürüldü.[40] Kendisine göre özellikle nahiyeler seviyesinde eski Macar il sınırları korunmuştu. Ancak ilk bakışta mantıklı gözüken bu savı kanıtlamak için neşrettiği haritalarda sadece defterlerden elde ettiği neticeler bulunmaktadır, Macar verilerini aynı titizlikle benzer haritalarla göstermedi. Böylelikle bir mukayese yapmak mümkün değildir.

Söz konusu mıntıkalarda nihaî sonuç ne olursa olsun, şimdiye kadar üzerinde durduğum bölgelerde ben eski sınırların yaşatılmış olmasını pek görmedim. Tam aksine. Örneğin Halasi-Kun’un araştırdığı topraklara yakın olduğu için ilginç olabilecek eski Zarând ilinde nahiye ve sancak hudutları ne önceki Macar idarî biriminin ne de asılzadelerinin tasarrufunda olan yerlerin sınırlarını izlediler.[41] Yukarıda anılan Mohaç sancağının parçalanması da bu tespitimi doğruluyor. Aynı şekilde (Şimontorna) Simontornya sancağı içindeki Endrik (Endred) nahiyesine ait köyler daha önce dört Macar iline bağlı bulunuyorlardı.[42] Macar açısından bakıldığında Tolna ilinin yerleşim yerleri dört sancak arasında taksim edilmişti.[43] Örnekleri çoğaltmak mümkündür ama ülkenin çeşitli bölgelerinde eski Macar illerinin korunmamış olmasını kanıtlamak için bunlar da yeterlidir. Buna rağmen bu konuyu ileride de gündemde tutmak gerekecek: belki bazı asılzadelerin toprakları ile kimi nahiyeler arasında benzerlikler tespit edilebilecek. Bu alanda son zamanların sürprizi, neşredilen 1554 (Siçen) Szecseny sancağı defterinde köylerin adı yazıldıktan sonra sık sık hangi Macar kalesine bağlı olduklarının da not edilmiş olmasıdır.[44]

4. Macaristan’da Hizmet Yapan Ümeranın Gelirleri

Ümeranın gelirlerini tespit etme politikasına gelince diyebiliriz ki aşağı yukarı 1570-1580 yıllarına kadar yapılan tayinlerde atanan önde gelenlerin maaşı üzerinde pek fazla durulmadı, demek ki ilk olarak gönderilecekleri yer saptandı ve gelir kaynakları, ilgili bölgenin kapasitesi yetmediği halde, başka bölgelerden tamamlanmak suretiyle belirlendi. Yerli imkânların pek fazla aşılması istenilmedi ama ara sıra böyle atanmalar da yapıldı. Daha sonra, her sancağın icmalli hasları belli oldu ve yeni gelen ümeraya normal olarak aynı gelir kaynakları veriliyordu, onların dışına pek çıkılmadı. Bir dönem sonra bu icmalli haslar o kadar sabit oldular ki, toplam değerlerinin kaydedilmesi de lüzumsuz görüldü.[45] Bunun neticesi olarak bu kapsama giren köy ve kasabaların “hasılı” uzun vadede bile hiç değişmedi ve bu -kolayca yolsuzluklara imkân sağladığı için- orada yaşayanlar açısından sakıncalıydı.

5. Merkez ile Uçlar Arasındaki Mukayeseler

Şimdi Metin Kunt’un bazı tespitlerini Macar uçlarında izlenen pratikle karşılaştırmak istiyorum.

İlk olarak beylerbeyi ve sancakbeylerinin aynı görevde bulundukları süreyi ele alalım. Kunt’un saptamasına göre ister valilerin, ister sancakbeylerinin bir yerde kalmalarında zaman olarak bir kısalma vardır. Araştırdığı ilk dönemde, yani 1570 dolaylarındaki, yine pek fazla uzun olmayan müddetler 17. yüzyıla kadar hemen hemen yarıya inmiş bulunuyor.[46] Görev süresindeki bu kısalık ve azalma Macar topraklarında da müşahede edilebilir. 145 yıllık Osmanlı devri sırasında Buda’ya 101 beylerbeyi[47] tayin edildiğine göre ortalama vazife müddetleri bir buçuk yıl bile yoktu. Ancak vasatî dönem 16’ncı yüzyılda 21 ay iken (59 yılda 33 tayin) bu müddet 17’nci asırda 15 aya indi (86 yılda 68 atanma). Sancakbeyleri hakkında sadece 16. yüzyıla ait verilere sahibiz ve bunlara göre dört ele alınan livada da ortalama hizmet iki yıl civarında oynadı.[48] Yeni kurulan bir sancağa ilk olarak atanan beyler bazen daha uzun dönem için yerlerinde bırakıldı.[49] Bunun nedeni herhalde sancak kurma alanındaki muhtemel zorlukları aynı kişinin omuzlarına yüklemek istenmesiydi.

Kunt’un ikinci önemli ve önceki tahminlere zıt düşen neticesi, ümeranın imparatorluğun bir ucundan başka bir ucuna tayin edilmesi yerine, çoğunlukla komşu bölgelere atanmış olmalarının açık örneklerle kanıtlamasıdır.[50] Bu bakımdan da, ele aldığım bölgelerde hiç bir farkın olmadığı rahatlıkla söylenilebilir.[51] Hatta Buda vilayetinden Temeşvar vilayetine aktarılan bir idarecinin de Macar topraklarında kaldığını ilave edebiliriz.[52]

6. Macaristan’da Hizmet Yapan Ümeranın Ad Listeleri

Aynı yerde görev yapanlarla ilgili olarak bir soru daha aklımıza gelebilir. Acaba beylerbeylerinin ve sancakbeylerinin ad listeleri hangi ölçüde bir araya getirilebilir?

Mirmiranların tayin günü hakkında 16. yüzyılın seksenli yıllarına kadar Osmanlı kaynaklarında oldukça güvenilir bilgiler bulunmaktadır. Bunların sayesinde Antal Gevay tarafından 19. yüzyılın ortalarında yapılan liste[53] birkaç yerde düzeltilmelidir. Farklar yalnız birkaç günlük farklar, gene de mevcut. Bazı eksiklikler gösteren ikinci büyük dirlik tevcih defterinden,[54] yani 1588’den sonra Osmanlı arşiv kaynaklarından gelen bilgilerden mahrumuz ve bu dönemde Gevay’nin sık sık kullandığı Avusturyalı sefirlerin gönderdiği haberler ön plana geliyor. Maalesef “15 yıllık savaş” (1593-1606) devrinde bu veriler de seyrekleşiyor, çağdaş Osmanlı vakanüvisleri de yeterince güvenilir değildir. Daha sonraki tarih yazarlarından, özellikle Silahtar tarihinden ise çok yararlı malumat çıkartılabilir.

Bütün bunu göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki Gevay’nın Buda mirmiranları hakkında bir araya getirdiği liste -özellikle 160 yıl önce yapıldığını da düşündüğümüz takdirde- çok iyidir, keşke imparatorluğunun her vilayeti hakkında benzer bir liste hazırlansaydı. Ancak, Temeşvar vilayeti için aynı ölçüde güvenilir bir kılavuz derlemek mümkün değildir, çünkü bu ile karşı olan ilgi, Viyanalı sefirler arasında daha düşüktü. Bunun için belirli bir dönem için oradaki valileri bulmak oldukça güçtür. Gene de Erdel’in yakınlığı nedeniyle oradaki prenslerle mektup teatisinde bulunan paşaların adları ara sıra tatmin edici sıklıkla tespit edilebilir. 16’ncı yüzyılın sonunda ve 17’nci asır boyunca kurulan beylerbeyliklere atanan liderler için yine tarih yazarlarına ve kimi yerel arşiv belgerine, başta ilgili kişilerin mektuplarına baş vurulabilir. Yalnız Macarca kaleme alınan yazılarda geçen lakaplar bazen yanıltıcı olabilir.

Sancakbeylerine gelince, onları özellikle 16’ncı yüzyılda yakalayabiliriz. 1560 civarındaki birkaç yıl hariç ya ruznamçelerden, ya mühimme, ruus ve tapu defterlerinden, ara sıra başka kaynaklardan karşımıza çıkıyorlar; pek çok defa tayin edildikleri günü de biliyoruz. Ancak, 1590’dan sonraki dönemde zorluklarımız başlıyor ve bazen uzun yıllar için mirlivaların adı karanlıkta kalıyor.

7. Macaristan’da Hizmet Yapan Ümeranın Görevleri

Ümeranın görevlerini tespit etmek umumiyetle oldukça zordur, çünkü imparatorluğunun genel yaklaşımı gereğince bunlar ayrıntılı olarak hiç bir yerde belirtilmediler. Bundan dolayı bu konuya yalnız perakende verilerden ve kısıtlı ölçüde açıklık getirmek mümkündür. En belirgin vazife alanları mirmiran ve sancakbeylerine hitaben gönderilen fermanlardan veya ümeranın kendi yazılarından ögrenilebilir. Tabiatıyla Macar uçlarında ifa edilecek görevlerin merkezî bölgelere göre kimi bakımlardan değişik olduğunu öne sürmek için belgelere bile pek fazla gerek yoktur.

Gene de mühimme defterlerinde muhafaza edilen hükümler bu mevzu bakımından çeşitli yönlerden aydınlatıcı olabilirler. Bir taraftan emirlerin hangi önde gelene daha büyük sıklıkla gönderildiği anlaşılırken kime ne konuda daha ziyade hitap edildiği de açıklığa kavuşabiliyor. Yaptığım incelemelere göre[55] Macar uçlarında en çok ferman beylerbeylerine yollandı, oysa başka bölgelerde kadılar ve sancakbeyleri daha önemli sayıda hüküm aldılar.[56] Bunun nedeni, söz konusu bölgelerde askerî ve diplomatik ödevlerin ön planda kalması ve bu sahalarda sorumluluğun başlıca olarak mirmiranlara düşmesiydi. Bu tespitimiz her ne kadar doğru ise de, ele alınan mühimme kayıtlarının başka bir özelliği, merkezin inisiyatifi üzerine çok ender kaleme alınmış olmalarıdır. Devlet yalnız bazı askerî meseleler ve bunların arasında da harp malzemelerinin sağlanması ile ilgili olarak kendi isteklerini bildirdi, daha da ender tımar sisteminin işleyişi ve İstanbul’dan Buda’ya giden hazinenin teslimi gibi ehemmiyetli malî konularla uğraştı.

Demek ki hükümlerin çoğu merkeze gönderilen arzlara verilen yanıtlardan oluşuyordu. Fakat bu cevapların ekseriyeti nesnesel olmadığı ve kanun ile şeriata ait göndermelerden ibaret oldukları için pek fazla yol gösterici karakter taşımadılar. Bugünkü mantığımızla, cevabın böylesine sathî olacağını peşinen bilen bir ümeranın arzlarıyla hükümdara neden başvurduğunu, bürokraside lüzumsuz evrak çıkartma usulünün her zaman ve her yerde mevcut olmasını bilmemize rağmen de pek anlamıyoruz. Bu hususta aklımıza şu unsurlar gelebilir: Merkezle temasta bulunmak her yönetici için önemliydi, bu nedenle bekletilmesi mümkün olan problemleri büyük nezaketle padişahın dikkatine sunmuşlar. Bunu yapmakla, hassas vaziyetlerde sorumluluğu tek başlarına taşımaktan da kurtulmuşlar. Bazı durumlarda ise, örneğin reaya şikayetleri mevzubahis olduğu zaman, işin uzatılması idarecilerin çıkarına olabilmiş.

Yukarıdaki mülahazaları göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki Macar topraklarına atanan mirmiranlar sık sık, başta acil olan diplomatik meselelerde, divana danışmadan karar vermişler. Müstakil davranmanın tehlikesini, idama mahkum olabilmek ile birlikte, iyi bilmişler, buna rağmen bu yolu takip etmek zorunda kalmışlar. Buda beylerbeylerinin ne kadar serbest hareket edebildiklerini Habsburg hükümdar ve prenslerine gönderdikleri Macarca mektupları en açık şekilde gözlerin önüne seriyor.[57] Bazı gayretli beylerbeylerinin bunun da ötesine gitmesi ve mesela Kara Üveys Paşa’nın kalelerde boşalan yerleri kendi yetkisi çerçevesinde doldurması ve yaptığı atamalardan merkezi yalnız sonradan haberdar etmesi[58] yine bölgenin serhat olmasından kaynaklanıyor.

Buda paşası ile sancakbeyleri arasındaki ilişkiler, onları birbirlerine sıkı bağlamaktaydı. Beylerbeyi divanına mirlivalar da resmî üye olduklarından bir üst makamdakilerle muntazaman bir araya gelme olanağına sahiptiler. Gerek padişah fermanlarını ilettiğinde, gerekse kendi yetki alanına giren işlerle ilgili emirler verdiğinde mirmirana itaat etmek zorundaydılar.[59] Aynı zamanda toplantılar esnasında sancaklarında baş gösteren sorunlar hakkında özgürce konuşabildiler, öngörülen askerî harekâtla veya divanın önüne gelen herhangi konuyla alakalı düşüncelerini ortaya koyabildiler.

Yeni beylerbeyini tebrik etmek için beylerin Buda’ya gitmeleri gerekmekteydi.[60] Mirmiranın değiştirilmesi veya daha ziyade ölümünü takiben yeni yöneticinin gelişine değin bölgenin en deneyimli veya en saygıdeğer mirlivasının, günlük işlerin sürdürülmesi görevini üstlendiği de oldu.[61]

Sancakbeyleri kendi bölgelerinde hem en üst düzey askerî, hem de en üst düzey sivil yöneticilik sıfatını birlikte taşıdılar. Bu iki salahiyet alanının asıl ve daha önemli olanı birincisiydi, ancak çeşitli niteliklere sahip toprakları bünyesinde barındıran imparatorluk içinde mirlivaların seviyesinde de kimi bölgelerde birine, kimilerinde ise diğerine ağırlık verilmekteydi. 16’ncı yüzyıl Macaristanı’nda ön plana çıkan, doğal olarak, askerî yönlendirme göreviydi, çünkü neredeyse her gün küçük çaplı çarpışmalar vuku bulmakta, sık sık büyük seferler de düzenlenmekteydi. Merkezden bir talimat gelmesi veya Buda paşasının ön ayak olmasıyla önemli bir askerî manevraya başlandığında, sancaklarda bulunan ve hareket ettirebilecek güçler savaş yerine gitmek zorundaydılar.[62] Mirlivaların ana görevleri sancağın tımar sahiplerini bir araya toplamak, mücadele ve moral gücünü en üst seviyede tutmaktı.

Aynı zamanda, 1570’lerde ve 1580’lerde tutulan ruznamçelerin tanıklığına göre, sipahi gelirlerinin artırılması veya yeni dirlik tevcih edildikleri konusunda “patronlarının” gittikçe daha önemli bir rol oynadıkları görülmektedir. Doğal olarak mirlivaların yapabildikleri, tavsiyede bulunmakla kısıtlıydı, çünkü beylerbeyleri bile dirlik tevdi etme konusunda sınırlı haklara sahipti. Sipahiler açısından bu uygulama, tımar ve zeametlerin genellikle daha düşük nominal değerlerle tasarruflarına geçene değin gerekenden daha fazla beklemek zorunda kaldıkları dönemlerde özel bir önem kazandı. Fakat bu düzen beylerin etrafında kayırılıp korunanlardan oluşan bir grubun meydana gelmesi sonucunu da doğurabilirdi, ancak tavsiye mektubu genellikle sipahinin dirlik edindiği livanın beyi tarafından değil de, topraklarındaki bir savaşta yararlık gösterdiği veya bir hizmette bulunduğu idarî birimin yöneticisi tarafından yazıldı.

Sancakbeyleri kamu güvenliğinin pekiştirilmesi ve suçluların takibatıyla ilgili olarak her livada büyük sayıda emir aldılar. Macar uçlarındaki beylerin serhat kalelerindeki askerler tarafından esir edilenlerin kurtarılması, hatta Hıristiyan nüfusa karşı dışarıdan gelen tecavüzlerin engellenmesine çalısmaları yerel bir özellikti. Yukarıda anılan amaçlar doğrultusunda, başlıklarından da anlaşıldığı’na göre çoğunlukla sancakbeylerinin kaleminden çıkmış bir sürü protesto notası mevcuttur. Bunlar genellikle beylerbeylerini bilgilendirmek hedefiyle hazırlandı, ancak, kendilerine yönelik tecavüzler hakkında Macaristan’dan gelen şikâyetler söz konusu olduğunda, bunlardan diplomasi alanında da istifade edilebildi.

Macaristan’daki mirlivaların malî konulardaki rolleri ile alakalı olarak elimizde şimdilik az sayıda belge vardır. Bu verilerin ışığında, kalelerin onarımı veya donanımlarının sağlanması için paraların kendilerine gönderildiği ortaya çıkmaktadır. Hazineye girecek meblağların ödenmesi işlemi de sancakbeylerinin haberi olmaksızın gerçekleşemezdi. Bunların dışındaki vaziyetlerde ise maliye ile ilgili üst düzeydeki görevleri kabul edip etmedikleri daha çok girişimci bir ruha sahip olup olmadıklarına bağlıydı.[63]

Prof. Dr. Geza DAVİD

Eötvös Lorând Üniversitesi Türkoloji Bölümü / Macaristan

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 9 Sayfa: 909-915

Dipnotlar :

[1] Klaus Röhrborn, Untersuchungen zur osmanischen Verwaltungsgeschichte. (Studien zur Sprache, Geschichte und Kultur des islamischen Orients. Beihefte zur Zeitschrift “Der Islam”. Hrsg. von Bertold Spuler. Neue Folge, 5.) Berlin-New York, 1973.

[2] İ. Metin Kunt, Sancaktan eyalete. 1550-1650 arasında Osmanlı ümerası ve il idaresi. (Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 154.) İstanbul, 1978.

[3] I. Metin Kunt, The Sultan’s Servants. The Transformation of Ottoman Provincial Government, 1550-1650. (The Modern Middle East Series, 14.) New York, 1983.

[4] Krş. Géza David, Incomes and Possessions of the Beglerbegis of Buda in the Sixteenth Century. Soliman le Magnifique et son temps. Süleymân the Magnificent and His Time. (Publiés par/Edited by Gilles Veinstein). Paris, 1992, 385-398.

[5] Biraz sonra dirlik olarak verilen ilk üç köy hakkında bkz. Géza David, Buda (Budin) Vilayeti’nin İlk Tımar Sahipleri. Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi. Prof. Cengiz Orhonlu Hatıra Sayısı 12 (1982-1998), 57-61.

[6] İstanbul, Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Maliyeden müdevver defterler 34, y. 635v-640r.

[7] David, Incomes and Possessions. 386.

[8] Bu yerlerin sonraki durumu ile ilgili olarak bkz. Géza David, A Life on the Marches: the Career of Derviş Bey. Acta Orientalia Hungarica LIV (2001), 420.

[9] David, Incomes and Possessions. Çeşitli yerler.

[10] BOA, Tapu defteri 1044, s. 9-11.

[11] Tapu defteri 329, s. 12-14.

[12] Tapu defteri 345, s. 15-16.

[13] Krş. David, Incomes and Possessions. 394.

[14] Maliyeden müdevver defterler 34, y. 630r.

[15] Bkz. Géza David-Ferenc Szakaly, Üjabb adalék Tinodi Sebestyén tôrténetiroi hiteléhez. Hajdar bin Abdullah timâr-birtoka. Irodalomtör teneti Közlemenyek 1996/4, 481-489.

[16] Macaristan’ın Tuna ve Drava nehirlerinden kuzeye düşen topraklarında 1566 tarihine kadar kurulan sancakların listesi için bkz. Gyula Kâldy-Nagy, A Budai szandzsâk 1559. evi összeirâsa. (Pest megye multjâbol, 3.) Budapest, 1977, 9-10.

[17] Krş. Géza David, Ottoman Administrative Strategies in Western Hungary. Studies in Ottoman History in Honour of Professor V. L. Ménage. (Ed. by Colin Heywood and Colin Imber). Istanbul, 1994, 31-43.

[18] Tapu defteri 441.

[19] David, Administrative Strategies. 33-34.

[20] Géza David, Die Bege von Szigetvar im 16. Jahrhundert. Wiener Zeit-schrift für die Kunde des Morgenlandes in memoriam Anton C. Schaendlinger 82 (1992 [1993]), 67.

[21] BOA, Kepeci 214, s. 5; Mühimme defteri 4, s. 165, No. 1711.

[22] BOA, Ruznamçe 78, Sigetvar bölümü, s. 8-9.

[23] Géza David, Osmanlı Macaristanı’nda Toplum, Ekonomi ve Yönetim. 16. Yüzyılda Simontornya Sancağı. (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 81.), İstanbul, 1999, 18-19.

[24] Örneğin: Mühimme defteri 6, s. 336, No. 708.

[25] Tiryaki Hasan Paşa’nın gazaları ve Kanije savunması. Hazırlayan: Vahit Çabuk. (Tercüman 1001 Temel Eser, 129.) İstanbul, 1978, 74.

[26] Kepeci 344, s. 98; Maliyeden müdevver defterler 15567, s. 309.

[27] Mühimme defteri 73, s. 104, No. 236.

[28] Mühimme defteri 73, s. 412, No. 905.

[29] Maliyeden müdevver defterler 15567, s. 308, 353, 354-355.

[30] Kepeci 344, s. 362.

[31] Kepeci 344, s. 13, 317; Maliyeden müdevver defterler 15567, s. 73, 184; Maliyeden müdevver defterler 16052, s. 37, 51.

[32] A papai var felszabaditâsânak négyszaz éves emlékezete 1597-1997. A bevezetö1 tanulmanyt irta és az okmanytarat összeallitotta Géza Palffy. Papa, 1997, 101-110, 112-113, No. 6-14, 16-17.

[33] Târih-i Na’imâ. I. İstanbul, 1281, 210. Macarca bir mektubu için bkz. A papai var. 114, No.

[34] Selâniki Mustafa Efendi, Tarih-i Selâniki. Haz. Mehmet İpşirli. (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 3371.) İstanbul, 1989, II, 705.

[35] A papai var. 112, No. 16.

[36] C. F. Finkel, French Mercenaries in the Habsburg-Ottoman War of 1593-1606: the Desertion of the Papa Garrison to the Ottomans in 1600. Bulletin of the School of Oriental and African Studies XV (1992), 463, not 62.

[37] Kepeci 344, s. 435.

[38] Kepeci 71, s. 156. (Çeviriyazıda bugünkü imlâ kullanılmıs1tır.).

