Günlük arşivler: 1 Temmuz 2015

TARİH : ORTA ÇAĞ GÜRCÜ KAYNAKLARINDA TÜRKLER

Orta-Çağ-038

ORTA ÇAĞ GÜRCÜ KAYNAKLARINDA TÜRKLER

Güney Kafkasya bölgesinde Moğollar öncesi döneme ait yazılı Türk kaynaklarının azlığı, bu dönemdeki nakli Gürcü kaynaklarına önem kazandırmaktadır. Son dönemlere kadar bu kaynakların araştırılması, bir Orta Çağ Gürcü risaleleri külliyatı olan “Kartlis Tshoreba”nın M. Brosse tarafından Fransızca’ya yapılan çevirisi dışında, kesintili ve sürekli olmayan bir niteliğe sahip olmuştur. Bu çalışmamızda biz, Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu bölgesinde yaşamış Türklerin askeri-siyasi ve etnik-dini tarihine ilişkin söz konusu kaynakları orijinal dilinde ele almaktayız. Belirtilen soruna ilişkin daha tam ve kronolojik açıdan devamlılık gösteren kaynaklar “Kartli Risalesi” (XI. yy.) ve “Çar David’in Hayat Hikayesi”dir (XII. yüzyılın ilk yarısı). “Kartli Risalesi” Güney Kafkasya feodal devletleri arasındaki ilişkilere ışık tutan temel bir kaynak olup, ilk Oğuz Selçuk seferlerini ve XI. yüzyılın 40-70’li yıllarındaki Güney Kafkasya hükümdarlarıyla ilişkilerini yeterince açıklamaktadır. “Kartli Risalesi”nin sonundaki olaylar “Çar David’in Hayat Hikayesi”nin başlangıcını oluşturmaktadır. Bu bilgilerin güvenilirliği aynı döneme ait yazılı İslam kaynakları, belgesel, epigrafik ve nümizmatik buluntularla da doğrulanmaktadır. Burada bazen, Azerbaycan’a ve Oğuz Türklerine ilişkin diğer kaynaklarda olmayan bilgilere rastlanmaktadır. Her iki yapıtın yazarı Orta Çağ Azerbaycan şehir ve kalelerini zikrederek Oğuzların Merkezi Kafkasya üzerine askeri seferlerine, Azerbaycan’ın, tüm Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu’nun Türkler (Oğuzlar ve Kıpçaklar) tarafından topluca iskanına dair bilgiler vermektedir.

Güney Kafkasya’nın XI-XII. Yüzyıllarda Etnik Siyasi Tarihi

Azerbaycan’daki etnogenetik gelişmelerde etkili bir grup olan Türklerin yanı sıra onların beraberinde gelen diğer etnik gruplar da iştirak etmişlerdir. Türklerin, Hun-Hazar dönemine (I-X. yy.) denk gelen bin yıllık karşılıklı etkileşim ve etnik-kültürel tarihinde Selçuklar yoğun olarak XI-XII. yüzyıllarda, Orta Asya’nın bir kısmını, İran’ı, Irak’ı, yaklaşık tüm Küçük Asya’yı ve Güney Kafkasya’yı hükümranlığı altına almışlardır.

Oğuzların bu devletinde yalnızca farklı küçük yerli kabilelerin Türkler tarafından asimilasyonu süreci değil, aynı zamanda XI. yüzyılın sonu-XII. yüzyılın başlarında Kafkas ötesinden gelen Kıpçak Türkleriyle kaynaşma süreci de başlamıştır. Günümüzdeki Türk lehçelerinin hiç birisinde Azerbaycan Türklerinde olduğu kadar şive ve ağızın bulunmaması tesadüf değildir. Güney Kafkasya’nın doğusunda yaşayan Türklerin yaşamı ve onların diğer yerli halklarla ilişkileri konusunda yabancı dildeki birçok yazılı kaynaklarda bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgiler XI-XIII. yüzyıl eski Gürcü kaynaklarında da yer almaktadır. Gürcü tarihçilerin eserlerinde askeri-siyasi olaylara daha fazla ağırlık vermekle birlikte, araştırdığımız dönem için, ticaret, ekonomi şehir ve kale hayatı farklı etnik gruplara ilişkin dağınık bilgilere de rastlamak mümkündür.