[39] Halil İnalcık, Hicri 835 tarihli su1ret-i defter-i sancak-i Arvanid. Ankara, 1954, Çeşitli yerler. Aynı Yazar, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar. Ankara, 1954, 159. Oblast Brankovic1a. Opsirni katastarski popis iz 1455. godine. Priredili: Hamid Hadz1ibegic1, Adem Handzlic, Eşref Kovacevic. (Monumenta Turcica historiam slavorum meridionalium illustrantia. Tom. 3. Serija II. Defteri, Knjiga 2, sv. 1-2.) Sarajevo, 1972. II. f. 1v.

[40] Tibor Halasi-Kun, Ottoman Toponymic Data and Medieval Boundaries in Southeastern Hungary. From Hunyadi to Râköczi. War and Society in late medieval and early modern Hungary. Ed. by J. M. Bak-B. K. Kiraly. Brooklyn, 1982, 243-250, 6 harita. Aynı yazar, Some Notes on Ottoman Mufassal Defter Studies. Raiyyet Rüsu1mu. Essays presented to Halil İnalcık on his Seventieth Birthday by his Colleagues and Students. Journal of Turkish Studies. Türklük Bilgisi Araştırmaları 10 (1986), 165.

[41] Bkz. Géza David, Elek az oszman hödoltsag koraban. Tanulmanyok Elek tôrténetéhez I. (Eleki évszazadok, 1.) (Szerk. Péter Havassy). Elek, 2000, 87-88.

[42] David, 16. yüzyılda Simontornya Sancağı. 176-182.

[43] Bunlar: Buda, Mohaç, Simontorna ve (Seksar) Szekszard livaları.

[44] Elö1d Vass, A Szécsényi szandzsak 1554. évi adöösszeirâsa. A Nögrad megyei muzeumok évkônyve XVIII. Salgötarjan, 1993, 7-101. Benzer, ancak daha ender uygulanan pratik İstolni Belgrad livasında da gözlemlenebilir: Die Steuerkonskription des Sandschaks Stuhlweißenburg aus den Jahren 1563 bis 1565. Unter Mitwirkung von Istvan Hunyadi bearbeitet von Josef Matuz. A székesfehérvari szandzsak 1563-1565. évi adöösszeirâsa. Hunyadi Istvan közremü1ködésével ^zzéteszi Matuz Jözsef. (Islamwissenschaftliche Quellen und Texte aus deutschen Bibliotheken. Hrsg. von Klaus Schwarz, 3.) Bamberg, l986, 27-30, 72-75.

[45] 17. yüzyıldan kalma ümera listelerinde ve başka belgelerde beylerbeyi ve sancakbeyi haslarının miktarının hiç bir zaman göstermeyişine de sebep bu olabilir kanaatindeyim. Aynı yere giden her yöneticiye aynı gelir kaynakları tahsis ediliyordu, valilerin kimilerine ise birkaç sancağın icmalli hasları arpalık şeklinde ilaveten veriliyordu.

[46] Kunt, Sancaktan Eyalete. 74-84. Aynı yazar, The Sultan’s Servants. 67-76.

[47] Bkz. Geza David, The Penultimate Beylerbeyi of Buda. Studia in Honorem Professoris Verae Mutafcieva. Ed. by Evgeni Radushev, Zara Kostova, and Valeri Stoyanov. Sofia, 2001, 87-94.

[48] Geza David, The Sancak begis of Arad and Gyula. Acta Orientalia Hungarica XLVI (1992/93) [1994], 160. Aynı yazar, 16. yüzyılda Simontornya sancağı. 32. Aynı yazar, Die Bege von Szigetvar. 95. Aynı yazar, Mohacs-Pecs 16. szazadi begjei. Pecs a törökkorban. (Tanulmanyok Pecs törtenetebö1l, 7.) (Szerk. Ferenc Szakaly). Pecs, 1999, 85.

[49] Önceki nottaki yazılarımdan anlaşıldığı gibi hem Gyula, hem Peçuy ve Zigetvar sancağında bunu görmek mümkündür.

[50] Krs1. not 46’da gösterilen yerler.

[51] Not 48’da sıralanan yazılarımda bunu doğrulayan bilgiler sunulmuştur.

[52] Konumuzla alakalı olarak Türkiye’de çıkan yalnız bazı noktalarda yeterince güvenilir gözükmeyen bir çalışma için bkz. Sadık Müfit Bilge, Osmanlı hakimiyetindeki Macaristan’ın tarihi coğrafyası ve idari taksimatı. OTAM 11 (2001), 33-81.

[53] Antal Gevay, A’ budai pasak. Becs, 1841.

[54] Kepeci 262.

[55] Adı geçen sondaj 3, 5, 68, 69, 70, 71, 72, 73 ve 77 numaralı mühimme defterlerinden seçilen toplam 200 kayıta dayanıyor.

[56] Josef Matuz, Das Kanzleiwesen Sultan Süleymans des Prächtigen. (Freiburger Islamstudien, V.) Wiesbaden, 1974, 103.

[57] A budai basak magyar nyelvü1 levelezese. I. 1553-1589. Szerk. Sandor Takats, Ferencz Eckhart, Gyula Szekfü1. Budapest, 1915. Gustav Bayerle, Ottoman Diplomacy in Hungary. Letters from the Pashas of Buda, 1590-1593. (Indiana University Publications, Uralic and Altaic Series, 101A.) Bloomington, [1972]. The Hungarian Letters of Ali Pasha of Buda 1604-1616. Ed. by Gustav Bayerle. Budapest, 1991.

[58] Claudia Römer, Osmanische Festungsbesatzungen in Ungarn zur Zeit Murads III. Dargestellt anhand von Petitionen und Stellenvergabe. (Österreichische Akademie der Wissenschaften, Schriften der Balkan-Kommission. Philologische Abteilung, 35.) Wien, 1995, 63-67.

[59] Gyula Kaldy-Nagy, Haracs-szedö1k es rajak. Török vilag a 16. szazadi Magyarorszagon. (Kölrösi Csoma Kiskönyvtar, 9.) Budapest, 1970, 90-91.

[60] A budai basak. 384-385.

[61] Gevay, a.g.e. 10, No. 12.

[62] Bölgenin güvenliğini sağlamak üzere sancak topraklarında kalanların başına uygun bir şahıs “baş ve buş” olarak seçildi. Krş. Kepeci 5000.

[63] Ayrıntılar ve daha alt seviyedeki yöneticilerin vazifeleri ile iligili olarak bkz. David, 16. Yüzyılda Simontornya Sancağı. 20-40.

TARİH : “ATATÜRK’ÜN HAYATI”

Ataturkun_Hayati.jpg

ATATÜRK’ÜN HAYATI

Mustafa Kemal 1881’de çeşitli kültürlere açık, bir liman şehri olan Selanik’te doğmuştur. İmparatorluğun gelişmiş şehirlerinden birisi olan Selanik, yeni düşünce ve siyaset akımların yankı bulduğu kozmopolit bir merkez olmasının yanı sıra, siyasal karışıkların yaşandığı Makedonya’nın en büyük kentiydi. Makedonya, Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli milletlerin birbirine karıştığı kendilerine özgü farklı yaşayışlarını sürdürdükleri bir bölge idi. Osmanlı Devleti’nin beş yüz yıldan beri doğulu, batılı çok farklı ulusu bir arada tutmak için uyguladığı, etkili organizasyonunun küçük bir örneğini burada görmek mümkündü. Makedonya, Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarının tam ortasındaydı. Mustafa Kemal, ülkede modernleşmenin ileri boyutlara ulaştığı, çöküş ögelerinin en çarpıcı biçimde birleştiği bu yörede doğmuş ve yetişmiştir.

XIX. yüzyıl, Slavların, Rumların, Ermenilerin Türklere karşı ayaklandıkları, Rumeli’deki değişik soydan olan halkların birbirinden kopup dağıldıkları bir karışıklık dönemi idi. Milli duyguları kabarmış olan bu topluluklar, bağımsızlıklarını elde etmeye ve Osmanlı Devleti’nden toprak kapmaya çalışıyorlardı. Yayılma peşinde koşan Avrupa devletleri, entrikalar çeviriyor, uydularını ayaklandırıyor, bölgeyi istilâ için hazırlık yapıyorlardı. Bu devletlerin başında Çarlık Rusya’sı ile, Avusturya ve Macaristan İmparatorluğu geliyordu. İngiltere toprak kazanmak için değilse bile, daha doğudaki sömürgeleriyle olan ulaşım yollarını koruyabilmek için bir kuvvet dengesi kurmak çabasındaydı. Atatürk doğduğu sıralarda, Batı’nın hızla ilerleyişi karşısında Doğu gerileme içindeydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun, gerileyişi devam ediyor çöküşe doğru hızla kayıyordu.

XIX. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı baskı kendi sınırlarının içinden gelmişti. Atatürk’ün doğuşundan dört yıl önce, 1877’de bu baskı dışardan kendini göstermiştir. Akdeniz’e doğru yayılmak konusundaki Pan-Slav hayallerinin peşinde koşan Ruslar, sınırı aşarak İstanbul’un yakınlarına Yeşilköy’e kadar ilerlemişlerdir. Büyük devletlerin işi karışmasıyla Ayastafanos’ta bir anlaşma imzalanmıştı. Bu, başta Bulgaristan’ın yararına olarak, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki topraklarının parçalanması demekti. Bu durum batılı büyük devletlerin işine gelmiyordu. İngiltere ile Avusturya, Rusya’nın Avrupa’da yayılmasından endişe duyuyordu.

Paris Antlaşması’nda kabul edilen "Osmanlı topraklarının bütünlüğüne saygı prensibi”, Berlin Kongresi’nde ortadan kalkmıştı. 1878 Berlin Antlaşması’nın meydana getirdiği bu durumdan, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini kurtarması çok güç olmakla beraber, kurtuluş yolları aranıyordu[1].

Ülkede şartlar çok kötüydü. Ülkenin dört bir yanı göçmen akınına uğramış, hazine boşalmış, savaştan dolayı bazı bölgelerde, özellikle Doğu Anadolu’da kıtlık baş göstermişti.

Atatürk’ün doğumu, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nın hemen sonrasında böyle bir karışık döneme rastlar. Bu yıllar aynı zamanda II. Meşrutiyet ve cumhuriyet dönemini belirleyecek düşünce ve siyaset akımlarının filizlendiği, devleti kurtarma girişimlerinin sürdüğü dönemdi. Bu dönemde askeri okul ve birlikler çevresinde yetişen Mustafa Kemal’in de içinde bulunduğu kuşak, II. Meşrutiyet Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminde yönetici olarak yer alacak, Türk toplumunun geçirdiği büyük dönüşümlere önderlik edecekti.

002

Atatürk, ülke içinde kargaşalıkların yaşandığı, devletin dış tehditler altında olduğu böyle bir ortamda dünyaya gelmiş olup, Türk soyundan, küçük bir orta sınıf ailenin çocuğu, olarak doğmuştu. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, anası Zübeyde Hanım’dır. Ailesi Selanik’in batısında, Arnavutluk’a doğru, sert ve çıplak dağların geniş, donuk sulara gömüldüğü göller bölgesinden geliyordu. Burası, Türkler’in Makedonya’yı ve Teselya’yı almalarından sonra Anadolu’dan gelen halkın yoğun olarak yaşadığı bir yer idi.

Atatürk’ün baba tarafı, Yıldırım Beyazıt döneminde, Karaman’dan Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık’a yerleşmişti. Aile sonradan (muhtemelen 1830’larda) Selanik’e göç etmiştir. Atatürk’ün anne soyu da 1466’larda Anadolu’dan gelerek Rumeli’ye iskân edilen Türkmenlere dayanmaktadır. Atatürk "Benim atalarım Anadolu’dan Rumeli’ye gelmiş Yörük Türkmenlerindendir”[2] demiştir. Bu yüzden Zübeyde Hanım, damarlarında göçebe Türk kabilelerinin torunları olan ve hâlâ Toros dağlarında özgür hayatlarını sürdüren sarışın Türkmenlerin kanını taşıdığını düşünmekten hoşlanırdı. Atatürk annesine çekmişti; saçları onun gibi sarı, gözleri onun gibi maviydi. Annesinin, üzerindeki etkisi büyük olmuştu. Atatürk bu etkiye saygıyla, bazen de başkaldırarak karşılık vermişti. Bir Osmanlı kadını olan Zübeyde Hanım güçlü bir iradeye sahipti. Doğuştan akıllı bir kadın olup, yeteri kadar eğitim görmemiş sadece okumayı öğrenebilmişti.

Selanik’te yeni devlet okulları, Batılı görüşlerin Türkler arasında yayılmasında büyük rol oynuyordu. Tutucu ve ilerici fikirler, geleneksel İslam ve özgür Avrupa düşünceleri arasındaki çekişmeler Atatürk’ün hayatını etkilemiştir. Annesi dindar bir kişi olup geleneksel görüşlere sahip bir kadındı[3].

Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi önce Selanik’te evkaf kâtipliği yapmıştır. Atatürk babasının çalışkan ve modern bir kişi olduğunu söyler. 1876’da Sırbistan’la savaş başladıktan sonra Selanik’te gönüllülerden bir tabur kurulmuş babası Ali Rıza Efendi de bu taburda mülazım-ı evvel (Üsteğmen) olmuştu. II. Abdülhamit’in vehmi üzerine bu ve benzer birlikler dağıtıldıktan sonra, Ali Rıza Efendi evkaftan çekilerek gümrük memuru olmuş ve daha sonra da serbest çalışmaya kereste tüccarlığı yapmaya başlamıştır[4]. Atatürk okul yıllarını şöyle anlatır:

“Çocukluğuma ait ilk hatırladığım şey mektebe gitmek meselesine dairdir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Gümrük İdaresi’nde memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi’nin mektebine devam etmemi ve yeni usul üzere okumama taraftardı. Nihayet babam işi mahirane bir surette halletti. Evvela alışılmış törenler ile annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım. Şemsi Efendi’nin mektebine kaydedildim.”[5]

Zübeyde Hanım, genç yaşta babasını kaybeden Atatürk ve kardeşi Makbule’yi alarak kardeşi Hüseyin Ağa’nın yanına gitmiştir. Ancak oğlunun eğitim hayatı yarım kalmasın diye tekrar Selanik’e dönmüştür.

1894’de Selanik Mülkiye Rüştiyesi’ne giden Atatürk, matematik öğretmeni Kaynak Hafız’ın sert disiplini karşısında okuldan uzaklaşmış, Askeri Rüştiye’ye gitmiştir. Selanik Askeri Rüştiyesi disiplinli ve düzeyli eğitimiyle Atatürk’ün yetişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Matematik öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Efendi tarafından kendisine "Kemal” adını vermiştir[6]. Bundan sonra Mustafa Kemal diye anılmıştır.

Rüştiyeyi bitiren Atatürk, 1896’da Manastır Askeri İdadisi’ne geçer. Manastır, Makedonya’da kalabalık asker grubunun bulunduğu, çeşitli Balkan uluslarının milliyetçi hareketlerinin etkili olduğu bir ordu ve vilayet merkezi idi. Manastır Askeri İdadisi’nde İttihat ve Terakki Partisi’nin ünlü hatibi Ömer Naci, Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşı olup, O’nun fikrî gelişiminde önemli bir etkisi olmuştur. Şiir, edebiyat ve hitabete ilgisi başlamıştır. Fakat Türkçe öğretmeni ona, kendisini askerlikten uzaklaştıracağı korkusuyla şiirle ilgilenmeyi yasaklamıştır.

Manastır Askeri İdadisini başarı ile bitiren Atatürk, İstanbul’da Harp Okulu’nun piyade bölümüne girmiştir. Böylece ilk kez Makedonya’dan ayrılmış, İmparatorluğun hareketli başkenti İstanbul’u tanımıştır. Atatürk Harbiye’nin birinci sınıfındaki hayatını şöyle anlatır:

"Birinci sınıfta saf gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim, yılın nasıl geçtiğinin farkında olmadım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.”[7] Bundan sonra Atatürk’ün zihninde yavaş yavaş siyasal düşünceler yer almaya başlamıştır. Harp Okulu öğrencileri Namık Kemal’in yurt sevgisini aşılayan eserlerini gizli gizli okuyorlardı. Okulda, İmparatorluğun çöküşe gidişi ve yaşanan düzensizlikler, II. Abdülhamit yönetimine karşı tepki uyandırıyordu. Mustafa Kemal’de tepki duyanlar arasındaydı.

Harp Okulu’nu bitiren Atatürk, 1902’de Erkân-ı Harbiye’ye (Harp Akademisi) ayrılmıştır. Atatürk, bu yılları şöyle anlatır:

"Mûtat olan derslere iyi çalışıyordum. Bunların fevkinde olarak bende ve bazı arkadaşlarda yeni fikirler oluşmuştu. Devletin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu fark etmeye başladık. Binlerce kişiden ibaret olan Harb Okulu talebesine bu görüşlerimizi anlatmak hevesine düştük. Öğrenciler arasında okunmak üzere el yazısı ile bir gazete çıkardık. Sınıf dâhilinde ufak bir teşkilatımız vardı. Ben idare heyetine dâhildim. Gazetenin yazılarını çoğunlukla ben yazıyordum.”[8]

003

Harp Akademisi yıllarında bir yandan siyasetle uğraşan Atatürk diğer yandan türlü askeri sorunların çözümü için, klasik ders konularının dışında kalan, fakat bir askerin bilmesi gereken işler üzerinde düşünüyordu. Atatürk, siyasete karşı olan ilgisinin eğitimine zarar vermesini istemiyordu. Bir kurmay subay adayının bilmesi gereken daha büyük strateji ve taktik problemlerin çözümünü düşünmek zorundaydı. Gece yatakhanede, arkadaşları uyurken O, gözlerini kapamaz geç saatlere kadar düşünürdü.

Atatürk’ün aldığı askeri eğitimin, erken yaşlarda başarılı sonuçlar almasında, olgunlaşmasında, yeni bir dünya görüşü ile idealist karakter ve düşünce yapısına ulaşmasında, büyük etkisi olmuştur. İyi bir eğitim gören Atatürk, üstün zekâsı ve kabiliyeti ile Türk tarihinden çıkardığı sonuçlarla Türk milletini ileri hedeflere ulaştıracak bilgi donanımına sahipti. 11 Ocak 1905 tarihinde Harp Akademisi’nden, sadece iyi bir asker değil, devlet hayatında görev alacak bilgi hazinesiyle donatılmış, geleceğin büyük devlet adamı olma vasıflarını, kazanmış olarak beşinci sırada kurmay yüzbaşı rütbesi ile mezun olmuştu.

Atatürk, Harp Okulu’nda ve Harp Akademisi’nde zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Ülke meseleleri ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılapçı bir subay olarak tanınmıştı. Atatürk’ün, Harp Akademisi’nden mezuniyetini izleyen günlerde, II. Abdülhamid’in baskıcı yönetimine karşı olan düşünceleri dikkat çektiğinden kısa bir süre İstanbul’da tutuklu kalmıştır[9].

Mustafa Kemal ve arkadaşları bir süre sonra Erkân-ı Harbiye’ye (Genelkurmay) çağrılmışlardır. Genç subayların Edirne ve Selanik’de bulunan İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmeleri kararlaştırılmıştı. Kendilerine kura çekmeleri gerektiği fakat aralarında anlaşırlarsa buna lüzum kalmayacağı söylenmişti. Mustafa Kemal ve arkadaşları aralarında anlaşarak kimin nereye gideceğini belirlemişlerdi. Fakat çabuk anlaşmaları şüphe uyandırdığından, Mustafa Kemal Hayfa’daki[10] Otuzuncu Süvari Alayın’da staj yapmakla görevlendirilmişti. Atatürk, böylece subaylık dönemine başlamış oldu. Bu işe ciddiyetle sarılmış, öğretmenlik konusundaki yeteneği ve sevgisi sayesinde başarı sağlamıştır.

Atatürk burada daha sonraki hayatı için önem taşıyan tecrübeler kazanmıştır. Devlet hayatındaki aksamaları, ordunun talim ve terbiyesindeki eksikliği, halkın kötü idare yüzünden çektiği sıkıntıları görmüştür. Atatürk, o dönemi ve bu yönde bir anısını şöyle anlatır:

“Bizim neslin gençlik yıllarında Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka milletlere, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan soydaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken “kavm-i necib” deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyorduk.

Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur” mısrasıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka milletleri öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.

Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da Anadolulu tecrübeli kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Hâlbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlara yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmibeş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu milli onurunu ağır şekilde hançerleyen “…Türk!” sözleriyle azarlamaya başlamıştı. “Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab’a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin.” gibi gittikçe mânasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum. “O erin bağlı olduğu kavim, birçok bakımdan necib olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran büyük ve asil bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün asalet ve yüceliği ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir” dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.”[11]

Atatürk yaşadığı bu olaylardan çıkardığı sonuçları Cumhuriyetin kuruluşunda değerlendirmiş ve uygulamaya koymuştur. Atatürk, Hayfa’dan sonra Suriye’nin her tarafını dolaşmış ve Havran civarında çıkan karışıklıkların bastırılmasında bulunmuştur.

Atatürk ve arkadaşları Kuneytre ve Havran’da ayaklanmış olan halka karşı gönderilen birliğe katılmışlardır. Askeri harekat sırasında bir kısım asker tarafından halka baskıda bulunulmuş ve yağma yapılmıştı. Atatürk ve arkadaşı Müfit Bey’e (Özdeş) toplanan yağmalardan pay verilmek istenmiştir. "Müfit Bey kendisine verilmek istenen pay için Atatürk’e danışmıştır. Atatürk Müfit Bey’in tereddüt ettiğini görerek ona sordu Müfit! Sen bugünün adamı mı olmak istiyorsun yoksa yarının adamı mı?”

Müfit Bey: "Elbette yarının adamı olmak isterim”

Atatürk: "Öyleyse sen de benim gibi bu parayı kabul etmeyeceksin.”[12]

Mustafa Kemal bu sözlerle düşüncelerini açıklamış oluyordu. O, çevresindekiler gibi içi geçmiş, eski devir adamı değil geleceğin insanıydı. Bu gibi davranışlar karşısında Atatürk, bir ahlakçıdan çok, bir gerçekçi olarak hareket ediyordu.

Şam, bu "Yarının insanı” üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Mustafa Kemal ömründe ilk olarak, Ortaçağ karanlığında yaşamakta olan bir şehir görüyordu. Şimdiye kadar tanıdığı Selanik, İstanbul ve Beyrut kozmopolit yerler olup, çağdaş uygarlığın çeşitli konfor ve kültürel faaliyetleriyle canlı şehirler idi. Atatürk buraları tanıyınca doğu ile batıyı karşılaştırıyordu. Milletinin gerçek düşmanının sadece yabancılar olmadığını anlıyordu. Gerçek düşmanın kendi aralarında olduğunu düşündü. Onları başka milletlerin yürüdüğü medeniyet yolundan alıkoyan, gelişmeleri önleyen, baskı altında tutan, tutuculuk idi. Atatürk’e göre, Osmanlı İmparatorluğu, azınlıkların ülkenin bütün nimetlerinden faydalandığı, Türklerin ise sıkıntıları çektiği bir yerdi.

3a03b[1]

Atatürk 1905 yılı Ekim ayında Dr. Mustafa (Cantekin) Müfit (Özdeş) ve diğer bazı arkadaşlarıyla Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuştur. Bunun önemi, kıta hizmetindeki subaylar arasında kurulacak olan çeşitli ihtilal örgütlerinin öncüsü oluşudur. Şam Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde genel akışın dışında uzak kalan bir yerdi. Faaliyetlerin burada destek görmesi mümkün değildi.

Mustafa Kemal arkadaşları ile beraber Beyrut, Yafa ve Küdüs’te kurdukları Cemiyeti genişletmişlerdir. Daha sonra gizli olarak Selanik’e gidip Cemiyetin bir şubesini açmış ve Yafa’ya dönmüştür. Bir süre daha Şam’da kalarak kıta stajını tamamlamıştır.

20 Haziran 1907’de kolağası (kıdemli yüzbaşı) olarak Şam’daki ordunun Kurmay Başkanlığı’na getirilmiş, çok geçmeden merkezi Manastır’da bulunan 3. Orduya atanmıştır. Bu sırada Manastır’da Hürriyet ve İtilaf Cemiyeti’nin kurucularının da bulunduğu, İttihat ve Terakki cemiyeti faaliyet halindeydi. Atatürk, bir yandan ordu kurmay heyetinde bulunurken, diğer taraftan da İttihat ve terakki Cemiyetinde çalışmaya başlamıştır.

Bir süre sonra 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. Atatürk’ün bu önemli olaylarda etkili bir rolü olmamıştı. Atatürk, Meşrutiyet’le birlikte yurtta büyük ve köklü reformların yapılması gerektiğine inanıyordu. Fakat O’nun görüş ve düşünceleri İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin görüşleriyle uyuşmuyordu. Atatürk ordunun politika ile uğraşmasını istemiyordu. Bu konuda görüşlerini şöyle dile getirmiştir:

"Meşrutiyet’ten sonra herkes meydana çıktı. O zamana kadar saf ve temiz çalışıyorduk. Ben herkesi öyle biliyordum. Kişisel gösterişleri çirkin buluyordum. Bazı arkadaşların davranışlarını eleştirmekten çekinmedim. Kötülükleri ortadan kaldırmak için ilk düşündüğüm önlem ordunun siyasetten çekilmesi düşüncesi idi. Bunu öteki arkadaşlar doğru bulmuyorlardı.”[13] Meşrutiyet’in ilanından sonra Mustafa Kemal İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetimi ile anlaşmazlığa düşmüştür. Bir hürriyet kahramanı olarak görülen Enver Bey ile Mustafa Kemal arasındaki çekişme de belirginleşmişti. Cemiyet içinde Enver Bey’in etkisi artarken, Mustafa Kemal geri plana düşmüş ve kendisini askerlik mesleğine vermiştir. Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın aşırı derecede yüceltilmesini eleştiriyor, onun bir gün ülkenin başına bela olacağını söylüyordu. Çok geçmeden güçlükler ortaya çıkmış zorluklar birbirini kovalamaya başlamıştı. İhtilali gerçekleştirenlerin bir programı yoktu. Amaçları II. Abdülhamit’i tahtan indirmekten başka bir şey değildi. Atatürk olaylardaki çarpıklığı ve karışıklığı açıklıkla görüyor ve yeni yönetimi eleştiriyordu.

Atatürk 1908 Eylül ayı sonlarında Meşrutiyet’in ilanına karşı gösterilen tepki ve ayaklanmayı bastırmak üzere Trablusgarp’a gönderilmiştir. Trablusgarp’ta II. Meşrutiyet’e karşı halk arasında, bazı şeyhlerin etkisiyle bir hareket görülmüştü. Bazı kişiler, tutukluları tahrik ederek genel af çıkarılmasını istiyor, Osmanlı Devleti’nin atadığı idarecilere karşı tepki gösteriyorlardı. Atatürk, girişimlerde bulunarak bölgedeki huzursuzluğun giderilmesinde büyük rol oynamış otoriteyi sağlamıştır[14]. Trablusgarp’taki görevinden dönüşünde, Selanik’teki 11. Redif tümeninin kurmay başkanı olmuştur. Bu sırada, ülkede siyasal karışıklıklar iyice artmıştı.

31 Mart’ta (13 Nisan 1909) İstanbul’da yeni rejime karşı bir ayaklanma çıkması üzerine, Atatürk ayaklanmayı bastırmak için bir ordu kurup İstanbul üzerine yürünmesi görüşünü ortaya atmıştır. Başlangıçta bu ordunun kurmay başkanlığını üstlenen Atatürk, birliğe "Hareket Ordusu” adını vermiştir. Daha sonra Ordu komutanlığına Mahmut Şevket Paşa, kurmay başkanlığına da Atatürk’ün yerine, Enver Bey getirilmiştir.

31 Mart Vak’ası bastırıldıktan sonra Atatürk tekrar Selanik’e dönmüş, Ordunun, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisini kesmesi ve politika ile uğraşmaması düşüncesinde ısrarlı olmuştur. Trablusgarp’ta gösterdiği başarıdan dolayı Eylül 1909’daki İttihat ve Terakki Cemiyeti kongresine bu bölgenin delegesi olarak katılmıştır. Atatürk ile İttihat ve Terakki’nin bazı üyeleri arasında Meşrutiyet’ten sonra başlayan anlaşmazlık artarak devam etmiştir[15]. Kongrede askerlerin siyasetten çekilmesini ya da siyasetle uğraşmak isteyen askerlerin ordudan ayrılmasını savunmuştur. Atatürk, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay gibi kişilerden destek buldu ise de bu görüş benimsenmemiş ve Cemiyet’ten daha çok kopmasına sebep olmuştur. Mustafa Kemal davranışlarını inançlarına uydurarak politikadan çekilmiş ve kendini askerlik görevine vermiştir. Bu gelişmelerden sonra yaptığı eleştiriler, üst rütbedeki komutanlarının tepkisine yol açmış zor görevlere atanmıştır.

1910 yazında Arnavutluk’ta çıkan ayaklanmayı bastırmakla görevlendirilen Mahmut Şevket Paşa’nın kurmay başkanlığını yapmıştır. Atatürk’ün hazırladığı plana göre yapılan askeri harekât başarı ile sonuçlanmış isyan bastırılmıştı. İsyanın bastırılması Atatürk’ün şöhretini artırmıştı. 1910 sonbaharında Fransa’da Picardie’de yapılan büyük manevralara Osmanlı Ordusunu temsilen katılan kurulda yer almıştır. Bu Atatürk’ün Avrupa’ya yapacağı ilk yolculuktu. Belgrat’ta başında fesi ile vagonun penceresinden dışarı bakan subay arkadaşına, bir Sırp çocuğunun hakaretini, manevralarda Türk subaylarına değer verilmediğini görmüştür. Kendisini hiçbir Avrupalıdan aşağı görmüyor Batı’yı inceliyordu. Atatürk bu gezide Türk heyeti üzerinde olumlu bir etki bırakmıştı.

Atatürk, 27 Eylül 1911’de, İtalyanların Trablusgarp’a saldırıları üzerine Paris ataşesi Fethi Bey, Berlin ataşesi Enver Bey ve başka subaylarla Trablus’a gitmiştir. Bingazi, Derne ve Tobruk bölgesinde başarılı faaliyetlerde bulunmuştur. 22 Aralık 1911’de Tobruk’un yakınında İtalyanların kuvvetle tuttukları Nadora tepesini bir saldırı ile geri almış ve oradaki düşman birliğini yok etmiştir.

Ülke yıkılışa doğru giderken, İttihat ve Terakki ileri gelenleri arasında çıkan anlaşmazlıklar durumu iyice zora sokuyordu. Atatürk, “Karşımızda düşman var. İtalyan ordularıyla savaşmak için yoktan var edercesine kuvvet bulup tanzim etmeye çalışırken, siyasi fikirler dolayısıyle ayrılıklar meydana gelirse, muvaffak olmak şöyle dursun, hezimet muhakkaktır”[16] diyordu. Trablusgarp’ta bir yıl kalan ve çarpışmalarda üstün başarılar gösteren Atatürk, 27 Kasım 1911’de binbaşı olmuştur.

Atatürk Trablusgarp’ta bulunduğu sırada Balkan Savaşı başlamıştı. Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Karadağ Osmanlı Devleti’ne karşı aralarında bir anlaşma yapmışlardı. Bu anlaşmayı, kısa bir süre sonra 8 Ekim 1912’de Karadağ’ın, arkasından Yunanistan, Bulgaristan ve Sırpların harp ilanı izlemiştir. Osmanlı Devleti de bu Balkan Devletlerine savaş ilan etmiştir.

Atatürk Trablus’tan İstanbul’a dönerken Komanova yenilgisini, Selanik’in düştüğünü, Bulgarların Çatalca önlerine geldiğini haber almış bu durumdan büyük üzüntü duymuştur. İstanbul’a geldiğinde Balkan Savaşı bitmiş gibiydi. Kendisine Bolayır’da kurulan “Akdeniz Boğazı Kuva-yı Mürettebesi” komutanlığı harekât şubesi görevi verilmiştir.

Atatürk ve Fethi Okyar başkomutan Ahmet İzzet Paşa’ya sunulmak üzere, Edirne’nin kurtarılması hakkında harekât planı hazırlamışlardır. Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’ya sunulan bu plan uygulanmamış, sonunda olaylar Edirne’nin düşüşüne kadar gelmiştir.

30 Mayıs 1913’te Osmanlı Devleti, Balkan Devletleriyle Londra Barış Antlaşması’nı imzalamış Midye-Enez hattını sınır olarak kabul etmiştir. Selanik’in elden çıkması üzerine, Atatürk annesi ve kız kardeşi ile evlerini bırakmışlar, İstanbul’a gelmişlerdir. Ömrünün çoğunu geçirdiği yerin düşman eline geçmesi Mustafa Kemal’i çok üzmüştü. İstanbul’daki bir gazinoda bazı subay arkadaşlarını görünce, “Nasıl yapabildiniz bunu? O güzelim Selanik’i düşmana nasıl teslim edebildiniz? demiştir. Mustafa Kemal İstanbul’da binlerce Selanikli halkın aç ve perişan bir vaziyette olduğunu görmüştür. Daha sonra annesi ve kız kardeşine bir ev bulduktan sonra, Genelkurmay’daki görevinin başına dönmüştür. Görevi, Gelibolu yarımadasının nasıl savunulacağını araştırmaktı.

3a09b[1]

I. Balkan Savaşı sonrası İttihat ve Terakki Partisi bir darbe ile iktidarı yeniden ele geçirmiş Edirne ve Doğu Trakya’nın büyük bir bölümü geri alınmıştır. Çok kısa sürede Paşalığa yükselen Enver Bey’i ve Parti’nin faaliyetlerini eleştiren Mustafa Kemal, yönetim tarafından dikkatle izlenmekteydi. Yakın arkadaşı Fethi Bey de (Okyar) Parti genel sekreterliğinden istifa etmiştir. Fethi Bey Sofya büyükelçiliğine, Mustafa Kemal de Sofya’da bütün Balkan ülkeleri askeri ataşeliği görevine atanmıştır. Sofya’da bulunduğu sırada, 1 Mart 1914’te yarbaylığa yükselmiştir. Atatürk Sofyada’ki günlerinde Avrupa yaşantısı ve Balkan Türkleri’nin durumunu gözleme imkânı bulmuştur. Sofya’daki görevi O’nun için yeni ve yararlı bir deneme olmuştu. Bu, O’nun Batılı bir toplum içinde ilk defa bulunuşuydu.

I. Dünya Savaş’nın başlaması üzerine Osmanlı İmparatorluğu, 2 Ağustos 1914’te Almanya ile gizli antlaşma yapmıştır. Türk orduları, Alman komutanların emrinde olarak, Alman Genelkurmayı’nın istediği anda harekâta katılacaktı. Atatürk, iki cephede birden savaşması gerektiğinden Almanya’nın savaşı kazanamayacağını ileri sürmüş, tarafsız kalınmasını savunmuştur. Ayrıca ordunun komuta kademelerine Alman subaylarının yerleştirilmesine karşı olmuştur.

Atatürk, I. Dünya Savaşı’na girilmesinde acele edildiği görüşündeydi. Sofya’dan bütün cephelerdeki hareketleri dikkatle izliyor ve daha savaşın başlarındayken sonuçlarını tahmin ediyordu. Atatürk Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılmasından sonra vatan savunmasında aktif görev almak için, Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya başvurup görev istemiştir.

“Arkadaşlarım savaş cephelerinde ateş hattında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam,”[17] diyen Atatürk’e, Tekirdağ’da kuruluş aşamasında olan 19. Tümen komutanlığı verilmiştir. Tümenin eksikliklerini tamamlayarak, Gelibolu yarımadasına nakletmiştir. Atatürk, Gelibolu bölgesini, Balkan Savaşı sırasında Bulgarlar’a karşı yürütmüş olduğu harekâttan tanıyordu. Rusya’ya silah ve gıda yardımı sağlamak isteyen İtilaf Devletleri, 19 Şubat 1915’de Çanakkale Boğazı’ndaki tabyalara saldırmışlardır.

Atatürk kendi bölgesi olmamasına ve üstlerinden bu yönde emir almamasına karşılık, emrindeki 7. Alayı harekete geçirip Conkbayırı’na ulaştırmıştır. Conkbayırı’na geldiği zaman 9. Tümene bağlı 57. Alayın ufak bir birliğinin cephanenin tükenmesi sebebi ile çekilmekte olduğunu, onların gerisinde de kalabalık düşman askerlerinin ilerlediğini görmüştür. Mustafa Kemal onları durdurarak, “Ne oluyor?” diye sormuştur. “Neden kaçıyorsunuz? ”

“Geliyorlar! geliyorlar”

"Kim geliyor? ”

"Düşman geliyor, efendim. İngiliz, İngiliz.” cevabını almıştır.

Askerler yamacın altında fundalık bir arazi parçasını göstermişlerdir. Bir dizi Avustralyalı burada serbestçe ilerliyordu. Mustafa Kemal’e, dinlensinler diye geride bırakmış olduğu kendi askerlerinden daha yakındılar. O anda sonradan söylediği gibi, belki mantıkla belki içgüdüsüyle geri çekilen askerlere: "Düşmandan kaçılmaz” demiştir. Erler "Cephanemiz kalmadı” diye itiraz etmişlerdir.

Mustafa Kemal, "Süngüleriniz var ya!” demiştir. Süngü takıp yere yatmalarını emretmiştir. Geriye bir subay göndererek kendi piyade erleriyle, mümkün olduğu kadar çok sayıda dağ topçusunun son hızla gelmesini söylemiş ve kendisinin anlattığı gibi, "Bizimkiler yere yatınca düşman da yere yattı. Böylece bir anlık zaman kazanmış olduk”[18] diyen Atatürk, İtilaf Ordularını püskürterek, Çanakkalede’ki kara savunmasının temelini atmıştır.

Aynı bölgede düşman karşısında ölüm kalım savaşı veren Atatürk, Arıburnun’da askeri birliklere şöyle seslenmiştir: "Size ben taarruz etmeyi emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir.”[19]

Atatürk’ün bu savaşlarda durumu çabuk kavramak, hızlı karar vermek, kararları süratle uygulamak ve sorumluluktan kaçmamakla gösterdiği başarılar, O’nun büyük bir komutan olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Atatürk, 19 Mayıs 1915 tarihine kadar taarruz ve savunma muharebeleri yaparak düşmanın her gün artan birliklerini durdurmayı başarmıştır. Atatürk, Çanakkale Cephesi’ndeki üstün başarıları sonucunda 1 Haziran 1915 tarihinde albaylığa terfi etmiştir.

Anafartalar grubu kumandanlığına tayin edilen Atatürk, daha geniş bir bölgenin savunma sorumluluğunu üzerine almıştır. Gelibolu bölgesini Balkan Savaşı sırasında Bulgarlara karşı yürüttüğü harekâttan dolayı iyi biliyordu. O zaman yarımadanın savunulmasına dair kesin görüşler edinmişti. Atatürk 10 Ağustos 1915 sabahı Conkbayır’ından yapılacak ve Çanakkale savaşlarının kaderini belirleyecek saldırı için, büyük bir hazırlık içindeydi. Conkbayırı’nda düşmana indirilen darbeden sonra İngiliz ve Fransızlar Gelibolu yarımadasından ayrılmak zorunda kalmışlardır. 1915 yılı Aralık ayı sonunda, tam bir yenilgiye uğrayan İngilizler müttefikleriyle birlikte Çanakkale’den çekilmişlerdir. Bütün bu olaylar, bir anlamda I. Dünya Savaşı’nın akışını da etkilemiştir. Bu zafer, Çanakkale’de İngilizlere karşı kazanılan ilk başarı idi. Eski Türk ruhu canlanmış, milletin şanlı geçmişindeki nitelikleri, azim, cesaret ve gurur, Gelibolu sırtlarında bir kez daha kendini göstermişti. Bu başarı yeni bir kahraman çıkarmıştı. Ağızdan ağıza yayılan bütün efsaneler gibi Atatürk’ün adı ve başarıları halk arasında duyulmaya başlamıştı. Bir masal kahramanı gibi dillerden düşmüyordu.

Harbiye Nazırı, Enver Paşa ile görüş ayrılığına düşen Atatürk, Anafartalar Grubu Komutanlığı’nı, Fevzi (Çakmak) Paşa’ya bırakarak İstanbul’a dönmüştür. Enver Paşa, ondan "yerime geçecek tek adam” diye söz ediyordu. İstanbul’a dönen Atatürk, karargâhı Edirne’de bulunan On altıncı Kolordu Komutanlığı’na atanmıştır. Kısa bir süre sonra bu Kolordu’nun Diyarbakır’da kurulması üzerine, kolordu komutanı olarak, Diyarbakır, Bitlis, Muş Cephesine tayin edilmiş, 1 Nisan 1916’da Mirlivalığa (tuğgeneralliğe) yükseltilmiştir[20].

Atatürk, bu cephede birçok muharebeye katılmış, bunların bir kısmını bizzat idare ederek, Rus birliklerinin Diyarbakır yönüne doğru ilerlemesini durdurmuş, Bitlis ve Muş’u düşman işgalinden kurtarmıştır. Bitlis ve Muş’un geri alınmasındaki başarılarından dolayı "altın kılıçlı imtiyaz madalyası” verilmiştir.

Atatürk bir süre Sina Cephesi’nde bulunmuş, 16 Mart 1917’de 2. Ordu’ya atanmıştır. Fakat bu görevde de fazla kalmamış Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı olarak Halep’te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu’nun başına getirilmiştir. 7. Ordu, Alman General Von Falkenhein komutasına verilmişti. Atatürk, Falkenhein’nın düşüncelerini ve aşiret reisleriyle olan ilişkilerini beğenmiyordu. Atatürk askeri konularda ve uygulanacak harekat konusunda anlaşmazlık çıktığı için, 1917 Ekimi başlarında istifa etmek zorunda kalmıştır. İstanbul’a dönmüş, Genel Karargâhta görevlendirilmiştir.

Almanya İmparatoru II. Wilhelm, Osmanlı Padişahı V. Mehmet Reşat’ı Alman İmparatorluk Sarayı’na davet etmiştir. Padişah böyle bir yolculuğu yapamayacağı için kardeşi Veliaht Vahidettin’in gitmesine karar verilmiştir. Atatürk’e şehzadenin yanındaki heyetle birlikte Almanya’ya gitmesi teklif edilmiştir. Atatürk, Şehzade Vahidettin ile yapacağı yolculuğun Almanya’yı tanıma açısından faydalı olacağı düşüncesi ile geziye katılmıştır. Vahidettin ile Atatürk’ün yolculuğu olumlu bir şekilde geçmiştir. Alman askeri çevrelerinde incelemeler yapan Atatürk, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla da görüşmüştür. Türk heyetini kabulü sırasında Napolyon pozuyla hareket eden İmparator II. Wilhelm, sıra Atatürk’e gelince diğer elini uzatarak yüksek sesle "Onaltıncı Kolordu!” diye bağırmıştır. II. Wilhelm Almanca olarak Atatürk’e "Siz, 16. Kolordu Komutanlığını ve Anafartaları düşmana vermeyen Mustafa Kemal değil misiniz?” diye sormuştur. Atatürk’de düzgün Fransızcasıyla, öyle olduğunu ifade etmiştir.

Bu yolculuk esnasında, Atatürk geleceğin Padişahı olan Vahidettin’in bazı konulara dikkatini çekmeye ve devletin ne gibi çıkmaza sürüklendiğini ona anlatmaya çalışmıştır. Bunun altında tahta çıkınca durumu birlikte düzeltme düşüncesi yatmaktaydı[21].

Atatürk tedavi için bir süre Viyana ve Karlsbd’da bulunmuş, Temmuz 1918’de Vahidettin’in tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağrılmıştır. Vahidettin Atatürk’ü kabul etmiştir. Yanında bulunan Alman generallere, O’na çok değer verdiğini ve güvendiğini söyleyerek, Suriye’de ordu komutanlığına atadığını belirtmiştir. Görünürde Mustafa Kemal’e büyük bir şeref verilmişti. Ama O öyle düşünmüyordu. Atatürk’e göre, Vahidettin Enver Paşa’nın telkini üzerine bu atamayı yapmıştı. Atatürk Vahidettin’in odasından çıkınca, salonun bir köşesinde Balkan Savaşı’na katılmış olan birkaç subayın ateşli bir konuşmaya daldıklarını görmüştür. İçlerinden birisi "Bu Türk askerleriyle hiç bir şey yapılamaz. Öküz gibidirler.