XI-XIII. yüzyıllara ait Gürcü yazarlarının risalelerinin (“Matiane Kartlisa”, Çar David’in tarihçisi ve Çariçe Tamara’nın yaşam hikayesinin yazarı) içeriği, özellikle David’in tarihçisinde görüldüğü üzere, olayların tanıklık yapmış kişiler tarafından yazıldığını doğrulamaktadır. Belirtilen kaynaklardaki metinlerin incelenmesi yazarların, sadece Hıristiyan dünyasının değil, genelde İran literatürü aracılığıyla Doğu’nun Müslüman ülkelerinin de eski tarihini bildiklerini göstermektedir. K. S. Kekelidze’ye göre mevcut İran kaynaklarından direk atıfların ve alıntıların bulunmaması, komşu Müslüman dünyasının geleneksel olarak “Fars” dünyası gibi algılanmasına olanak sağlamıştır. Gürcü tarih risalelerinde, XI. yüzyılın ikinci yarısı ve XII. yüzyıla ait olaylar konusunda muhtemelen Oğuz Türkleri ve Selcuklardan bahsedilirken “Turkni” (Türkler), “Turkmanni” (Türkmenler) gibi terimlerin yanı sıra “Sparseti” (Farsistan), “Farslar”, “Fars sultanı” vs. etnik terimlerin kullanılması yukarıda söylediklerimizin açık bir kanıtıdır. Gürcü kaynaklarındaki bu özelliği unutmamak gerekir. Bu bulguların tam olarak açıklana bilmesi için kaynaklarda geçen etnik ve coğrafi terimler konusunda farklı bir yaklaşım gerekmektedir.

Araştırmacılar tarafından belirtildiği gibi, XI-XIII. yüzyıllar üzerinde yoğunlaşan Gürcü tarihçilerinin dikkatlerini doğuya yöneltmeleri, kuşkusuz 1071 yılında Malazgirt Savaşı’nda Bizanslıları yenilgiye uğratan ve doğrudan Gürcü Çarlığı’nın güney sınırlarına dayanan Oğuz Türklerinin Orta Asya askeri-siyasi arenasına çıkmasıyla alakalıdır. David’in tarihçisinin bu konuda verdiği bilgi şöyledir: “…Türklerin güçlenmesiyle Yunanlılar doğuda sahip oldukları toprakları, kaleleri ve şehirleri bırakarak gittiler. Türkler bu kaleleri ve şehirleri ele geçirerek, yerleştiler. Böylece onlar bizim sınırlarımıza yaklaştılar ve korkularımız ve kaygılarımız arttı.”

Transkafkasya’da Sultan Alp Arslan döneminde başlatılan fetihler oğlu Melikşah (1072-1092) tarafından başarıyla devam ettirilerek pekiştirildi. Melikşah ile yeni ve kesin bir dönem başlamış oldu. Bu dönemin belirgin özelliği, Oğuzların sadece ganimetler ve esirler ele geçirmekle yetinmeyerek, tüm önemli stratejik ve idari mıntıkaları zapt etmeleriydi. 1075 yılında Melikşah Şeddadilerin Gence’deki hakimiyetine son vererek, Selçukluların temsilcisi olarak buraya, Serheng Savtekin’i atadı. O, civar bölgelerdeki feodal devletler olan Şeki-Kaheti, Abhaz-Kartli ve Lore-Taşir’in itaat ettirilmesi ve denetimi konusunda sultanın talimatlarını yerine getirmek için Gence’yi temel bir üsse çevirdi. Gürcü kaynağına göre, bu dönemde Gence’de Oğuz komutanının emrinde 40 binden fazla asker bulunmaktaydı.

1076 yılında Savtekin Transkafkasya feodallerinin tamamen itaat altına alınması girişiminde bulundu, fakat bunların birleşmeleri sonucu geri çekilmek zorunda kaldı. Savtekin’in bu başarısızlığı ve ardından Gürcü Çarı II. Giorgi’nin Gürcistan’ın güney ve güneybatısındaki (Acaristan, Şavşetiya, Cavahetiya) ayrı ayrı Oğuz kabilelerine karşı başarılı hareketi, 70’li yılların sonunda Melikşah’ın büyük bir orduyla Transkafkasya’ya tekrar girmesine neden oldu. Bu seferden sonra Hazar denizinden başlayarak “Küçük Lih Dağları”na kadar tüm doğu Transkafkasya doğrudan Selçuklu İmparatorluğu’na katılmış, merkezi Kutaisi olan batı Gürcistan, Şeki Prensliği ve Şirvanşahlar Devleti vasal devlet olarak ilan edilmiştir. II. Giorgi ve Şeki prensi Ahsartan itaat belirtisi olarak Hıristiyanlıktan dönerek İslam’ı kabul etmişlerdi. David’in tarihçisinin verdiği bilgilere göre, Çar Giorgi “tebaalarının kurtulması için ölümü göze almak zorunda kalmış, sevgili evlad gibi” Melikşah tarafından affedilmiştir. Muhtemelen, Türklerin itaati altına girmiş Vasal hükümdarların İslam’ı kabul etmesi zorunlu bir uygulama idi. XII. yüzyıl tarihçisi Suriyeli Mihail de, Melikşah döneminde İslamı kabul ederek sadece kendi iktidarını korumakla kalmayıp ülke topraklarını da genişletebilmiş Edessa (Urfa) hükümdarı Filaret’ten bahsetmektedir. Bu bilgi, babası II. Giorgi’nin 1089 yılında tahttan indirilmesiyle (1112’de ölmüştür) kalbinin yaralandığını söyleyen Çar David’in duasında da dolaylı olarak doğrulanmaktadır: sanki David kendine beraat için “ben başka bir Tanrı’ya güvenmedim ve başka bir inanca bağlanmadım” diyordu.