Sadece kaçmasını bilirler. Acırım böyle bir sürüyü idare etmek zorunda kalanlara” demiştir. Mustafa Kemal bu sözleri duyunca öfkeyle söze karışarak "Paşa ben de askerim. Bu orduda ben de komutanlık ettim. Türk askeri kaçmaz. Kaçmak nedir bilmez. Onun sırtını döndüğünü gördünüzse, mutlaka başındaki komutanı kaçmıştır. Kendi kaçışınızın ayıbını Türk askerlerine yüklemek haksızlıktır” demiştir.

atam1[1]_t2

Mustafa Kemal, düşmanın Osmanlı Devleti’ni savaş dışı etmek için tasarladığı son saldırıdan bir ay önce, Yedinci Ordu’nun komutasını yeniden ele almak üzere Filistin’e gitmiştir. Von Falkenhein gitmiş, onun yerine ordu grubu komutanlığına Liman von Sanders getirilmişti. Mustafa Kemal, ordusunu beklediğinden daha da perişan ve bitkin halde bulmuştu. Mustafa Kemal’in ordusu üstüste hücuma uğradığı halde, yenilmeden Halep’in kuzeyine çekilmiştir. İngilizler Şam’dan takviye getirmek zorunda kalmışlardır. Türk askerleri şimdi ilk kez, kendi vatan topraklarını savunuyorlardı, çünkü burası Türkiye’nin doğal sınırıydı. Mustafa Kemal, her şeyin sona ermek üzere olduğunu çok iyi biliyordu. Osmanlı İmparatorluğu devlet olmaktan çıkmıştı. Balkan Savaşları, İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarının elinden çıkmasına neden olmuştu. I. Dünya Savaşı da Arap eyaletlerini elinden almıştı. Bu yenilgi kendisine acı gelmekle beraber, Mustafa Kemal bu toprakların kaybına o kadar üzülmemişti; bir bakıma bunun böyle olacağını öteden beri görmüştü. Yabancı toprağı olan Suriye elden gitmişti. Ama Türk anayurdu Anadolu halâ yaşıyordu, yaşaması da gerekliydi. Ülkenin geleceği, sıradağların ardındaki Anadolu’da yatıyordu[22].

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı Devleti fiilen sona ermiş, bağımsız devlet olma özelliğini kaybetmişti. Atatürk, Mütarekeden sonra Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya çektiği telgrafta şu uyarıda bulunmuştur: "Gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz.! Şayet askeri terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır.”[23] Atatürk bu telgrafıyla her şeyin bitmediğini yapılacak şeyin ülke savunması olduğunu vurgulamıştır. Fakat uyarıları dikkate alınmamış ordu hızla terhis edilmiş, İstanbul Hükümeti Mütareke şartlarını yerine getirmeğe başlamıştır. Atatürk Mütareke haberini, aldığı sırada, Halep’in kuzeyinde düşmana karşı direnmekteydi. Mütareke, Atatürk için bir son değil, başlangıçtı. Savaşta yenilmemiş olduğu gibi, ruhça da hiç yenilmiş değildi. Şimdi barış yapılacaktı. Ama adil bir barışın ancak savaşımla kazanılabileceğini bunun uzun ve çetin olacağını biliyordu. Kendini bu savaşın önderi olarak görmeye başlamıştır. 13 Kasım 1918’de İstanbul’a dönmüş olan Atatürk, İstanbul önlerinde işgal donanmasını görünce "Geldiği gibi giderler” demiştir. Çalışmalarını İstanbul’da sürdüren Atatürk, bu sırada yeni kurulan Tevfik Paşa kabinesinin Meclis-i Mebusan’dan güvenoyu almaması için çalışmış ama başarılı olamamıştır. Vahidettin ile görüşerek Ondan yeni bir kabine kurup, kendisini de Harbiye Nazırlığına getirmesini istemiş, ancak bu isteği kabul edilmemiştir. Milli Mücadele’nin çekirdek kadrosunu oluşturan Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Fethi Okyar ve Rauf Orbay gibi arkadaşları ile toplantılar yapmıştır. İstanbul’da etkili olamayacağını anlayınca, Anadolu’ya geçmeyi düşünmüş, burada bir göreve atanmaya çalışmıştır.

Bu sırada işgallere karşı Türk milleti kendini korumak için her türlü çabayı göstermiştir. Ülkenin çeşitli yerlerinde düşmana karşı, bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden cemiyetler kurulmuştur.

Atatürk ülkenin bu durumu karşısında karar vermekte gecikmemiştir. Bu karar “Milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak”tı. Atatürk bu kararını Nutuk’da şöyle açıklamıştır: “Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun taksimini temine uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım manasız sözlerden ibaretti. O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi? Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.”[24] Artık Anadolu’ya geçmek Kurtuluş Savaşı’nın bayrağını açmak gerekiyordu.

Mütareke Komisyonu, Samsun civarındaki Rum köylerini Türklerin tecavüzünden korumak kanun ve düzeni sağlamak için önlem alınmasını istemiştir. Sadrazam Damat Ferit, Dahiliye Nazır Vekili Mehmet Ali Bey’in görüşünü sormuş, O da bölgeye güvenilir bir subayın gönderilmesini önermiştir. Damat Ferit bu işi yapabilecek subayı sorduğunda, Mehmet Ali Bey Mustafa Kemal’in ismini vermiştir. Damat Ferit birden karar verememişti. Mustafa Kemal’den biraz kuşkulanırdı. Ancak bu görev O’nu İstanbul’dan uzaklaştırmak için iyi bir fırsat sayılabilirdi. Mehmet Ali Bey ikisini bir yemekte karşı karşıya getirmiştir. Mustafa Kemal bu yemekte iyi etki bırakacak şekilde davranmaya dikkat etmişti. Kısa bir süre sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa kendisini çağırtarak Samsun civarına gitmekle görevlendirildiğini bildirmiştir. Mustafa Kemal görev belgesini aldığında çok heyecanlanmıştı. Düşman sandığı adamlar, ruhları bile duymadan ona yardımcı olmuşlardı. Sonradan bu halini “Kafes açılmış, önümde bir alem vardı. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiyim” diye anlatır.

16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket eden Atatürk, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a ayak basmıştır. Samsun ve çevresindeki durumu yerinde görüp incelemek ve tedbir almak görevi ile, 9. Ordu müfettişliğine atanmıştır. Bu bölgede Pontus Rum Devleti kurulması çabaları vardı ve baskı gören de Rumlar değil Türklerdi. Atatürk verilen talimat gereğince bölgede Türklerin sözde tecavüzlerini önleyecekti. Bu görev Atatürk için kuşkuları çekmeden Anadolu’ya geçmek için bir fırsat olmuştu.

Atatürk, İstanbul’dan hareketle işgal güçlerine ait donanmanın arasından geçerken gemide silah olup olmadığının sorulması üzerine, şunları söylemiştir: “Bunlar (İtilaf Devletleri) işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz, ideali ve inancı götürüyoruz.”[25]

Atatürk Samsun’a çıktığı günlerde ülkenin durumunu şöyle özetlemiştir: “1919 Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve ülkeyi I. Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek ülkeden kaçmışlar…”[26]

Atatürk Samsun’a geldiğinde Türk milletinin bağımsızlık isteğini ve mücadele azmini şöyle anlatır: "Samsun’a ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım. Gördüm ki memleketin ve milletin eğilimi, bağımsızlık müdafaasında tereddüt edenleri utandıracak şekilde büyük ve kapsamlıdır. Gerçekten iki seneden beri bütün dünyanın şahit olduğu olaylar, düşüncelerimde isabet ve milletin azim ve imanında hakiki manevi kuvvet olduğunu isbat etmiştir.”[27]

Atatürk’ün Samsun’da yürüttüğü faaliyetler İtilaf Devletlerinin temsilcilerini rahatsız etmiştir. İtilaf Devletleri "Anadolu’da tanınmış bir Türk Generalinin ne işi var” diyerek tepkilerini belirtmişlerdir. Bunun üzerine İstanbul Hükümeti Atatürk’ün İstanbul’a dönmesini istemiştir.

Atatürk İstiklal Savaşını Türk milletinden aldığı destek ve irade ile başlatmıştır. Türk milletine olan güvenini ve inancını şu şekilde ifade etmiştir: "Ben, 1919 senesi Mayıs’ı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum.”[28]

Mustafa Kemal Samsun’da bir hafta kaldıktan sonra tedavi bahanesiyle kaplıcaları ile ünlü Havza’ya geçmiştir. Havza’da bütün kolordulara, idare amirlerine, Anadolu’daki milli kuruluşlara gizli bir tamim göndererek işgallere karşı bütün yurtta mitingler yapılmasını, işgal ve ilhakların önlenmesini istemiş, düşman saldırısına karşı çete savaşına başvurulmasını emretmiştir. Bu tamim üzerine İtilaf devletlerinin baskısı ile İstanbul Hükümeti, Atatürk’ü geri çağırmıştı. İstanbul’a dönmeyi kabul etmeyen Atatürk 13 Haziran’da Amasya’ya geçmiştir.

3b01b[1]

22 Haziran 1919’da Amasya’dan bütün ülkeye duyurulan Genelgede vatanın bütünlüğü, milletin istiklâlinin tehlikede olduğu, milletin istiklalini yine milletin azim ve kararının kurtaracağı belirtilmiş ve Sivas’ta bir kongre düzenleneceği bildirilmiştir. Bu karar artık Milli Mücadele’nin fiili olarak Atatürk’ün imzasıyla başladığını bütün dünyaya göstermiştir. Amasya’dan sonra Sivas üzerinden Erzurum’a geçen Atatürk, 3 Temmuz 1919’da halkın coşkulu karşılamaları arasında şehre girmiştir.

Atatürk, Erzurum’a gelişini şöyle anlatır: "Benim Erzurum’a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını düşünmekte idi.”[29] Bu sırada Atatürk İstanbul’dan çağrılıyordu. Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşa, bu durumu önlemek için istifa etmesini önermişlerdir. Görevinden ve ordudan çekilmesi halk üzerinde iyi bir etki yapacaktı. Refet Bey’de aynı düşüncede idi. Ama, Mustafa Kemal, kararını veremiyordu. Tasarladığı işi yapabilmek için, resmi bir sıfat taşımasının önemli olduğunu biliyordu. “Halkın, bir lideri sadece beslediği idealden dolayı sevdiğini düşünmek saçmadır,” “aksine, onu kudret ve kuvvetini açığa vuracak şekilde, gösterişli bir kılıkta görmek ister,” düşüncesindeydi. Askerlik Selanik’teki askeri okula girmeyi başardığından beri, onun çok şey ifade ediyordu. Gelir düzeyi düşük bir ailenin çocuğu olmaktan doğan güvensizlik duygusunu bu şekilde yenebilmiş, hayatı bu sayede anlam kazanmıştı. İstifa ettikten sonra, çevresindekilerin kendini sayıp saymayacağı, düşüncesi onu tedirgin etmiştir. Kendi benliğine olan güveni birdenbire gevşemiş gibiydi. Ama sonunda arkadaşlarının istifanın kaçınılmaz olduğu yolundaki düşüncelerine katılmıştır.

8 Temmuz 1919 tarihinde Padişah’a Harbiye Nezareti’ne resmi göreviyle beraber askerlikten istifa ettiğini bildiren bir telgraf çekmiştir. Atatürk orduya, vilayetlere ve millete resmi göreviyle birlikte askerlikten istifa ettiğini açıklayan şu genelgeyi yayınlamıştır. “Mübarek vatanı ve milleti parçalamak tehlikesinden kurtarmak Yunan ve Ermeni isteklerine kurban etmemek için açılan milli savaş uğrunda milletle beraber, serbest surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık engel olmaya başladı. Bu mukaddes gaye için milletle beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatım adına söz vermiş olduğumdan pek aşıkı bulunduğum yüksek askerlik mesleğinden bugün veda ve istifa ettim. Bundan sonra mukaddes milli gayemiz için her türlü fedakârlıkla çalışmak üzere milletin sinesinde bir ferd-i mücahit suretiyle bulunmakta olduğumu arz ve ilan ederim.”[30]

Atatürk istifasının ertesi günü Müdafaa-i Hukuk Erzurum şubesi başkanlığına seçilmiştir. Böylece İstanbul ile bağlarını koparmıştır. Atatürk’ün askerlikten istifası üzerine başta Kazım Karabekir olmak üzere bütün ileri gelen subaylar, kendisinin emrinde olduklarını belirtmişlerdir. Atatürk, Kazım Karabekir Paşa’yı kucaklamış, teşekkür etmiştir. Rauf Bey onu hiç bu kadar heyecanlı görmemişti. Yalnız bir kez o da Anafartalar savaşından sonra kendisine “hamdolsun İstanbul’u kurtardık” dediği zaman böylesine heyecanlanmıştı. Şimdi durumu sağlamlaşmış, kendisine güveni geri gelmişti. Doğudaki kuvvetlere güvenebilirdi. Yurdun her tarafına telgraflar göndermeye başladı. Kazım Karabekir Paşa bunlara sadece usule uysun diye imza atıyordu.

Doğu illerinin geleceğini görüşmek amacıyla Atatürk’ün başkanlığında 23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi, ülkenin bütününü ilgilendiren meseleler hakkında kararlar almıştır. Milli sınırlar içinde vatanın bir bütün olduğunu, ayrılık kabul edilemeyeceğini karar altına alan Erzurum Kongresi, Doğu illeri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin üyelerinden oluşmaktaydı. Erzurum Kongresi bütün dünyaya Atatürk’ün belirttiği gibi Türk milletinin varlığını ve birliğini göstermiştir. Atatürk Erzurum Kongresi’nde kurulan Temsil Heyeti’nin başına getirilmiştir[31].

Erzurum Kongre’sini Sivas Kongresi izlemiştir. 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nde manda ve himaye kesinlikle reddedilmekle kalmamış “Ya istiklal Ya ölüm” ifadesi ile mücadele kararı alınmıştır. Bunun yanında bütün savunma örgütleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk adı altında birleştirilerek güç birliğine gidilmiştir. Sivas Kongresi’nde genişletilen Temsil Heyeti, Atatürk’ün başkanlığında Anadolu’da hâkimiyet etkili olmaya başlamıştır[32].

Mustafa Kemal, General Harbord başkanlığında bir Amerikan heyetinin manda konusunda Amerika’yı ilgilendiren sorunları incelemek için Ermenistan’a gitmek üzere yolda olduğunu haber almıştı. General Harbord ve heyeti, Sivas Kongresi’nin bitiminden sonra Sivas’a gelmişlerdir. Mustafa Kemal 20 Eylül 1919’da General Harbord’u kabul etmiştir. Mustafa Kemal sıtmadan rahatsızdı ve yorgun görünüyordu. Ama iki buçuk saatlik bir görüşme süresince kolaylık ve rahatlıkla konuşarak, düşüncelerini bir mantık düzeni içinde öne sürmüştür. Amerika ile iyi ilişkiler kurmayı yadırgamıyordu. Ancak bu ilişkinin, yalnız yardım temeline dayanmasını istiyordu. Amerika’nın otoritesini fazla duyurmasını, hele Türkiye’nin iç işlerine karışmasını kabul etmiyordu. Harbord, Türkiye’nin geçmişteki siciline değinerek, kendi kendisine saygısı olan hiçbir milletin, elinde tam bir otorite bulundurmadan mandaterlik sorumluluğunu alamayacağını belirtmiş ve Ermeni kıyımından söz etmiştir. Atatürk, başında bulunduğu hareketin bütün soy ve dinden insanların haklarına saygı göstermek isteğinde bulunduğunu ve gerekirse bir açıklama yaparak, Hıristiyanların bu konudaki endişelerini gidermeye hazır olduğunu bildirmiştir.

Harbord, "Şimdi ne yapmak niyetindesiniz?” diye sormuştur. Konuşmaları sırasında Mustafa Kemal, parmakları arasında çevirdiği bir tesbihle oynamaktaydı. O sırada sinirli bir hareketle tesbihin ipini koparmış taneler yere düşüp dağılmıştı. Mustafa Kemal, taneleri teker teker toplamış ve bunun General’in sorusuna cevap olduğunu söylemiştir. Böylece, ülkenin dağılmış parçalarını bir araya getirmek, düşmanlardan temizlemek, bağımsız ve uygar bir devlet kurmak isteğini belirtmiş oluyordu. Harbord, bu türlü bir umudun ne mantığa, ne de askeri gerçeklere uymadığını söylemiştir. "Birtakım insanların kendi canlarına kıydıklarını biliyoruz. Şimdi de bir milletin intiharına mı tanık olacağız?” demiştir. Mustafa Kemal’de, "Söyledikleriniz doğrudur. General” demiştir. "İçinde bulunduğumuz durumda yapmak istediğimiz şey, ne askerlik açısından, ne de başka bir açıdan açıklanabilir.

Ancak, her şeye rağmen, yurdumuzu kurtarmak, özgür ve uygar bir Türk devleti kurmak, insan gibi yaşayabilmek için yapacağız bunu” demiştir. "Başaramazsak bir kuş gibi düşmanın avucu içine düşecek ağır ve şerefsiz bir ölüme katlanacak yerde atalarımızın çocukları olarak, döğüşerek ölmeyi tercih ederiz.” Mustafa Kemal’in kararlılığı, Harbord’u etkilemişti. "Herşeyi hesaba katmıştım, ama bunu değil. Sizin yerinizde olsaydık, biz de aynı şeyi yapardık” demiştir[33].

Mustafa Kemal, Sivas Kongresi’nden sonra üzerindeki bütün resmi görevleri alan ve kendisini yakalatma emri çıkaran Damat Ferit Paşa hükümetini istifa etmek zorunda bırakmıştır. Sağlam ve akıllıca politikası, gittikçe geliştirdiği milli teşkilatı ve açık seçik programı ile, İtilaf Devletlerine karşılarında boynu eğik bir kukla hükümet değil, haklarına ve isteklerine güvenen, Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden silkinip kurtulmaya çalışan güçlü bir milli kuvvet bulacaklarını göstermiştir. Damat Ferit’in yerine iktidara gelen Ali Rıza Paşa temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı Amasya’ya göndermiş, 20-22 Ekim 1919’da Amasya’da, Atatürk ve Heyet-i Temsiliye ile görüşmeler yapılmıştır. İstanbul Hükümeti Sivas Kongresi’nin kararlarını onaylamanın yanı sıra, Meclis-i Mebusan’ın toplanmasını da kabul etmiştir. Bu görüşme tarihe "Amasya Mülakatı” olarak geçmiştir[34].

Kısa bir süre sonra yapılan genel seçimlerde Atatürk Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na Erzurum’dan milletvekili seçilmiştir. Ancak güvenlik nedeniyle toplantılara katılmamıştır. Atatürk, Heyet-i Temsiliye üyeleri ve bazı yetkili kişilerle Sivas’ta yaptığı toplantıda, Heyet-i Temsiliye’nin merkezini Ankara’ya taşıma kararı almıştır. 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Atatürk, İstiklal Savaşını artık Ankara’dan yönetecektir. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanmıştır. Meclis önemli bir karar almış, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin esaslarını içeren Misak-ı Milliyi kabul ve ilan etmiştir[35].

İstanbul’un İngilizler tarafından 16 Mart 1920’de resmen işgali üzerine Meclis-i Mebusan görev yapamaz hale gelmiş ve oturumlarına ara vermiştir. İngilizlerin İstanbul’u işgali Atatürk’e büyük bir fırsat vermiştir. Atatürk bir bildiri yayınlayarak “İstanbul’un zorla işgali ile Osmanlı Devleti’nin yedi yüz yıllık hayat ve egemenliğine son verilmiş olduğunu açıklamıştır. Türk milletinin yaşaması için girdiği savaşta halkın dini duygularına hitap ediyor “giriştiğimiz kutsal bağımsızlık ve vatan savaşında Allahın yardımı bizimledir” diyordu. İyi bir kurmay ve politikacı olan Atatürk hiçbir şeyi unutmuyordu. Türkiye dışındaki Müslümanlara da bildiriler yollamıştır. Avrupa ve Amerika kamuoyuna da sesleniyor, Türkiye’ye yapılan muamelenin insanlığın haysiyet ve şerefiyle bağdaşmadığını belirtiyordu. Atatürk, valilikler ve komutanlıklara talimat göndererek, Ankara’da olağanüstü yetkilerle donanmış yeni bir meclisin açılacağını, bu meclise yeni temsilci seçmeleri gerektiğini bildirmiştir. 23 Nisan 1920’de ülkenin birçok yerinden seçilip gelen milletvekilleri ile yeni meclis açılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanı seçilen Atatürk, 23 Nisan’ın anlamını şöyle ifade etmiştir: “23 Nisan, Türkiye milli tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşman dünyasına karşı ayağa kalkan Türk halkının, Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder.”[36]

3b05b[1]

Anadolu’daki bu gelişmeler üzerine başta Vahidettin olmak üzere Damat Ferit ve Şeyhulislam, Atatürk ve yanındakilere karşı düşmanlığını açıkca ortaya koymuş, Şeyhulislam “Padişaha karşı ayaklanma” başlıklı bir fetva ile onları asi ilan etmiştir. 11 Mayıs 1920’de Atatürk Divan-ı Harp tarafından idama mahkum edilmiştir. Bu kararı padişah Vahidettin 24 Mayıs 1920’de onaylamıştır[37]. Fetva, yurdun her tarafına dağılmış, bazı yerlere de işgal kuvvetlerinin uçaklarıyla havadan atılmıştı. Damat Ferit, Sadrazam olarak milliyetçileri milletin sahte temsilcisi diye suçluyor, bunların kendi kişisel hırsları için ülkeyi harcamaya kararlı, birtakım asi kişiler olduğunu ileri sürüyordu. Mustafa Kemal İstanbul’un fetvalarına aynı biçimde karşılık vermek zorundaydı. Bu konuda, Ankara’daki ulemayı seferber etmiştir. Onlar da İstanbul’daki Dürrizade fetvasına karşı bir fetva çıkarmışlardır. Düşman baskısı altında verilen bir fetvanın hükümsüz olduğunu söyleyerek Müslümanları “Halifelerini esirlikten kurtarmaya” çağırıyorlardı. Mustafa Kemal kendi taraftarlarından birçoğunun, halâ kararsızlık içinde bulunduklarını biliyordu. Asi diye kanun dışı ilan edildikleri halde, dini düşüncelerine ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı bulundukları için açık bir ayaklanmaya girişmekten çekiniyorlardı.

Atatürk Meclisin açılışından sonra bir yandan düzenli orduya geçmek için çalışmalar yaparken diğer taraftan, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin dış dünyada tanınması için girişimlerde bulunuyordu. Bu arada İstanbul’da ibret verici gelişmeler olmuş, 10 Ağustos 1920’de İstanbul hükümeti Atatürk’ün deyimi ile Türk milletini imha planı olan Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Buna Ankara’nın kararı sert olmuştur. Büyük Millet Meclisi 19 Ağustos’ta aldığı bir kararla Sevr Antlaşması’nı imzalayanları ve bunu onaylayan Şura-yı Saltanat üyelerini vatan haini ilan etmiştir.

Böyle güç bir ortamda Büyük Millet Meclisi duruma kısa sürede hâkim olmuştur. Büyük Millet Meclisi hükümetinin başarısı sonucu 3 Aralık 1920’de Ermenilerle Gümrü Antlaşması, 20 Ekim 1921’de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalanmıştır[38].

Atatürk 9 Kasım 1920’de Batı Cephesi’ni ikiye ayırarak Batı Cephesi komutanlığına Albay İsmet Bey’i, Güney Cephesi Komutanlığı’na da Albay Refet Bey’i (Bele) getirmiştir. Yunanlıların ilerleyişi karşısında Bilecik ve Bozhöyük düşmüştür. Yunan birliklerini İnönü yöresinde karşılayan İsmet Bey 11 Ocak 1921’de Birinci İnönü zaferini kazanmıştır. Bu, Batı Cephesi’nde kazanılan ilk savunma zaferi olmuştur. Londra Konferansı’nın başarısızlığı üzerine Yunanlılar yeniden harekete geçmiş Türk ordusunun başarısı sonucu 31 Mart 1921’de İkinci İnönü zaferi kazanılmıştır. Bu zafer nihai zafer değildi. Ancak Atatürk’ün dediği gibi "milletin makûs talihinde” bir dönüm noktası olmuştur[39].

İkinci İnönü zaferi ile Türkün eski ruhu yeniden canlanmıştı. Yepyeni bir ordu kurulmuş, başına modern savaş yöntemlerini iyi bilen genç subaylar geçmiştir. Atatürk, bu zaferden sonra belli belirsiz de olsa, önünde zaferin yaklaşan ışığını görüyordu.

Bu gelişmeler içte ve dışta Atatürk’ün gücünü artırırken Meclis’te farklı gruplar oluşmuştu. Atatürk, Büyük Millet Meclisi’nde görüş farklılıklarını ortadan kaldırmak ve grup disiplini sağlamak amacıyla, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk grubunu kurmuştur. Kurulduğunda 151 milletvekilinden oluşan grubun başkanlığına Atatürk seçilmiştir. Temmuz 1921’de geniş çaplı bir Yunan saldırısı sonucu, Kütahya ve Eskişehir düşmüş, Türk ordusu Mustafa Kemal’in emri ile Sakarya nehrinin doğusuna çekilmiştir. Geri çekilme kararı Meclis’te tartışmalara, halkta moral bozukluğuna neden olmuştur. Milletvekilleri bir yandan İsmet Paşa’nın cezalandırılmasını istiyor, bir yandan da Mustafa Kemal’in Başkomutanlığı üzerine almasını istiyorlardı. Bunların bir kısmı, ordunun uğradığı yenilginin bir daha düzelmeyeceğini düşünüyor, bunun sorumluluğunu Mustafa Kemal’in üzerine yüklemek istiyorlardı. Bir kısım milletvekili ise O’nun halâ durumu düzeltebileceğine inanıyordu. Milletvekillerinin çoğunluğu Atatürk’ün ordunun başına geçmesini istiyordu. Tartışmalar sonunda bu görüş benimsenmiş, 5 Ağustos 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Atatürk’e geniş yetkiler ve üç aylık bir süre için "Başkomutanlık” unvanı veren kanunu kabul etmiştir[40].

Atatürk başkomutanlık yetkisini aldıktan sonra Tekalif-i Milliye emirlerini çıkarmış, ordunun donanım ihtiyacını karşılamak üzere bazı ihtiyaç maddeleri toplanmaya başlamıştır. Parası sonradan ödenmek koşulu ile kumaş, deri, yiyecek, akaryakıt ve daha çeşitli eşya stoklarının, yüzde kırkının orduya verilmesini emretmiştir. Halka, orduda kullanabilecek bütün silah ve donanımı teslim etmesini bildirmiştir. Öküz ve at arabalarının yüzde onunu binek ve taşıt hayvanlarının yüzde yirmisini almıştır. Bütün demir ve döküm atölyelerinde sayım yapılmıştır. Mustafa Kemal üzerlerine çöken tehlikeyi, herkesin daha iyi duyması için, her evden birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık istemiştir[41].

Bu savaş, Mustafa Kemal’in öteden beri gördüğü gibi topyekün bir savaştı. “Savaş, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki herşeyle, bütün elde tutulur ve tutulmaz güçleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bundan dolayı, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeli idim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşcı gibi kendini görev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti. Gelecekteki savaşlarının yegâne başarı şartı da en ziyade bu söylediğim hususa bağlı olacaktır.”[42] Bu gerçeği yıllar sonra gören Churcill, Mustafa Kemal’in elinde yeteri kadar ulaşım aracı bulunmadığı için, taşıma işlerinde cephedeki erlerin hanımlarından ve çocuklarından nasıl yararlandığını anlatır. Atatürk Anadolu’nun maddi ve manevi kaynaklarını tam bir seferberlik düzeni içinde harekete geçirmiştir.

Yunanlılar 13 Ağustos 1921’de yeniden hücuma geçmişlerdi. Hedef Ankara’yı ele geçirmekti. Halide Edip Adıvar’ın Atatürk’e “Eğer düşman Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?” diye sorması üzerine, Atatürk korkunç bir kaplan gibi gülmüş ve “güle güle beyler! derim. Arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahvederim” demiştir[43]. Atatürk’ün emri altındaki cephe aşağı yukarı yüz kilometre uzunluktaydı. Atatürk, savaşın kırıtik bir noktasında, subaylara şunları söylemiştir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.”[44]

22 gün 22 gece süren Sakarya Muharebesi’nin kazanılması üzerine Büyük Millet Meclisi tarafından 19 Eylül 1921’de Atatürk’e “Mareşal” rütbesi ve “Gazi” unvanı verilmiştir[45]. Yunanlıların Sakarya boylarından geri atılması, Atatürk’ün yurt dışındaki konumunun güçlenmesini sağlamıştır. Fransa ile devam eden görüşmeler uzlaşma ile sonuçlanmış, 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma İngilizleri kızdırmıştı. Atatürk müttefiklerin birliğini parçalamış, cesaretlerini kırmış, Yunanlıları yenilgiye uğratmıştır.

3b16b[1]

Atatürk, Meclis’in 4 Mart 1922’deki gizli oturumunda nihai saldırı kararında olduğunu bunun için hazırlıkların tamamlanmasını beklediğini ifade etmiştir. Meclis 4-5 Mayıs 1922’deki gizli oturumunda Atatürk’ün başkomutanlık görevinin üç ay daha uzatılmasına ilişkin önergeyi reddetmiştir. Bunda muhalefetin etkisi ile oyların dağılmış olması önemli rol oynamıştır. Atatürk 6 Mayıs’taki gizli oturumda “…düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılmazdı. Binaenaleyh bırakmadım, bırakamadım ve bırakmayacağım” deyince uzun tartışmalar sonunda önerge yeniden oylanarak kabul edilmiştir. Atatürk 22 Haziran ortalarında düşmana son darbeyi indirme kararını vermiştir. Bu kararını yalnız Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa’ya açmış ve hazırlıkların bir an önce tamamlanmasını istemiştir. Atatürk aylarca, iç cepheyi sağlamlaştırmak için çaba gösteriyordu. Meclis Başkomutanlık yetkisini kendisine vererek büyük bir güven göstermişti. Atatürk buna karşı şükran duygularını şöyle dile getiriyordu. “…O mutlu gün gelince, bütün ulusla birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız. Benim bundan başka ikinci bir mutluluğum olacaktır ki o da, kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum yere geri dönebilme olanağıdır. Dünyada, milletin bağrında serbest bir fert olabilmek kadar büyük bir mutluluk var mıdır? Gerçekleri iyi kavrayan, yürek ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olurlarsa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur.”[46]

Milletvekilleri, Mustafa Kemal’in bu konuşması karşısında rahatlamış, sözlerinin gücü karşısında şaşırmış, bütün tasalarını unutmuşlardı. Milletvekilleri 22 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetkilerini bu sefer süresiz olarak yenilemişlerdir.

Güvenliğe önem veren modern düşünceli bir subay olarak, Mustafa Kemal, saldırı tarihinin gizli tutulması gerektiğini çok iyi biliyordu. Zira stratejik planının başarısı, herşeyden önce sürprize dayanmaktaydı. Cepheye gittiği çok az kimseye söylenmişti. Ali Fuat Paşa, milletvekillerine daha o gece birlikte yemek yediklerini söylemişti. Yabancı ajanlar arasında, sürekli olarak ordunun henüz saldırıya hazır olmadığı söylentisi yayılıyordu. Çankaya’daki nöbetçilere, içeriye kimseyi sokmamaları için talimat verilmişti. Gazeteler ertesi gün Çankaya’da bir ziyafet vereceğini yazmışlardı. Oysa Mustafa Kemal daha önceden cepheye, gitmişti.

Annesine, elini öpüp vedalaşırken, bir çay ziyafetine gittiğini söylemişti. Zübeyde Hanım onun üniformasına, çizmelerine bir göz attıktan sonra: "Bu çay ziyafeti değil” demiştir. Mustafa Kemal onu yatıştırarak yanından ayrılmıştı. Annesi daha sonra bölge komutanına telefon ederek, nerede olduğunu sormuş ve kendisine çay ziyafetinde olduğu söylenmiştir.

Zübeyde Hanım "Hayır, biliyorum savaşa gitti” demiş ve oğluna bir mektup yazmıştır. "Oğlum seni bekledim. Gelmedin. Çaya gittiğini söylemiştin bana. Ama cepheye gittiğini biliyorum. Senin için dua ettiğimi bilmeni isterim. Savaşı kazanmadan sakın gelme.”[47]

Mustafa Kemal o gece, yakınlarından birkaç kişiyle Ankara dışında bir yerde yemek yemişti. Ayrılırken ellerini omuzlarına atarak: "saldırıya başlamak için şimdi doğru cepheye gidiyorum,” demiştir. İçlerinden biri şaşkınlıkla "Paşam ya başaramazsanız” diye sormuştur. Bunun üzerine Mustafa Kemal "Ne demek istiyorsun? Saldırının başlangıcından on dört gün sonra Yunanlıları denize dökmüş olacağım” demiştir.

20 Ağustos’ta Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhı’nda yaptığı toplantıda 26 Ağustos’ta saldırıyı başlatma kararı almıştır. 25 Ağustos’ta Kocatepe’deki ordugaha geçen Atatürk, o akşamdan başlayarak Anadolu’nun dışarıyla bütün bağlantısının kesilmesini emretmiştir. 26 Ağustos sabahı başlayan Büyük Taarruz 30 Ağustos’taki Başkomutan Meydan Savaşı’yla kesin sonuca ulaşmış, düşmanın büyük bir kısmı imha edilmiştir. Atatürk 1 Eylül günü komutası altındaki kuvvetlere "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini vermiştir. 9 Eylül 1922’de Türk ordusu İzmir’e girmiştir. Zaferi kazanması için on beş gün yetmiştir. Sonunda Atatürk Ankara’ya döndüğü zaman arkadaşlarına şöyle demiştir: "Kusura bakmayın. İnsan bazen hesabında yanılabilir. Tahminimde bir günlük bir yanılma yapmış olabilirim.” Atatürk akşam, kalmakta olduğu köşkün balkonundan, Yunanlıların kaçarken yaktıkları İzmir’in yandığını izlerken yanındaki genç subaylara şunları söylemiştir: "Çocuklar, bu manzaraya iyice bakın! Bu alevler, bir devrin sona erip yeni bir devrin başladığını gösteren bir yangındır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllardaki bütün günahları şu ateşle temizlenirken yeni bir Türk devletinin kuruluşu ve Türk milletinin yükselişi de dünyaya ilan ediliyor”[48]

Batılı Devletler Mustafa Kemal’in bundan sonra ne yapacağını, kuşku içinde bekliyorlardı. Sanki nakatv olmuş bir boksör, ringde tekrar ayağa kalkmış, rakibini sersemletici bir yumrukla yere indirmişti. Churcill ise olayı daha farklı anlatıyordu. “Bir yandan Yunanlıların akılsızlığı, öte yandan müttefiklerin işi ağırdan almaları, aralarındaki uyuşmazlıklar, dalavereler, şimdi Avrupa’nın üzerinde patlayan bu felaketi, uzun zamandan beri hazırlamıştı. Sevr Antlaşması’nı imzalayanlar Yunan kalkanının arkasına saklanarak, hayallerini sürdürmek istemişlerdi. Şimdi de kalkan, tuzla buz olmuştu. Avrupa ile, bu geri tepen savaş sırasında bir düzine kadar dağınık İngiliz, Fransız ve İtalyan birliğinden başka bir şey yoktu. Türklerin daha üzerlerinden Hıristiyan kanı tüterek, başıboş ve korkusuz bir Fatih gibi Avrupa’ya tekrar ayak basmaları, aşağılanmanın en büyüğü demekti. Türkiye’deki zaferleri her yerdekinden daha kesin olmuş, galip gelmenin verdiği gücü, her yerden çok orada olanca küstahlıklarıyla açığa vurmuşlardı. Şimdi, Gelibolu’da, Mezopotamya’da, Filistin çöllerinde bu büyük seferleri besleyen gemilerde, uğrunda binlerce insanın can verdiği zafer taçları başarılı bir savaşın bütün meyveleriyle birlikte, utanç içinde yok olup gitmiştir.

Mustafa Kemal, İzmir’de durmak niyetinde değildi. Amacı, İstanbul’u ve Edirne’yi de almaktı. İzmir’de basına verdiği demeçlerde, bu bölgeleri elde etmek için görüşmelere hazır olduğunu açıkca belirtmişti. Bir Amerikan gazetecisine, bir haftada İstanbul’da olabileceğini ve oradan da Trakya’yı alacağını söylemişti. Musul’u da istiyordu. İngiltere’ye karşı değil, Yunanlılara karşı savaştığını söylemişti. Savaş için olduğu gibi, barış için de planları vardı. Bu planlar, Boğazların güvenliği için gereken garantileri kapsıyordu. Ancak İtilaf Devletleri, bunları kabul etmek istemezlerse, Mustafa Kemal, Yunanlıları Avrupa’da kovalamaya hazırlanıyordu. İtilaf Devletleri Mustafa Kemal’le ya savaşmak ya da uyuşmak şıklarından birini seçmek zorundaydılar. İngiliz yetkililer, Mustafa Kemal’in ikinci hedefinin Trakya olduğunu, barış konferansı olmazsa Trakya’ya geçeceğini belirtmişler ve konferans kararı almışlardır[49].

Mondros Mütarekesiyle başlayan, Sevr Antlaşması’yla daha da ağırlaşan felaket günleri, 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması’yla sona ermiştir. Buna göre Yunanlılar bir ay içinde Doğu Trakya’yı boşaltacaklardı. İtilaf Devletlerinin barış konferansına İstanbul hükümetini de çağırmalarına karşı, Atatürk, Saltanatla Hilafetin ayrılmasını ve saltanatın kaldırılmasını önermiştir. Uzun tartışmalar sonunda Atatürk’ün sert konuşması sonucu, 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi kararı ile Saltanat ve Hilafet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırılmıştır. Atatürk bu kararı Meclis’de şöyle açıklamıştır: “Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Yüce Mecliste temsil etti. İşte o Meclis, Yüce Meclisinizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hakimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.”[5] Saltanatın kaldırılması üzerine Sadrazam Tevfik Paşa, 4 Kasım 1922’de istifa etmiştir. Vahidettin ise 17 Kasım’da İngiltere’nin koruması altında İstanbul’dan ayrılmıştır.

Ülkeyi düşman işgalinden kurtaran Atatürk’ün, Lozan Konferansı devam ederken annesinin sağlığı bozulmuştu. Atatürk yurt gezisine çıkacağı sırada, bozulan sağlığını düzeltmek umuduyla İzmir’e giden annesinin orada öldüğü haberini almıştı. İzmir’e gelince mezarının başında şu konuşmayı yapmıştır:

ataturk005

"Zavallı annem vücudunu, bütün millet için amaç olan İzmir’in kutsal topraklarına bırakmış bulunuyor. Burada yatan annem, zulmün, baskının ve bütün milleti felaket uçurumuna götüren keyfi bir idarenin kurbanı olmuştur. Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim vakit annemi ıstıraplı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kalmıştım. Yanımda kendisinin beraberime verdiği biri vardı. Onu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem bu adamın yalnız olarak geldiğini öğrenince, benim için Halife ve Padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini sanmış ve kendisine inme inmiş. Annem üç buçuk yıl, bütün gece ve gündüzleri gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. En son pek yakın zamanlarda onu İstanbul’dan kurtarabildim, ona kavuşabildim ki, o artık maddeten ölmüş, manen yaşıyordu. Annemin kaybına şüphesiz çok üzülüyorum. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir nokta vardır ki, o da anamız vatanı mahveden, çökerten yönetimin artık bir daha geri gelmemek üzere yok edilmiş olmasıdır… Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın huzurunda and içiyorum, milletin bu kadar kan dökerek kazınmış olduğu egemenliğin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekten asla çekinmeyeceğim.”[51]

Zübeyde Hanım, İzmir’de Latife’yi görmüş, beğenmişti. Mustafa Kemal de onunla haberleşiyordu. Latife Hanım mektuplarında Atatürk’e olan sevgisinden başka, onun işlerine karşı duyduğu ilgiyi de açığa vuruyordu. Atatürk de bu ilgiyi karşılıksız bırakmamıştı. O’na iyi bir eğitim almış batıyı tanıyan yeniliklere açık bir eş gerekiyordu. Latife Hanım’ın buna uygun olduğunu biliyordu. Hastalığı sırasında annesini ziyaret etmiş olan Latife’yi, ölümünden birkaç gün sonra gidip evinde ziyaret etmiş ve evlenmelerini teklif etmiştir. Atatürk Latife’yi yanına alarak bir kadıya gitmiş ve nikâhlarını kıymasını istemiştir. Kadı önce çok şaşırmış olmakla birlikte nikâhı kıymıştır. Düğün töreni, Latife Hanım’ın babasının evinde yapılmıştır. Mustafa Kemal’in şahitliğini Kazım Karabekir Paşa yapmıştır.

Sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı 21 Kasım 1922’de toplanmıştır. Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni İsmet Paşa temsil etmiştir. Atatürk, Lozan Antlaşması ile ilgili olarak şunları söylemiştir: "Geçmişte her şeyi hoş görenler, yanlışları yapanlar biz olmadığımız halde, yüzyılların birikmiş hesapları bizden sorulmamak gerekirken, bu konuda da dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Millet ve memleketi gerçek bağımsızlık ve egemenliğine kavuşturmak için bu güçlük ve fedakârlıklara katlanmak bizim üzerimize yüklenmişti. Ben, olumlu sonuç alacağımıza kesin olarak güveniyordum. Türk milletinin varlığı için, bağımsızlığı için, egemenliği için ne olursa olsun elde etmeye mecbur olduğumuz esasların, dünyaca onaylanacağına da asla şüphe etmiyordum. Konferans masasında istediğimiz, zaten elde edilmiş olan bu hususların usulen açıklanıp onaylanmasından başka bir şey değildi. En büyük kuvvetimiz, en güvenilir dayanağımız, milli egemenliğimizi kazanmış ve onu bilfiil halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi fiilen ispatlamış olduğumuz idi.”[52]

Atatürk, Türk milletinin barışı candan istediğini belirtmiştir. Lozan’daki Büyük Devletler bunu gereği gibi değerlendiremeyecek ve görüşmelerin yine kesilmesine yol açacak olurlarsa, o zaman Türkiye, haklarının tanınması için yeniden silaha sarılmaktan çekinmeyecekti. Müttefikler, barış istemesini bir zayıflık belirtisi gibi görmemeliydiler. Sözlerini hareketlerle desteklemek için yeni sınıfları silahaltına aldırmış, terhis edilmiş olanları da tekrar askere çağırtmıştı. Eskişehir’i askeri bölge ilan etmiş ve her yana, askeri birliklerin hareketlere giriştikleri söylentisi yayılmıştı.

Ne İtilaf Devletleri ne de Türkiye’de savaş istemedikleri için, çözüm her maddeye bir formül bulmaktı, en sonunda, özellikle İngilizler’in uzlaştırıcı çabalarıyla, herkesin durumunu kurtaracak birtakım formüller bulundu. Borç sorunu, ileride yapılacak anlaşmalara bırakılmıştı. Tazminat isteğinden vazgeçilmiş ekonomik ayrıcalıklar konusu, değerlerine göre, Türk yasalarına uygun olarak ele alınacaktı. Geçici bir süre için, belirli sayıda yabancı adli danışmalar kabul edilmişti. Mustafa Kemal, anlaşma imzaya hazır olduğu sırada kapitülasyonların kaldırılmış olduğunu belirtmiştir.

24 Temmuz 1923’de Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Bu Antlaşma’yla yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Böylece Türkiye’nin sınırları çiziliyor, ekonomik alanda da Osmanlı devrinden kalan kapitülasyonlar kaldırılıyordu Atatürk, Lozan Barış Antlaşmasını şöyle ifade etmiştir: "Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasi bir zafer oluşturan bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde bir benzeri yoktur. Milletimiz, bununla gerçekten iftihar edebilir ve Türk milletinin yüksek eseri olan bu antlaşmanın yüksek kıymetini takdir etmesi lâzım gelen gençliğin, bunu mazide yapılmış antlaşmalarla mukayese etmesi gerekir.”[53] Atatürk, bir taraftan Lozan Antlaşması ile uğraşırken Haziran-Temmuz 1923’te yapılan seçimler sonucu İkinci Meclis çalışmalara başlamış 13 Ağustos’ta yeniden başkanı seçilmiştir. 9 Eylül 1923’te Cumhuriyet Halk Fırkasını kuran Atatürk genel başkanlığa seçilmiş ve bu görevi vefatına kadar sürdürmüştür.

Atatürk bundan sonra yeni anlayışın bir gösterisi olarak İstanbul yerine Ankara’nın devlet merkezi olmasına karar vermiştir. Meclise bunu öneren bir yasa tasarısı sunmuştur. Basın ve İstanbul’un önde gelen isimleri bu öneriye karşı çıkmışlardır. Halifeliğin merkezi olan İstanbul’un başkent olarak kalmasında ısrar ediyorlardı. İstanbul dört yüz yetmiş yıldır başkent olarak kalmıştı. Ondan önceki bin yüz yıllık Bizans dönemi de vardı. Uzaklığı sert iklimi, uygar bir kent için gerekli olan su ve daha birçok şeyin bulunmaması dolayısıyla, Ankara’nın başkent için uygun olmadığı ileri sürülüyordu. Buna karşılık, güvenli stratejik ve coğrafi konumu vardı. Ayrıca, Milli Mücadele’nin sembolü olarak, bir değer kazanmıştı. Atatürk, öteden beri sürüp gelen sinsi gelenekleri, entrika alışkanlıkları yüzünden İstanbul’a karşı güvensizlik duyuyordu. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe mahkûm oluşunu, Osmanoğulları’nın Anadolu’nun sert yaylasını bırakıp Boğaz kıyılarına yerleştikleri tarihe bağlıyordu. Atatürk tasarıyı Meclisten geçirmekte güçlük çekmemiştir. İstanbul hilafet merkezi olarak kalırken 13 Ekim 1923’te Ankara, Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile Türkiye Devleti’nin başkenti olmuştur. İstiklal Savaşı’nın başından itibaren egemenliğin millete ait olduğu görüşünü savunan Atatürk, bu görüşü yeni Türkiye Devleti’nin temel taşı yapmış, 29 Ekim 1923’te devlet ve hükümet şeklinin de cumhuriyet olduğunu ilan etmiştir.

Atatürk’e göre cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Egemenlik artık kayıtsız şartsız millete aitti. "Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir” diyen Atatürk Türkiye Devleti’nin cumhuriyet idaresi ile yönetileceğini açıklamıştır. Atatürk, cumhuriyet rejimini tercih ederek, milletimizi sonu belirsiz rejim çatışmalarından kurtarmıştır.

Atatürk Türk milletinin geleceğini cumhuriyetle çizerken, ileri ve medeni bir toplum olmanın gereğini de ortaya koymuştur. Atatürk’e göre sıra ülkeyi her alanda modern, çağdaş bir düzeye getirecek inkılâpların yapılmasına gelmişti.

Atatürk inkılapları tamamen Türk halkının ihtiyaçlarına yönelik olarak yapılmıştır. “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline eriştirmektir. İnkılâplarımızın temel kuralı budur”[54] diyen Atatürk, İnkılaplarını siyasal, toplumsal, hukuk alanında, eğitim kültürel ve ekonomik alanda gerçekleştirmiştir. Ekonomik alanda 1923’te Türkiye’de ilk İktisat Kongresi yapılmıştır. Atatürk, “kılıç kullanan kol yorulur, ama sapan kullanan kol gün geçtikçe daha çok güçlenir” ifadesi ile ekonominin önemini vurgulamıştır. Atatürk, kongrede ülkenin gerçek sahibinin halk olduğu görüşünü, siyasi alandan ekonomik alana kaydırarak bir defa daha tekrarlamıştır. Anadolu köylüsünü “bir lokma bir hırkaya” razı olarak yaşamaktan vazgeçirmeye çalışmıştır.

Cumhuriyetin ilanından sonra bazı muhalifler ve İstanbul basınının bir kısmı Hilafetin önemini vurgulayan bir politika izlemeye başlamışlardır. Bu konuda kesin karar almak isteyen Atatürk, Şubat 1924’te harp oyunları dolayısıyla İzmir’e gelen ordu ve yetkilileri ile toplanarak, Halifelik ile Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığı’nın hükümetin dışında kalması, eğitim ve öğretimin birleştirilmesi konularında karara varılmıştır. Atatürk yüzyıllardır İslam dininin bir politika aracı olarak kullanıldığını ileri sürmüş, dini, bir sömürü olmaktan çıkarıp yükseltmenin gereğini savunmuştur. Atatürk halife sözünün yönetim ve hükümet demek olduğunu savunmuş, ortada başka bir idare ve hükümet varken Halifeliğin gereksiz olduğunu söylemiştir. Türkiye Büyük Meclisi, 3 Mart 1924’te arka arkaya çıkardığı yasalarla alınan kararları uygulamaya koymuştur. Böylece hiçbir fonksiyonu kalmayan ve Türkiye’ye faydadan çok zarar getiren Halifelik ile Şeriye ve Evkaf vekaleti ve Şeyhülislamlık kaldırılmıştır. Vakıflar devlete bağlanmıştır. Eğitim öğretim birleştirilmiş, Tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştır. Laiklik ilkesiyle din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrılmıştır. Mecelle kaldırılarak Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girmiştir. Medreseler kapatılarak çağdaş cumhuriyet okulları açılmıştır. Türk tarihi ve Türk dilinin bilimsel yollarla araştırılması amacıyla Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu kurulmuş, Üniversite reformu yapılmıştır. Harf inkılâbıyla Latin harfleri kabul edilmiştir. Uluslararası saat, takvim, rakamlar ve ölçü birimi ile Soyadı Kanunu kabul edilmiştir. Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı veren kanunlar çıkarılmıştır. 20 Nisan 1924’te yeni Anayasa kabul edilmiştir.

Atatürk kadınların da erkekler kadar hatta onlardan daha iyi eğitim görmeleri gerektiğini belirtmiştir. Çünkü erkekleri de yetiştiren onlardı. Bu konuda şu görüşleri ileri sürmüştür. “Mümkün müdür ki, toplumun yarısı topraklara zincirlere bağlı kaldıkça öbür yarısı göklere yükselebilsin? Şüphe yok; ilerici adımlar, dediğim gibi iki cins tarafından, birlikte, arkadaşca atılmalı, yenilik ve ilerleme düzeyinde aşamalar birlikte geçilmelidir. Böyle olursa, devrim başarıya ulaşır.

Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez ya da bir peştemal ve yanından geçen erkeklere ya arkasını çevirir ya da yere oturarak yumulur. Bu davranışın anlamı nedir, ne demektir?

Efendiler, uygar bir millet anası, millet kızı, bu garip biçime, sıkıntılı duruma girer mi? Bu hal, milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal düzeltilmesi gerekmektedir.”[55]

Yapılan inkılâpların başarısı ve halk tarafından benimsenmesi bazı muhalif grupları ortaya çıkarmıştır. Bu gruplar 14 Haziran 1926 tarihinde Atatürk’e suikast girişiminde bulunmuşlar ancak başarılı olamamışlardır. Atatürk kendisine yapılan bu suikast girişimi üzerine şu sözleri söylemiştir: “…Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır; fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle, medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”[56]

1937 yılında Lâiklik ilkesi Anayasa’ya dahil edilmiştir. Böylece lâiklik diğer ilkelerle birlikte yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ve başta gelen ilkesi olmuştur.

Bilimsel ve akılcı bir özellik taşıyan Atatürk ilke ve inkılâpları sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal alanlarda bir bütündür. En büyük özelliği de lâik bir temele dayanmasıdır. Atatürk bu özelliği şöyle açıklamıştır. “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi bir dini yoktur. Devlet yönetiminde bütün yasalar, kurallar, bilimin çağdaş medeniliğe sağladığı esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve uygulanır. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerleyişinde de başlıca başarı etkeni görür.”[57]

Tam bağımsızlık, Atatürk’ün dış politikadaki hedefiydi. Bunu şu sözlerle açıklamıştır: “Devletler topluluğunda şerefli, haysiyetli, namuslu bir mevki sahibi olmak ve mutlaka istiklaline riayet ettirmek. Devlet için istiklal kelimesinin karşılığı hayattır. İstiklali olmayan bir devlet, gerçek manada bir devlet değildir.”[58] Bu düşünce Türkiye’nin dış politikasında temel amaç olmuştur.

“Yurtta Barış, Dünyada Barış” görüşü, Türk dış politikasının ilkesi olmuştur. “Türkiye Cumhuriyeti’nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta barış dünyada barış gayesi insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için övünülecek bir harekettir”[59] diyen Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin barışı sağlamak yanında bağımsız bir devlet olarak diğer ülkelerle dostane ilişkiler içinde olmasını öngörmüştür.

Dünya barışının devamı için Atatürk, şunları söylemiştir: “Eğer devamlı barış isteniyorsa kitlelerin durumlarını iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın refahı, açlık ve zorlamanın yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”[60]

Atatürk milletini severdi. İmparatorluk çağının sona erdiğini, bunun yerini milletler çağının aldığını görüyordu. Üstün sezgi gücü ile ilerideki birleşmeleri de görüyordu. Bu noktaya kısa zamanda erişilemeyeceğini bilecek kadar gerçekçiydi. Rusya’nın bunu komünist ideolojisi ile içinde gerçekleştirmeye çalışacağına, yirminci yüzyılın ilk yarısının milliyetçi akımlarla geçmiş olmasına karşılık ikinci yarısını uluslararası akımların etkileyeceğini savunuyordu. Dünyadaki bütün milletlerin mutluluğunun birbirine bağlı olduğunu ifade etmiş ve şu görüşleri ileri sürmüştür. “Bütün insanlığın bir tek vücut ve her milleti de bu vücudun bir parçası gibi düşünmemiz gerekir. Dünyanın bir yerinde bir hastalık çıkmışsa, ‘Bundan bana ne?’ diyemeyiz. Böylece bir hastalık varsa, içimizde çıkmışçasına, bizi de ilgilendirmelidir.”[61] demiştir.

Atatürk’ün dış politika ilkesi taviz vermeyen bir anlayışa dayanır. O hiçbir zaman ülkenin hayati çıkarlarını tehlikeye sokmadığı gibi, bu çıkarlardan herhangi bir taviz de vermemiştir. Türkiye Cumhuriyeti hiçbir devletin düşmanı olmamıştır. Atatürk, “Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız” demiştir[62].

Atatürk yalnız Türk milletinin değil, bütün dünyanın takdirini toplamış bir liderdir, O’nun fikirleri O’nun inkılâpları tüm insanlığa rehberlik etmektedir. Asya ve Afrika milletlerinin uyanış hareketi Atatürk’ten ve Türk inkılâbından ilham almıştır.

Atatürk 1922 yılında yaptığı şu konuşmasıyla Türk İstiklal Savaşı’nın sadece Türk milleti için değil mazlum milletlerinde bağımsızlık davası olduğunu anlatmıştır: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa vadede, daha az kanlı olur ve çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve önemli bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün Doğu’nun davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar, Türk milleti kendisiyle beraber olan Doğu’nun milletleriyle yürüyeceğinden emindir.”[63]

1934 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’yi ziyaret eden İran şahı Rıza Pehlevi ülkesine dönüşünde Atatürk’e ve Türk İnkılâbına olan hayranlığını dile getirmiştir.

Pakistan’ın kurucusu olan Muhammed Ali Cinnah da Atatürk’ü örnek alan liderlerden biridir. Hindistan’ın önde gelen liderlerinden Nehru Atatürk için “O, doğuda modern çağın yapıcılarından biridir” diyerek Atatürk’e olan hayranlığını belirtmiştir[64].

Atatürk’ü yakından tanımak fırsatı bulan Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Charles H. Sherrill, büyük adamlar yetiştiren milletin büyük millet olduğunu ifade ederek Atatürk hakkında şu yorumu yapmıştır: “Bugün dünyanın hiçbir yerinde devlet adamlığı bakımından Atatürk’ten üstün bir kimse yoktur.” diyen Sherrill, Atatürk’ün bir kurtarıcı, bir yeniden canlandırıcı, bir milli kahraman ve dünya çapında bir devlet adamı olduğunu hayranlıkla belirtmiştir.

Atatürk, Unesco tarafından evrensel kişiliği nedeniyle 1963 ve 1981 yılında dünyaya örnek insan gösterilmişti. Nato’nun Güney Kanadı Komutanı olan Amiral William Crowe, "Doğumunun yüzüncü yılında bütün dünya Atatürk’ü anıyorsa o insanda tüm dünyayı etkileyen, örnek alınacak bir şey vardır” demiştir.

Yoğun ve yıpratıcı çalışmalar sonucunda Atatürk 1937 yılı başlarında rahatsızlanmış siroz hastalığına yakalandığı anlaşılmıştır. Atatürk’ün rahatsızlığının artması üzerine Fransa’dan Ankara’ya davet edilen Fissenger’de Atatürk’ün doktorlarının teşhisine katılmış ve uygulanan tedaviye devam edilmesini istemiştir.

Bu sürede dinlenen Atatürk, Ankara’da 19 Mayıs törenlerini izlemiştir. Daha sonra Hatay davasını çözüme kavuşturmak için bölgeye geziye çıkmış, 20 Mayıs 1938’de önce Mersin’e gitmiş sonra Adana’ya geçmiştir. Bu seyahat hastalığının iyice artmasına yol açmıştır. Döndükten sonra bir türlü iyileşme gösteremeyen Atatürk, doktorların bütün çabalarına rağmen 10 Kasım 1938’de saat dokuzu beş geçe aramızdan ayrılmıştır.

10 Kasım 1938’i izleyen günler ülkede Atatürk’ü kaybetmenin acısının yaşandığı acı günlerdi. Atatürk’ün cenaze merasiminde kadın-erkek bütün halk ağlıyordu. Atatürk’ün vefatı yabancı ülkelerde büyük yankı uyandırmıştır.

Dünya basını Atatürk’ün vefatı üzerine üzüntülerini dile getirerek duygularını kamuoyuna aktarmışlardır. Neue Zürcher Zeitung gazetesi 22 Kasım 1938 günü Atatürk’ün vefatı ve cenaze töreni ile ilgili şu yazıyı yayınlamıştır:

“Atatürk’ün cenaze töreni, O’nun son zaferi oldu. Tabutunun önünde karşıtlarının hepsi de sessiz kaldı. Türk ve Alman askerleri, tabutunun arkasında bir sırada yürüdüler; bir diğer sırada Stalin ve Hitler’in temsilcileri yan yanaydılar; hem Valencia (Cumhuriyetçiler) hem de General Franco çelenk yollamışlardı. Tabutunun önünde faşistler, demokratlar ve komünistler eğildiler. Her sınıfıyla birlikte olarak Türk halkı, yakardı ve ağladı. Zenginle fakir, arasında hiçbir fark yoktu. Bugün Ankara’nın yaşamış olduğu, dünyanın hiçbir zaman görmediği bir törendi.”[65]

Atatürk’ün cenazesi 21 Kasım 1938’de düzenlenen büyük bir törenle Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabre konulmuştur. Daha sonra 10 Kasım 1953’te törenle Ankara’nın Rasattepe mevkiinde yapılan Anıtkabir’de toprağa verilmiştir. Atatürk 10 Kasım 1938’de vefat ederek aramızdan ayrılmıştır.

O kendisini izleyen milletine şu sözlerle veda etmiştir: “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.”

24 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir yasa ile kendisine “Atatürk” soyadı verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından Türkiye’yi kurmuştur. O olmasaydı, Türkiye parçalara bölünecek başka ülkelerin arasına sıkışmış, bir uydu durumuna düşüp yutulmuş olacaktı. Atatürk, Türk halkını bir millet haline getirmiş, yurt sevgilerini canlandırmış, kendilerine karşı bir saygı uyandırmıştı. Türkiye’ye sürekli ve özlenen bir siyasal sistem sağlamıştı. Ülkesinin insanlarından; yurdunun çağdaş uygarlık dünyasındaki yerini bulması için ölü geçmişini silkinip atmış, kişiliği ve eğitimiyle Avrupa milletleriyle boy ölçüşecek yeni bir Türk tipi yetiştirmiştir.

Atatürk, her şeyden önce, bir efsane yaratmıştı. Kahramanlara susamış olan bu millete öyle bir inanç getirmişti ki, küçük bir çocuğun elini sıkacak olsa; çocuk sihri kaçmasın diye bu eli yıkamak istemezdi. Bir gün, yaşı sorulan yaşlı bir köylü kadın; “On yedi” diye cevap vermişti; kendisini, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’i ilk gördüğü gün doğmuş sayıyordu. Atatürk’ün sözleri genç kuşaklara milli ülkünün yolunu gösterip aydınlatıyordu. Gençliğe yeni ve uyarıcı bir yaşam veriyor, yarının temellerini atacak gücü aşılıyordu. Bütün bunları on yılı biraz aşan bir süre içinde gerçekleştirmişti. Bunu da, yalnız yurdunun yararına kullandığı eğilmez kişisel gücü, olağanüstü enerjisi ve irade gücü, Doğu karakterleriyle Batı kafasını az rastlanan bir şekilde, benliğinde birleştirmesi sayesinde elde etmişti.

Kendi söylediği gibi, bir bahçıvan nasıl bitki yetiştirirse, Atatürk de adam yetiştirmeyi meslek edinmiş, böylece yeni değer ölçüleri olan yeni bir aydın sınıf yaratmıştı. Ama, halkı yetiştirmek zaman istiyordu. Daha ilk baştan gördüğü gibi, devrimini başarıya ulaştırması için, milletini kazanması gerekiyordu. Bunu çalışmaları sonucu elde etmiş, halkın kaderci yaklaşımını ve tutuculuğunu yenmiştir. Eserinin tamamlanması için zamana ihtiyaç vardı. Kendi ömrü, bunları tamamlamaya yetmeyecekti. Atatürk, zaferi kazanmış, ama sonucu öğrenemeden savaş alanından ayrılmak zorunda kalmış bir komutana benziyordu. Savaşın hızlı temposuna bu kadar alışmış bir kişi için, barışcı bir gelişimin ağır temposuna ayak uydurabilmek zordu. Atatürk’ün gerçek büyüklüğü, askeri zaferin yeterli olmadığı, devletin yeni bir temel üzerine kurulmasının gerekli olduğunu kavramasında ve yaptığı yeniliklerde yatar. O bir asker olarak daha çok şan ve şeref peşinde koşmak yerine büyük bir gerçekçilikle hareket etmiştir. Askeri, siyasi ve mali bütün işgalciler atıldıktan sonra, ülkenin yeniden kuruluşu üzerinde durmuştur. Atatürk’ün bunu görebilmesi en büyük meziyetidir[66].

Atatürk kurduğu Türkiye’ye sağlam temeller ve ilerideki gelişmesi için belirli bir amaç bırakmıştı. Türkiye’ye sağlam kuruluşlar vermekle kalmadı, temelini vatanseverlikten alan, kendi kendisine güven duygusu ile beslenen ve yeni enerjiler için ödüller vaad eden bir milli ülkü sağladı. Sözleri ve davranışları ile milletin hayalini besleyecek bir efsane yarattı. Demokratik değerlere saygı duymayı öğretti. Başka hiçbir kimsenin başaramayacağı şekilde, Avrupa devletlerinin planlarını altüst edip, tarihin yönünü değiştirerek, ülkesini kurtardı. Türkiye’nin diğer devletler tarafından eşit koşullarla kabul edilmesini ve Orta Doğu’da bir istikrar unsuru olarak yer almasını sağladı. Atatürk’ün gerçekleştirdiği yenilikler bugünün Türkiye’sini oluşturan canlı değerler olarak geleceği aydınlatmaya devam etmektedir.

Prof. Dr. Yaşar AKBIYIK

Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 S. 423-441

atatrk55[1]

Dipnotlar:

[1] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt VIII, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1983, 77-78. Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, İstanbul 1994, s. 20.

[2] Ali Güler, Karamandan Kocacık’a Kızıl Oğuzlar Atatürk’ün Soyu, Ankara 2001, s. 3, 4, 79.

[3] Andrew Mango, Atatürk, Sabah Kitapları, İstanbul 2000, s. 36.

[4] Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, -Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar-Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1990 s. 7.

[5] İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Atatürk, Yetişmesi, Kişiliği, Devrimleri, Erzurum, 1973, s. 9.

[6] A.g.e., s. 10.

[7] Uluğ İğdemir, Atatürk’ün Yaşamı, I. Cilt 1881-1918, Türk Tarih Kurumu Yayanı, Ankara 1980, s. 6.

[8] Atatürk, Hazırlayanlar, Salih Omurtak ve diğerleri, 1000 Temel Eser, İstanbul 1970, s. 5.

[9] Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1999, s. 4.

[10] Şimdiki İsrail’in Başkenti Telaviv.

[11] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s. 203-205.

[12] Hikmet Bayur, a.g.e., s. 14-15.

[13] Uluğ İğdemir, a.g.e., s. 13.

[14] Uluğ İğdemir, a.g.e., s. 14.

[15] Uluğ İğdemir, a.g.e., s. 16.

[16] Hikmet Bayur, a.g.e., s. 51.

[17] Hamza Eroğlu, Atatürk Hayatı ve Üstün Kişiliği, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1994, s. 29.

[18] Hamza Eroğlu, a.g.e., s. 30.

[19] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1999, s. 351.

[20] Utkan Kocatürk, Atatürk, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara 1987, s. 12.

[21] Uluğ İğdemir, a.g.e., s. 144.

[22] Lord Kinross, a.g.e., s. 158.

[23] Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 116.

[24] Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1989, s. 9.

[25] Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-ı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2000, s. XV.

[26] Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1989, s. 1.

[27] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara 1984, s. 109.

[28] Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 1.

[29] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1989, Cilt II, s. 204.

[30] Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1989, s. 47.

[31] Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi, 1968, s. 104.

[32] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt. I, s. 252.

[33] Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa-General Harbord Görüşmesi, 1969, s. 259. Lord Kinross, a.g.e., s. 298.

[34] Türk İstiklal Harbi, C. II, kısım 2, s. 262.

[35] A.g.e., s. 95.

[36] Atatürk’ün Söylev Demeçleri, Cilt II s. 53.

[37] Atatürk ile Arşiv Belgeleri, (1911-1921), 1982, s. 82.

[38] Yaşar Akbıyık, Milli Mücadelede Güney Cephesi Maraş, Ankara 1999, s. 347.

[39] Türk İstiklal Harbi, C. II, kısım: 3, s. 445.

[40] TBMM Zabıt Ceridesi, devre I, Cilt 12, s. 21.

[41] Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşının Mali Kaynakları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1990, s. 376.

[42] Nutuk, s. 412-413.

[43] Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı, Çan Yayınları, İstanbul 1962, s. 218.

[44] Nutuk, s. 618.

[45] Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 266.

[46] Nutuk, s. 448.

[47] Cemil Sönmez, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1998, s. 82.

[48] Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, 1964, s. 99.

[49] Ali Fuat Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, 1968, s. 152. Lord Kinross, a.g.e., s. 390.

[50] Utkan Kocatürk, Atatürk, s. 46.

[51] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II. s. 78-80.

[52] Mehmet Gönlübol-Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938) Atatürk Araştırma Merkezi. Yayını, Ankara, 1990. s. 51.

[53] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt III, s. 266.

[54] Utkan Kocatürk, Atatürk, s. 144.

[55] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s. 226-227.

[56] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 73.

[57] Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2000, s. 73.

[58] Hamza Eroğlu, a.g.e., s 230.

[59] Atatürk’ün Tamim ve Telgraf ve Beyannameleri, s. 623.

[60] Utkan Kocatürk, Atatürk, s. 273.

[61] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 385.

[62] Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 328.

[63] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt II. s. 231.

[64] İzzet Öztoprak, "Atatürk, Çağdaşlaşma ve Dış Dünyadaki Etkileri” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt I, Kasım 1984, Sayı I, s. 298.

[65] Mehmet Gönlübol, "Atatürk’ün Dış Politikası Amaçlar ve İlkeler” Atatürk Yolu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1987, s. 277.

[66] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1988, s. 290. Lord Kinross, a.g.e., s. 547.

TARİH : “KOPUZ VE TÜRK DÜNYASI HALK ÇALGILARI”

Turk_Dunyasi-068

KOPUZ VE TÜRK DÜNYASI HALK ÇALGILARI

Orta Asya’daki müzik ve müzik aletleri hakkında Türkiye’de yeterli kaynak bulunmayışı, birtakım kavramların doğru anlaşılamamasına ve Anadolu halk müziğinin Orta Asya ile ilgilendirilmesinde de çeşitli problemlere sebep olmaktadır. Kopuz ve ıklığ gibi bazı çalgıların tanımları yeterince açıklığa kavuşturulamamaktadır.

Türklerin yaşadığı bütün bölgelerin çalgılarını ayrı ayrı tanıtmaya başlamadan önce her yörede çalgı adı olarak karşımıza çıkacak olan kopuz sözcüğünün etimolojisi ve çalgı kültüründeki yeri hakkında kısaca bilgi vermek gerekir.

Türkler, bin yıldan fazla bir süredir dünyanın birçok bölgesine yayılmış ve çok farklı kültürlerle etkileşim içerisinde olmuşlardır. Bu sebeplerle kopuz adı başlangıçta belki tek bir çalgıyı ifade ediyorsa da günümüzde farklı çalgılara isim olmakta ve yine farklı şekillerde yazılıp söylenmektedir. Moğolca, Çince gibi Asya’dan komşu dillere de geçmiş olan kopuz sözcüğü yine de imlâ bakımından büyük oranda korunmuştur. Çin kaynakları, Tukiyu (Türk) erkeklerinin “hyupu” çaldıklarından bahsediyor. Bu sözcük, Meragalı Abdülkadir’in Doğu Türkistan’da XV. yüzyılda millî çalgı olarak kullanıldığını yazdığı “pi-pa” çalgısını hatırlatıyor. Pi-pa, Çin müziğinde günümüzde de aynı isimle kullanılan dört telli kısa saplı bir çalgıdır. Müslüman kaynakların kopuzu barbat ve ud ile bir tutması bu form benzerliğinden kaynaklanıyor olabilir.

Dış tesirlere en fazla kapalı kalabilmiş bölgeler olan Saha-Yakut çevresi, Hakasya ve Altaylar’da kopuz konusunu incelemek gerekir. Bu bölgelerde khomus, khomıs isimleriyle anılan çalgı, metal bir çatalın arasına yine metalden esnek bir dil yerleştirilmesiyle yapılan bir ağız çalgısıdır. Çatal ön dişlere dayanır ve parmaklarla metal dil titreştirilir. Ağız boşluğunun rezonans kutusu gibi kullanılması ile çalınır.

Yakutlarda bu çalgının prototipleri demir yerine ağaç veya kamıştan yapılmakta ve günümüzde de kullanılmaktadır. Khomus sözcüğü, Saha-Yakut dilinde, aynı zamanda kamış anlamına da gelmektedir. Müzikolog S. Longinova, kelimenin bu anlamına göre ilk khomusun nefesli bir çalgı olabileceğini ileri sürmektedir. Yakut inanışına göre ilk khomus yıldırım düşmesi sonucu yanmış bir ağaçtan çıkan sesten yola çıkılarak yapılmıştır. Şaman inançlarına göre ağaç kutsaldır. Kamların khomusları özellikle pelit ağacından yapılan kutsal sesli çalgılardı ve ruhlarla konuşurken bu çalgıyı kullanırlardı. Ölen şamanın mezarına ağaçtan yapılmış khomusları konurdu ve yine bir ağaca bu şamanın çalgıları asılırdı. Altay ve Yakutların eski masallarında khomus av çalgısı olarak da anlatılıyor ve elde edilen av için bu çalgıyla şükrediliyordu. Yakutçada khomuhun sözü büyü, sihir anlamına gelir. Khovuz ise eski Türk dilinde kötü ruhları kovma (kovuş) anlamındadır. Khovuz oguz da dua etmek demektir.[1] Khomus çalgısının dua ve kötü ruhları kovmadaki fonksiyonu göz önüne alındığında adını bu gelenekten aldığı düşünülebilir. Bir kısmı Romanya’da bir kısmı Moldovya’da yaşayan Gagauz Türklerinin halk çalgısı olan bir çeşit kemençe de bugün “kovuş” adı ile anılmaktadır.

Prof. Dr. A. N. Samayloviç Çincede “kovzı” sözcüğünün ağızla çalınan anlamında kullanıldığını bildiriyor ve Yakut, Tonguz ve Çin kovzısını demir kopuz olarak tanımlıyor.[2]

Hakas çevresine ait bir başka çalgıyı, Verkov yayımlamıştır. Komıs adındaki bu çalgı, iki veya üç tellidir. Altay çevresinde tobşur denen çalgı ile Tuva’daki Topşulur adlı çalgılarla aynıdır. Teknesi ve sapı aynı kütükten çıkarılır. Alt kısmı koyun veya geyik boynuzu ile kaplanır. Perdesizdir.[3] Telleri at kılı veya koyun bağırsağı (kiriş) ile yapılır. Alt teli, üst tele göre beşlidir. 70-80 cm kadar uzunluktadır. Buna benzer çalgılar, Orta Asya’nın birçok bölgesinde kullanılmakta fakat farklı isimlerle anılmaktadır.

Kazak ve Kırgız baksılarının kullandıkları çalgıların ismi de topuzdur. Ancak bu kopuzlar yayla çalınan bir çeşit kemençelerdir. Saka-Yakut bölgelerinde de sözü kıl khomusla aynı ailedendir. İslâmiyet’in kabulüne kadar baksılar kıl kobız adındaki bu çalgı ile ayinlerini gerçekleştirirlerdi. Kırgızlar parmakla çaldıkları uzun saplı üç telli çalgılarına da kopuzla aynı sözcükten gelen komuz denilmektedir.

Kopuz adı çok çeşitli çalgılara isim olmuşsa da Orta Asya’nın her yerinde kopuz ismiyle anılan tek bir çalgı var ki o da ağız kopuzudur. Saha-Yakut dilinde khomus, Tuva çevresinde demir khomus, kuluzun khomus ve çartı khomus, Kazaklarda, şankobız, Kırgızlarda ooz (ağız) komuz, Başkurt ve Tatarlarda kubuz, Türkmenlerde gopuz, Özbeklerde şang kobuz adıyla bilinen ağız tamburası ya da Batılıların jew’s harp dedikleri çalgıdır. En eski kopuz bu çalgı mı idi bilinmiyor ancak kopuz adıyla en yaygın olan çalgı olduğunu görüyoruz. Kopuz adı daha sonraları çalgı anlamında kullanılmaya başlamış ve genellikle önüne bir sözcük eklenerek özel bir çalgı adı almıştır. (Kılkopuz, simkopuz, demirkopuz, narkopuz, yıgaşkomuz, kuluzun khomus vs.)

Mahmut Ragıp Gazimihal, kopuzu telli bir çalgı olarak açıkladıktan sonra zamanla okla çalınmaya başlandığını ve muhtemelen bundan sonra oklu kopuz ya da sadece oklu denilmiş olabileceğini belirtiyor. Iklığ adının da buradan geldiğini ileri sürüyor ve şunları yazıyordu: "Eski bir Türkistan seyahatnamesinde iki kıllı olan oklu bir çalgının adı Lâtin harflerince igil imlâsıyla alınmıştır. Fransız musiki yazarı Albert Soibes kaynak göstermeksizin şöyle diyor “İkele yaylı bir çalgıdır; uç Sibirya ve Moğol sınırlarında kullanılmıştır.” Bozuk imlâlarla yazılı kelimenin ıklığ ile olan ilgisini ister istemez hiçbir batılı iktibasçı bilemezdi: Türkolog değillerdi.”[4] Gazimihal burada çok önemli bir ipucuna yaklaşmış ancak ikele sözünün ikili, igil sözünün ise iki kıl anlamına gelebileceğini fark edememişti.

Türkler çalgılarını adlandırırken, yaygın olarak tel sayısından yola çıkıyorlar, iki+kıl=igil, ikili, çiftetelli, iki telli, üç telli gibi Türkçe adların yanı sıra dutar, setar, şeştar gibi Farsça isimler de kullanıyorlardı. Bu çalgı adlandırma geleneği de ıklığ sözünün iki kıllı kökünden gelmiş olma ihtimalini güçlendirmektedir. Anadolu’da kemençelerin tel sayıları üçe çıktıktan sonra ıklığ adı da kullanılmaz olmuştur.

Tıva

İgil (egil, kıl khomus): İki telli, telleri at kılından yapılan, yaylı çalgı. Göğsü deriden yapılabilir, perdesizdir. İgilin Orta Asya’daki diğer akrabaları şunlardır: Altay’da “ikili’, Hakasya’da “ııkh veya khomus”, Kazakistan’da” “kıl kobız, Kırgızistan’da “kıyak” ve Moğolistan’da “morin-huur”. Form olarak “doşpuluur”un aynısı olduğu hâlde yayla çalındığı için “igil” adını alan örnekler de mevcuttur. Yapımında, nemli ve alçak yerlerde yetişen ağaçlar kullanılır. Yıldırım düşmüş olan ağaçtan yapılanı makbul sayılır. Telleri dişi ve yürük atın kuyruğundan yapılır. Tel boyu 70-100 cm kadardır.

Tıva Türkçesinde çalgı teline “khıl” (kıl) denilmekte ve igil sözünün iki+xıl sözcüklerinden oluştuğu söylenmekte.[5]

İgil’in bir diğer özelliği de burguluk (baş) kısmının at başı şeklinde olmasıdır ki bu da şaman kültüründe atın kutsallığı ile bağlantılıdır.

Doşpuluur (topşuluur, toşpulduur): İki telli, parmakla çalınan, ağaç veya deri göğüslü, perdesiz halk çalgısıdır. Kazakların dombırasına benzer. Altay’da yaşayan Türklerin de kullandığı çalgı, dörtlü ya da beşli aralıkla düzenlenir. Telleri kirişten veya burulmuş at kuyruğundan yapılır. İki türü vardır. Bir kısım doşpuluurların gövdesi dört köşeli ve iki tarafı deri ile kaplıdır. Bir kısmında ise gövde oval şekilli ve önünde deri kaplı arkası kapalıdır. Genellikle şarkı eşliği için kullanılır.

Bızaançı: Dört telli, yaylı bir çalgıdır. Yay ikinci ve üçüncü telin arasından geçer ve çalgıdan ayrılamaz. Çalınırken çıkan bızzaa sesinin oluşmasından adını alır. 65 ile 100 cm boylarında olur. Silindir biçimindeki gövdenin bir tarafına yılan derisi geçirilir. Telleri at kılındandır ve saptan 2-3 cm yukarıdadır. Çin, Tibet ve Moğolistan’da da değişik isimlerle benzerleri vardır. Tıva’daki örnekleri at başlıdır.

Çanzı: Köşeleri yuvarlanmış, 10-12 cm derinliğinde ve 20-30 cm genişliğinde kare bir gövde ve uzun bir saptan oluşan üç telli bir çalgıdır. Gövdenin her iki yüzeyi yılan derisi ile kaplıdır. Parmakla veya mızrapla çalınır. Çin’de ve Moğolistan’da da kullanılır.

Çadağan: Yatağan şeklinde Anadolu Türkçesine çevirebileceğimiz çalgı, yatay bir rezonans kutusu üzerine gerilmiş yedi telden oluşan bir çalgıdır. Saha-Yakut, Hakasya ve Altaylar’da da aynı isimle kullanılmaktadır. Teller koyun veya keçi bağırsağından yapılır. Eşik olarak koyunun aşık kemikleri kullanılır (eşik-aşık). Akort bu eşiklerin yer değiştirilmesiyle sağlanır. Çalıcılar bazen parmaklarına boynuz veya hayvan tırnağından mızraplar takarlar. Günümüzde yapılan çadaganlar metal telli ve sabit eşiklidir. Teller pentatonik ses sırasıyla akort edilir.

Kuluzun khomus: Demir khomusun daha eski bir formudur. Bambudan yapılır, titreşim çalgıya bağlanan bir ipin çekilmesiyle sağlanır.

Limbi: Nefesli bir halk çalgısıdır. Yan flüte benzer. Kamış veya ağaçtan yapılan örnekler olmakla birlikte bugün genellikle metalden yapılmaktadır, ancak eski zamanlarda genç ölen kızın kaval kemiğinden yapıldığı rivayet edilir.

Şoor: Üç delikli nefesli bir halk çalgısıdır. 60-80 cm uzunluğundadır. Kamış veya ağaçtan yapılır. Erkeklerin çaldığı bir çalgıdır. Sağ ayak üzerine otururken sol ayak ileri uzatılır ve çalgı sol ayağa yaslanarak çalınır.

Düngür: Şaman davuludur. 40-60 cm çapında, 10-15 cm derinliğinde bir tarafı açık diğer tarafı deri ile kaplı kutsal çalgıdır. Deri üzerinde göğü, yeri, kutsal ruhları sembolize eden şekiller bulunabilir. Kasnağın açık tarafına+şeklinde tutturulmuş iki sopa hem sol elle davulun tutulmasını hem de üzerine çıngırak ve kutsal parçaların (bez, deri, tüyler vs.) bağlanmasını sağlar. Şaman ayininin vazgeçilmez aksesuarıdır. Orba ile çalınır.

Orba: Şaman davulunun tokmağıdır. Ancak orba tek başına da ses çıkaran bir çalgı sayılır; çünkü üzerindeki değişik boylarda zil ve metal parçalar orbanın sallanmasıyla sesler çıkarır. Davula vuran yüzü kıllı deri ile kaplıdır. Ayı pençesinden yapılan orbalar da vardır.

Kıngıraa: Metal bir halkaya takılmış üç metal çubuktan oluşur. Genellikle şaman elbisesinin sırtına iliştirilir ve ayin sırasında şamanın hareketleriyle seslenir

Konguraa: Bir ipe bağlı metal küre ve içine konulan parçalardan oluşan bir çeşit çan.

Konguluur: Çan formunda çıngırak.

Bunlardan başka Tıva kültürüne lâmaizmin etkisi ile çevre kültürlerden buşkuur, buree, kandan,tun gibi çalgılar da girmiştir.

Uygur Özerk Bölgesi

Dutar: Parmakla çalınan dutar, iki telli olup telleri ipekten yapılmaktadır. Dut ağacından yapraklar hâlinde imal edilen armudî biçimli bir teknesi ve yine dut ağacından kapağı vardır. Genellikle dörtlü veya beşli akortlanır. Oktav ve ünison akortlandığı da görülür. Sesi yüksek değildir. Perdeler kromatik sıra ile yerleşmiştir. Teller tek tek çalınamayacağı için iki sesli çalışı mecbur kılar.

Rübap: Kaşkar rübabı veya koçkarca adıyla da anılan çalgı, yaklaşık 90 cm uzunluğundadır. Eskiden teknesinin koç kafatasından yapıldığı rivayet edilir. Günümüzde dut ağacından yapılmakta ve tekne ile sapın birleştiği yerde iki boynuz figürü bulunmaktadır. Altta iki ortada iki ve üstte bir olmak üzere beş tellidir. Orta tel alt telin pesteki beşlisine, üst tel ise alt telin bir oktav pesine akortlanır. Perdeleri kromatik ses sırasınca yerleştirilmiş olup, bir tel üzerinde iki oktavlık diyapazona sahiptir.

Tanbur: Beş telli klâsik Uygur sazı olan tanburun altta iki, ortada iki ve üstte bir metal teli vardır. Akordu çalınacak makama göre değişir. Boyu yaklaşık 1.50 metre olan tanburun armudî bir gövdesi ve lâdin kapağı vardır. Kromatik sırayla yerleştirilmiş kemik veya fildişi perdeleri bulunur. Tek tel üzerinde iki oktav ses genişliğine sahiptir.

Gijjak: Yaylı bir çalgıdır. Eskiden üç telli olan giccak, dörtlü aralıklarla akortlanırken günümüzde tel sayısı dörde çıkarılmıştır. Akort sistemi çalıcıya göre değişmektedir. Küremsi bir ağaç teknesi ve 40-45 cm boyunda silindirik bir sapı vardır. Uygur gijjakları Orta Asya’nın diğer bölgelerinden farklı olarak deri yerine ağaç göğüslüdür. Can direği göğüsün 7-8 cm altına yerleştirilmiş olan deriye basmaktadır.

Dap (Def): 30-45 cm çapında ağaç kasnak üzerine gerilmiş deve veya sığır derisinden yapılan ritm çalgısıdır. Kasnağın iç yüzeyine metal halkalar yerleştirilmiştir.

Sapayi: 20-25 cm boyunda, 1 cm çapında iki metal çubuğa birkaç metal halkanın geçirilmesiyle yapılmış bir ritm çalgısıdır.

Kazakistan

Dombıra: İki telli, parmakla çalınan halk çalgısıdır. Kazak Türklerinin en yaygı çalgısıdır. Telleri eskiden bağırsaktan yapılırken günümüzde misina kullanılmaktadır. Kazakçada bağırsak anlamına gelen “işege” sözü “işek” şeklini alarak çalgı teli anlamına dönüşmüştür. Armudî bir teknesi, çam ağacından göğsü ve perdeli sapıyla küçük bir dutarı andırır. Boyu 80-100 cm kadardır. Abay ve Cambıl dombırası olmak üzere iki türü vardır. Şertpe ve tökpe adları altında iki türlü çalım tekniği vardır. Şertpe tekniğinde sağ elin ayası göğüse dayanarak işaret parmağı ile vurma ve çekmelerle çalınırken, tökpe tekniğinde sağ el bilekten hareket ederek ve bütün parmaklar kullanılarak çalınır. Ses aralığı bir tel üzerinde bir buçuk oktavdır. Dörtlü ya da beşli aralıkla akortlanır.

Kılkobız: Yayla çalınan iki telli eski bir çalgıdır. Halk arasındaki rivayetlere göre sekizinci yüzyılda Korkut Ata tarafından icat edilmiştir. Yarı şaman baksıların ve jıravların çalgısı olan kılkobız 18. yüzyıldan itibaren günah sayılarak yasaklanmış ve ortadan kaybolmaya yüz tutmuştur. 1930’larda Kazak müzikçi Ahmet Cubanov iki tane kılkobız icracısı bularak bunları kendi kurduğu Halk Çalgıları Topluluğuna almış ve kılkobız böylece tekrar yaygınlaşmaya başlamıştır.

Kılkobızın telleri at kılındandır. Teknesinin alt kısmı deri ile kaplı, üst kısmı ise açıktır. Burguluk kısmında ve teknenin üst kısmında demir parçalar ve ziller asılıdır. Bunlar kobız sallandıkça ses çıkarır. Telleri saptan 3-4 cm kadar yüksekte olup, tırnakların teması ile çalınır. Zamanla geliştirilip tel sayısı dörde çıkmış, telleri de metalden yapılmaya başlamıştır. Bu çeşit kopuzların prima kobız, alto kobız ve bas kobız olarak çeşitleri vardır.

Sıbızgı: Üflemeli bir Kazak çalgısıdır. Ağaç veya kamıştan dilsiz bir boru çeklindeki çalgının eski türlerinde üç parmak deliği vardır. Pentatonik diziler çalmaya uygun olan sıbızgının iki buçuk oktav ses genişliği vardır ve boyu 30 ile 60 cm arasında değişir.

Şerter: Polonyalı ihtilâlci Bronislav Zaleski tarafından yazılıp 1865 yılında Paris şehrinde basılan bir kitapta (Kırgız Bozkırlarında Hayat) yazarın kendi çizdiği bir resimde tespit edilmiş bir çalgıdır. Kazak organolog Bolat Sarıbayev, tespit ettiği bu üç telli çalgıya şertilerek (parmakla çekme) çalındığı için şerter adını vermiştir. Kapağı olmayan bir çanak ve kısa, perdesiz bir saptan oluşan çalgının eşiği teknenin tabanına oturmaktadır. Zamanla çalgı geliştirilerek, göğsüne deri takılmış ve sapı uzatılarak perdeli hâle getirilmiştir. Bugün halk çalgıları topluluklarında yaygın olarak kullanılmaktadır.

Jetigen: Yatık olarak çalınan yedi telli bir çalgıdır. Telleri at kılından veya bağırsaktan yapılır. Her telin altında aşık kemiğinden bir eşik bulunur ve akordu bu eşikleri ileri geri hareket ettirilerek yapılır. Dikdörtgen şeklindeki tekne, ağaçtan oyulmuştur. Eski örneklerde burgu yoktur.

Adırna: Çeng olarak bildiğimiz çalgıdır. Günümüzde kullanılmamaktadır.

Dangıra: Vurmalı çalgılardan olan dangıra, dairesel dar bir kasnak üzerine tek taraflı gerilmiş deriden oluşur. Eski şamanların davuluna benzer.

Asatayak: “Asa” ve “dayak” sözcüklerini birleşmesi ile meydana gelmiş bir isimdir. Bir sopa üzerine sıralanmış çeşitli boylarda zillerden oluşmuş vurmalı çalgıdır. İki ağaç levha arasındaki kısa millere takılmış metal halkalardan oluşan türü de vardır.

Şankobız: Demir kopuz.

Uran: Birbirine bitişik iki boynuzdan yapılmış üflemeli çalgı. Boynuzların her birinde üçer delik vardır.

Müyiz sırnay: Boynuzdan yapılmış bir çeşit boru. Üzerinde üç delik bulunur.

Uskırık, saz sırnay, tastavık: Pişmiş topraktan yapılmış üflemeli çalgılar. Uskırık üç, saz sırnay altı, tastavık yedi deliklidir.

Jelbuvaz: Tulum çıkarılmış oğlak derisine bir üfleme borusu ve beş delikli bir kamış düdük bağlanarak yapılan nefesli çalgıdır.

Dabıl: Çift taraflı deri gerili olan davul.

Dabılbaz: Tek tarafı derili, diğer tarafı konik bir şekilde kapalı olan bir vurmalı çalgı.

Asatayak: Üzerine çeşitli çıngırak veya metal parçalar asılı olan asanın ritm vurmakta kullanılması ile oluşmuş bir çalgıdır. Çok çeşitli formlarda olmaktadır.

Kırgızistan

Komuz: Üç telli parmakla çalınan bir çalgıdır. Telleri ipekten yapılır. Günümüzde misina da kullanılmaktadır. 6-8 cm derinliğinde armudî bir teknesi vardır. Teknenin arkası düzdür. Perdesizdir. Alt ve üst telleri ünison, orta teli beşli akortlanır. Komuzun, üç sesli çalma özelliğine sahip olması Kırgız çalgı müziğine diğer Orta Asya bölgelerinden farklılık kazandırır.

Kıyak: Kazakların kılkobızı ile aynıdır.

Çoor: Dişe takılarak çalınan dilsiz üflemeli çalgı. Çeşitli boylarda olabilir. Delik sayısı değişik örneklerde farklı farklıdır. Kırgızların eski vatanları olan bugünkü Tıva bölgesindeki şoor ile aynı çalgı olduğu düşünülmektedir.

Dabıl ve temir komuz: Kazaklardakilerle aynıdır.

Şorpaşor: Pişirilmiş topraktan yapılan üflemeli bir çalgıdır. Kazaklardaki saz sırnay ve tastavıktan farkı şorpaşorun dilli oluşudur.

Yıgaş komuz: Demir komuzun ağaçtan yapılan bir türüdür. Çalgının ağıza yerleştirildikten sonra ucuna bağlı bulunan ipin sertçe çekilmesi yoluyla çalınır.

Karnay: Boyu iki ile üç metre civarında metal boru olan karnay yalnız Kırgızistan’da değil Kazakistan, Özbekistan, Doğu Türkistan ve Tacikistan’da da kullanılır. Açık hava çalgısıdır. Bayram ve düğünlerde damlara çıkılarak çalınır. Karnay, bir melodi çalgısı olmaktan daha çok ritm çalgısı olarak kullanılır.

Özbekistan

Dutar: Parmakla çalınan dutar, iki telli olup telleri ipekten yapılmaktadır. Dut ağacından yapraklar hâlinde imal edilen armudî biçimli bir teknesi ve yine dut ağacından kapağı vardır. Genellikle dörtlü veya beşli akortlanır. Oktav ve ünison akortlandığı da görülür. Sesi yüksek değildir. Perdeler kromatik sıra ile yerleşmiştir. Teller tek tek çalınamayacağı için iki sesli çalışı mecbur kılar.

Rübab: Kaşkar rübabı veya koçkarca adıyla da anılan çalgı, Uygurlardaki ile aynıdır.

Tanbur: Üç metal telli Özbek klâsik müzik çalgısıdır. Formu dutara benzerse de daha ince ve uzundur. Teknesi dut, kapağı ladindir. Akordu çalınacak makama göre değişir. Rast için alt ve üst tel ünison, orta tel pesdeki beşlidir. Büzrük, dügah ve ırak makamları için, orta tel pesteki dörtlüdür. Neva ve segah makamları için ise orta tel pesteki ikilidir. Müzik, tanburun birinci teli ile çalınır, diğer teller genellikle ahenk teli olarak işe yarar. Diyapazonu tek tel üzerinde iki oktavdır. Sağ elin işaret parmağına takılan “nahun” adındaki metal bir mızrapla çalınır. Yayla çalındığı da olur.[6]

Çeng: Özbeklerin günümüzde çeng adıyla andıkları çalgı, bir çeşit santurdur. On dört grup teli vardır. Pesteki iki grup ikişer diğerleri ise üçer telden oluşur. Teller, diyatonik sıra ile yerleşmiştir. Zahme ile vurularak çalınır.

Giccak: Yaylı bir çalgı olan giccak, en yaygın Özbek halk çalgılarından biridir. Eskiden üç telli olan giccak, dörtlü aralıklarla akortlanırken günümüzde tel sayısı dörde çıkarılmıştır. Akort sistemi çalıcıya göre değişmektedir. Küremsi bir ağaç teknesi ve 40-45 cm boyunda silindirik bir sapı vardır. Göğüs, deriden yapılır. Sol diz üzerinde dik tutularak çalınır.

Sato: Dört telli, yaylı çalgıdır. Oval ve fazla derin olmayan bir teknesi ve uzun bir sapı vardır. Sap üzerinde ağaçtan perdeleri vardır. Müzik tek telde çalınır. Göğüs ağaçtandır ve üzerinde iki delik bulunur. Giccak gibi diz üzerinde dik tutularak çalınır.

Nay: Nefesli Özbek halk çalgısıdır. Aslı kamıştan yapılmakla birlikte ağaç ve metal olanları da vardır. Altı deliği vardır ve diyatonik sıra ile yerleştirilmiştir. Üfleme deliği yan flütte olduğu gibidir.

Kuşnay: Biribirine bağlı iki kamış naydan ibaret olup, bunlara ses çıkaran dil eklenmiştir (kuş=koş=çift). İki kamışa birden üflenerek çalınır. Yaklaşık 20-25 cm boyundadır. Yedişer deliklidir. İki oktav ses aralığını çıkarabilir.

Balaban: Özbekistan’ın Harezm bölgesinde yaygın bir üflemeli çalgıdır. 25-30 cm boyunda ağaçtan yapılmış silindirik bir gövdesi ve buna eklenen kamış bir dili vardır. Yedi üstte bir altta olmak üzere sekiz deliklidir.

Surnay: Ağaç üflemeli çalgılardan biri olan surnay, yüksek sesli bir açık hava sazıdır. Form ve işlev olarak zurna ile aynıdır.

Doyra (Daire): Uygurların dap dedikleri çalgı ile aynıdır.

Türkmenistan

Dutar: İki telli Türkmen halk çalgısıdır. Özbek ve Uygur dutarlarından daha küçüktür. Telleri metal olmakla birlikte, ibrişim olanlarına da rastlanmaktadır. Boyu yaklaşık 80-90 cm’dir. Dut ağacından armudî bir teknesi ve yine duttan göğsü bulunur. Sapı, erik ağacından yapılır ve silindirik şekillidir. Perdeler metaldir. İki tele birlikte vurularak parmakla çalınır. Akordu, dörtlü ya da beşlidir. Nadiren ünison ya da oktav akortlanır. İran, Horasan ve Afganistan’da yaşayan Türkmenler tarafından da kullanılmaktadır.

Gicak: Yarı küre şeklinde bir rezonans kutusu ve silindir şeklinde bir saptan oluşan bir kemençe türüdür. Göğsü deri ile kaplanmıştır. Teknesinin küçük oluşu ile Özbek gicakından (çapı yaklaşık 8-12 cm) ayrılır.

Gargı tüydük: Kamıştan yapılan bir çeşit dilsiz kavaldır. Ağıza gelen bölüme 5-6 cm uzunluğunda metal bir üfleme borusu eklenmiştir. Bu bölüm ön dişlere takılarak çalınır.

Dilli tüydük: 8-10 cm boyunda ince kamıştan yapılan bir çeşit sipsidir. Tek parça kamıştan yapılır. Dört delikli çalgı, sol elle tutulurken sağ el sol elin üzerine kapatılır ve açılıp kapanarak sese vibrasyon verir.

Dep: Uygur dapı ve Özbek doyrası ile aynı çalgıdır.

Başkurdistan ve Tataristan

Başkurt ve Tatarların müzik kültürleri arasında hemen hiç fark yoktur. Kullandıkları çalgılar da aynıdır. Ağız kopuzu, Orta Asya’nın her yerinde olduğu gibi bu bölgede de yaygın olarak kullanılmakta ve kubuz adıyla anılmaktadır.

Kuray: Kazak çalgıları bahsinde anlatılan sıbızgı ile aynı çalgıdır.

Garmon: Akordeon ailesinden bir çalgıdır. Rusçada bayan adı ile bilinen türüdür.

Kırım, Gagauzya ve Balkanlar

Kırım coğrafyasında günümüzde kullanılan çalgıların tamamı Batı kökenli çalgılar olmakla birlikte geçmişte oldukça çeşitli Türk halk çalgıları kullanıldığı bilinmektedir. Osmanlı ile ilişkilerinin yakınlığı sebebiyle Anadolu kaynaklı çalgıların birçoğu Kırım’da da kullanılmıştır. Kanun, santur, ud, bağlama, davul, zurna gibi çalgıların yanı sıra Orta Asya çalgılarından tanbur, çeng, şeştar, dayre gibi çalgılar da Kırım Tatarları tarafından kullanılmıştır.

Gagauz Türkleri de Kırım Tatarları gibi günümüzde keman, akordeon gibi çoğunlukla Batı kökenli çalgıları kullanmakla birlikte geleneksel çalgıları olan kauş, kaval ve çırtmayı da kullanmaktadır. Kaval ve çırtma Anadolu’da da kullanılan nefesli çalgılardır. Kauş ise yazının başında da belirtildiği gibi “kopuz” ile ilgili olduğu düşünülen üç telli yaylı bir çalgıdır.

Balkanlar’ın Türk çalgı kültürü Anadolu’nunkinden farklı değildir. Bu bölgede Türk olmayan uluslarda Türk kaynaklı çalgıların kullanıldığı gözlenmektedir. Bunların başında çiftetelli gelmektedir ki bu çalgı Anadolu’da unutulduğu hâlde Arnavut, Makedon ve Boşnaklar tarafından hâlen kullanılmaktadır. Yunanlıların buzuki ve baglamas adları ile kullandıkları çalgılar da Anadolu kökenli olup bozuk ve bağlama adından değişmiştir.

Azerbaycan

Tar: En yaygın olarak Azerbaycan’da kullanılmakla birlikte İran, Özbekistan ve Türkmenistan’da da kullanılan tar, iki boğumlu bir rezonans kutusu olan 11 metal telli bir çalgıdır. İkişerli olarak sıralanmış olan üç grup teli ile ezgi çalınır, diğer teller rezonans içindir.

Dut ağacından yapılanı tercih edilir. Diyaframı sığır yüreğinin zarından yapılır. Perdelidir ve mızrapla çalınır.

Saz: Anadolu’da olduğu gibi Azerbaycan’da da âşıkların değişmez çalgısı olan sazın bağlamadan farkı sapının biraz daha kısa olması ve kapağının da gövdesi gibi dut ağacından olmasıdır.

Kamança: Giccak, kemane ve rebap adları ile Türk dünyasının diğer bölgelerinde kullanılan çalgı ile aynı olan kamança Azerbaycan’da ceviz ağacından oyularak yapılır ve gövdesi biraz daha büyüktür (20-25 cm çapında). Diyaframı balık derisindendir.

Nağara: 30-35 cm çap ve 25-30 cm derinliği olan bir kasnağın her iki tarafına da deri gerilerek yapılan bir davul türüdür. Genellikle elle çalınan nağara zurna eşliğinde ve açık havada çubukla da çalınabilir.

Gaval: Doğu Türkistan’da dap, Özbekistan’da doyra adı ile bilinen çalgı ile aynıdır.

Goşa nağara: Biri büyük diğeri küçük kase biçimindeki iki ayrı gövdenin açık olan kısımlarına kalınca deri gerilerek yapılan bir çeşit kudümdür. İki çubuk ile çalınır.

Balaban: Anadolu’da mey, Azerbaycan ve Özbekistan’da “balaban” adıyla tanınan bu nefesli çalgı bir kamış ve bir ağaç gövdeden oluşur. Sesi üreten kamışın üfleme aralığını ayarlayan bir kıskacı vardır. Kapalı mekân çalgısıdır 25-30 cm boyundadır.

Tütek: Dilli üflemeli bir çalgı olan tütek Anadolu’daki düdükle aynıdır.

Zurna: Çok yüksek volümlü bir nefesli çalgı olan zurna düğün bayram gibi eğlencelerin vazgeçilmez çalgısı olmakla kalmayıp askerî müzik icra eden mehter topluluklarının da ana çalgılarından biridir. Çin’den Avrupa ortalarına kadar çok geniş bir coğrafyada kullanılan çalgı her zaman davul ile birlikte kullanılır. Üfleme yerinde bir kamış ve daha sonra gittikçe genişleyen ağaç bir gövdesi olan zurna boyunun uzunluğuna göre “zil zurna”, “cura zurna”, “kaba zurna” gibi isimler alır.

Garmon: Bir çeşit akordeon olan garmon Azerbaycan’ın geleneksel müzik zevkine uygun ses verecek şekilde özel olarak imal edilir. Akordeondan daha küçük ve daha tiz bir sese sahiptir.

Anadolu

Bağlama ailesi: Türklerin Sibirya’da topşur, ya da toşbuluurla başlayan Orta Asya’da dombıra, dutar, tanbur gibi şekillerde karşımıza çıkan çalgı ailesinin Anadolu’daki uzantısı olan bağlama da diğer akrabaları gibi armudi, biçimli bir rezonans kutusu ve uzun bir saptan oluşmaktadır. Önceleri üç tek telli olan çalgı zamanla üç grup telli olmuş ve bu teller bağırsaktan ipeğe ve daha sonra metale dönüşmüştür. Anadolu’da üç telli adıyla da anılan çalgının bağlama adını almasının perdelerin bağlanmasından sonra oluştuğu düşünülmektedir. Günümüzde “divan sazı”, “çöğür”, “bağlama”, “cura” gibi türleri kullanılmaktadır.

Kaval: Dilsiz nefesli çalgılardan olan kaval yedi önde bir arkada olmak üzere sekiz delikli ağaç bir çalgıdır. Delikler kromatik ses dizisine göre sıralanmıştır. Erik ağacından imal edilir. Çobanların vazgeçilmez çalgısı olan kaval günümüzde halk çalgıları orkestralarında büyük bir rol üstlenmektedir.

Düdük: Bir başka çoban çalgısı olan düdük de ağaç nefesliler sınıfının daha küçük bir üyesidir. Dilli bir çalgı olan düdük sekiz delikli ancak sesler diyatonik sıralıdır.

Mey: Azerbaycan ve Özbekistan’da balaban adıyla bilinen çalgı ile aynı olan mey genellikle Doğu Anadolu’da kullanılan bir çalgıdır.

Zurna: Azerbaycan’daki zurna ile aynı çalgıdır.

Ney: Dilsiz nefesli çalgılardan olan ney kavaldan farklı olarak yedi delikli olup kamıştan imal edilir. Daha çok tasavvuf müziği ve sanat müziğinde kullanılır. Boyuna göre “davud”, “şah”, “kız”, “bolahenk”, “süpürde” gibi isimler alır.

Tulum: Tulum çıkarılmış oğlak derisinin bir tarafına çift kamıştan oluşan düdük, diğer tarafına bir üfleme borusu yerleştirilmiştir. Yüksek volümlü bir açık hava çalgısı olan tulum Anadolu’nun kuzeydoğusunda yaygındır.

Tanbur: Tanbur, yuvarlak bir rezonans kutusu ve uzun bir saptan oluşan telli bir çalgıdır (saz ebadının 1/4’ü tekneye, 3/4’ü sap kısmına aittir). Perdelidir ve kaplumbağa kabuğundan yapılan bir mızrap ile çalınır. Perdeleri için, bağırsak (kiriş) veya misina kullanılır. Tanburda dördü sarı ve dördü de çelik olmak üzere sekiz tel vardır. Bu tellerin altısı çift, ikisi ise ayrı ayrı akortlanır. Gerek fizikî yapısı gerek çalma tekniği ve icra ettiği müzik türü yönünden Özbek ve Uygur tamburu ile çok büyük benzerlik gösterir.

Ud: Arapça bir sözcük olan ud, odun demektir ve bilhassa Afrika ikliminde yetişen sarı sabır ağacının adıdır ki Türkçede de bu ağaca “öd ağacı” denir. İsminin Arapça olması çalgının Arap çalgısı olduğu anlamına gelmemelidir. İlk Müslüman Arapların udu Medine’ye getirilip ırgatlıkta kullanılan Horasanlılardan görüp edindikleri düşünülmektedir (M.R. Gazimihal-Musiki Sözlüğü-s.259). Orta Asya’nın pi-pa kopuzu ile yakın akraba sayılabilecek olan ud, diğer yaygın Türk çalgılarından farklı olarak kısa saplı ve perdesizdir. Altı grup tellidir. En kalın tel tek, diğerleri ikişerlidir. Teller dörtlü ses aralığıyla düzenlenir.

Kanun: Orta Asa’da yaşayan Türklerin bilinen en eski çalgılarından olan yatık, çatgan, cetigen gibi çalgıların geliştirilmiş bir türü olan kanun yatay bir rezonans kutusu üzerine yine yatay eksende yerleştirilmiş 24 ya da 26 grup telli bir çalgıdır. Her grupta üç tel bulunur. Eskiden bağırsaktan yapılan teller yerini misinaya bırakmıştır. Diyatonik ses dizisinde düzenlenen kanunda ara seslerin elde edilebilmesi için tellerin boyunu değiştirmeye yarayan mandallar kullanılır. Her iki elin işaret parmaklarına takılan mızraplarla çalınır.

Rebap: Yaylı çalgılar ailesinden olan rebap, ağaç ya da hindistan cevizinden bir rezonans kutusuna bir sap eklenerek yapılır. Gövdenin ön yüzüne deri ya da yürek zarı gerilmiştir. Bir tutam at kuyruğu veya kirişten yapılan telleri iki ya da üç adettir. Günümüzde pek kullanılmamaktadır.

Kemane: Gerek form gerek işlev olarak rebap ve Orta Asya’nın giccakları ile aynı olan kemanenin gövdesi kurumuş su kabağından yapılır. Üç metal telli olan çalgı daha sonraları geliştirilerek tel sayısı dörde çıkarılmış ve kabak yerine daha çok ağaçtan imal edilmeye başlanmıştır.

Kemençe: Anadolu’nun yalnızca Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaygın olarak kullanılan yaylı bir çalgıdır. 50-60 cm boyunda, 7-10 cm enindeki kemençenin 3 teli bulunur. Avrupa’da kemandan önce kullanılan pochette ya da kit adı ile tanınan çalgı ile büyük benzerlik göstermesi nedeniyle Avrupa kökenli olduğu yolunda görüşler vardır. Ancak çalma tekniği neredeyse Türkmen giccaklarından farksızdır.

Klâsik kemençe: Yaklaşık 40 cm boyunda 15-16 cm eninde armudî biçimli bir yaylı çalgıdır. Üç kiriş telli çalgının tel boylarını eşitleyen bir baş eşiği yoktur ve bu yüzden ortadaki tel diğerlerinden uzundur. Tellere tırnağın bombeli yüzü dokundurularak çalınır. Teknesi karaağaç, karadut, dikenli ardıç, maun veya pelesenk çeşitlerinden birinden, kapağı ise selviden imal edilir.

Asma davul: Anadolu’nun en yaygın vurmalı çalgısı olan asma davul iki tarafında da deri gerilmiş olan bir ağaç kasnaktan ibarettir. Kasnağın derinliği 20 ile 40 cm arasında, çapı ise 40 ile 60 cm arasında değişir. Omuza asılan davul bir tokmak ve bir çırpı ile çalınır. Açık hava ve mehter çalgısı olan davul her zaman zurna eşliği ile çalınır.

Kös, nakkare, kudüm: Bu çalgıların üçü de kazan biçimli olup tek tarafı derili, ritm çalgılarıdır. Genellikle çift olarak kullanılmaktadır. Kös en büyük olanıdır ve mehter çalgısıdır. Nakkare ve kudüm daha küçük boyutlarda olup birbirilerinden pek farklı değildir. Mehter müziğinde kullanılan nakkare, klâsik ve tasavvuf müziğinde kullanılana ise kudüm adı verilmektedir.

Deblek: Darbuka veya dümbelek isimleriyle de anılan çalgı huni biçimli bir gövdenin geniş olan tarafına deri gerilmesiyle elde edilen ritm çalgısıdır. Eskiden pişmiş topraktan yapılan çalgı günümüzde bakır, aluminium ve demir dökümden de yapılmaktadır.

Tef: 5-10 cm derinliğinde bir kasnağın tek tarafında deri olan ritm çalgısıdır. Çok çeşitli çaplarda olabilir. Bazı teflerin kasnaklarında zil, zincir ya da halkalar bulunmaktadır.

İrfan GÜRDAL

Kültür Bakanlığı Devlet Türk Dünyası Müziği Topluluğu Sanat Yönetmeni /Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 19 Sayfa: 105-111

Kaynaklar:

♦ GAZİMİHAL M. R; Asya ve Anadolu Kaynaklarında Iklığ, Ankara 1958.

♦ GAZİMİHAL M. R; Ülkelerde Kopuz ve Tezeneli Sazlarımız. Ankara 1975.

♦ GAZİMİHAL M. R; Ülkelerde Kopuz ve Tezeneli Sazlarımız, Ankara 1975.

♦ RACABİ Y, Özbek Halk Muzikası, Taşkent 1959.

♦ REŞETNİKOVA A. P. Vargan İ., Ego Muzika (s. 79) Yakutsk 1991.

♦ SUZUKEY B. Tuvinskie, Traditsionnie Muzikalni İnstrumenti Kızıl 1989.

♦ SARIBAYEV B. Kazaktın Muzikalık Aspaptarı Almatı 1978.

♦ USPENSKİY V., BELAEV V., Turkmenskaya Muzıka Aşkabat 1979.

♦ USPENSKİY V., BELAEV V., Turkmenskaya Muzıka, Aşkabat 1979

Dipnotlar :

[1] Reşetnikova A. P. Vargan İ Ego Muzika (s. 79) Yakutsk 1991.

[2] Gazimihal M. R; Ülkelerde Kopuz ve Tezeneli Sazlarımız, Ankara 1975.

[3] Gazimihal M. R; Ülkelerde Kopuz ve Tezeneli Sazlarımız, Ankara 1975.

[4] Gazimihal M. R.; Asya ve Anadolu Kaynaklarında Iklığ, Ankara 1958.

[5] Suzukey B., Tuvinskie, Traditsionnie Muzikalni İnstrumenti Kızıl 1989.

[6] Racabi Y., Özbek Halk Muzikası, Taşkent 1959.

PKK DOSYASI : Uludere’deki skandal istihbarat için Genelkurmay da MİT’i işaret etti

GENELKURMAY’IN, MİT’TEN GELEN ULUDERE İSTİHBARATINA İLİŞKİN MAHKEMEYE GÖNDERDİĞİ BELGEYİ CUMHURİYET GAZETESİ DÜN YAYIMLADI.

34 kişinin hayatını kaybettiği Uludere faciasındaki skandal istihbarata ilişkin Genelkurmay Başkanlığı’nın da Milli İstihbarat Teşkilatı’nı (MİT) işaret ettiği ortaya çıktı.

Cumhuriyet gazetesi, Genelkurmay’ın Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği belgeyi yayımladı. Buna göre MİT’in Uludere’yle ilgili olmadığını savunduğu istihbarat notuna ilişkin Genelkurmay ‘olay günü karar vermede önemli rol oynadığını’ belirtti. Başsavcılığa 28 Mayıs 2012’de gönderilen yazıda Şırnak sınır hattındaki askeri üs bölgeleri ile karakollara saldırı yapılacağına işaret eden duyumlar alındığı belirtilerek şöyle denildi: “MİT Müsteşarlığı’nca 21 Aralık 2011 tarihinde paylaşılan ve Ortasu/Gülyazı bölgesinde 21-30 Aralık tarihleri arasında bir terörist saldırı gerçekleşeceğini ifade ederek olay günü karar verme sürecinde önemli rol oynayan duyum OBİ-PAS (Operasyonel Bilgi Paylaşım Sistemi) üzerinden alınmıştır.”

Genelkurmay, olay günü MİT’ten anlık istihbarat paylaşımı geldiği iddialarını ise yalanlayıp “MİT Müsteşarlığı veya bağlı birimlerince olay günü hava harekatı icra edildiği aşamada söz konusu grubun terörist olmadığına ilişkin hiçbir bilgi, bölgedeki askeri birliklere veya sıralı komutanlıklara iletilmemiştir.” denildi. MİT’in istihbaratından sonra Genelkurmay, karakol ve üs bölgelerini terörist eylemlere karşı uyardı. Genelkurmay Başkanlığı’nın muhtemel eylemlere karşı alınacak tedbirlerini içeren mesaj emri 28 Aralık 2011 saat 14.00’te (bombardımandan 7 saat önce) ilgili birliklere gönderildi.