Vasal Gürcü Çarı II. Giorgi’nin beraberinde hareket eden Oğuz birliği “Sujeti’yi ve İori nehri boyundaki tüm Kuhetya ülkesini” ele geçirdi. Bu dönemden itibaren burada, Vejin, Uçarma, aynı zamanda Ganuh adlı iskan birimi ve Azerbaycan dilinde Alazan nehrinin ismi olan Ganıh gibi bir sıra Türk coğrafi terimleri meydana çıkmıştır. Oğuz Selcuk İmparatorluğu’nun oluşumu tüm bölgenin siyasi ve etnik haritasının değişmesine ve Türk unsurunun güçlenmesine neden oldu. Bu süreç yazılı Gürcü kaynaklarına, özellikle David’in tarihçisinin risalesine yansımıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi Oğuzlar tarafından “Suceti ve Kuheti’nin” zaptı, bu sürece ilişkin ilk bilgidir. Daha sonra Türkler “Gaçiani’ye gelmiş, aynı zamanda Tiflis’ten başlayarak Berde’ye kadar Kür nehri ve İori sahili boyunca”, yani günümüzdeki Garayazı bozkırını, İor-Alazan (Gabırrı-Ganıh) nehirleri vadisini, Karabağ ve Borçalı’yı içine alan tüm topraklarda yerleşmişler. Yeni elde edilen toprakların benimsenmesi o kadar hızlıydı ki, XII-XIII. yüzyılların sonunda Gürcü Çariçesi Tamara’nın tarihçisi, Gökçe’den (“Gelakuni Gölü”) Berde’ye kadar olan bölgede 100 bin “Uç olarak adlanan cesur ve deneyimli Türk askerlerinden” bahsetmektedir. David’in tarihçisine göre ise Türkler “kendi şehirlerinde ticaretle uğraşıyor, bizim bölgelerimize ise saldırılar düzenliyorlardı..ve onların sayısı o kadar fazlaydı ki, bazen de ‘dünyanın dört bir yanından Türkler burada toplanmıştır’ denilmekteydi. Hiç kimse, hatta sultan bile onların istedikleri yerde iskan etmelerini yasaklayamazdı”.

Oğuzların yerli, yerleşik “uygar” halkların yaşam ve kültürlerinin gerilemesine neden olduğu tezi son yıllarda Gürcü, Ermeni ve diğer tarihçilerin çalışmalarında birinden diğerine aktarılarak dile getirilmektedir. Bu tez 80’li yılların sonunda Dağlık Karabağ’la ilgili olaylarda Ermeni liderler tarafından etkili bir şekilde kullanılmıştır. Bu görüşleri ayrıntılı bir şekilde tartışmaya gerek görmüyoruz. Zira okurları ilgili döneme ait kaynaklara ve Batı Avrupalı bilim adamlarının bilimsel kaygılarla hazırlanan eserlerine yönlendirmek yeterlidir. Fakat Oğuzların, XI. yüzyılın ikinci yarısına tesadüf eden fetihlerinin tüm Orta Çağ ve “uygar” XX. yüzyıl savaşlarında olduğu gibi yıkıcı sonuçları olması kaçınılmazdır. Daha sonra yerleşik halkın tarım ve göçebelerin hayvancılık ekonomisi birbirini tamamlamış olup sonraki mal üretimini teşvik etmişlerdir. Tesadüfi değildir ki, XII. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış Gürcü tarihçisi, Oğuzların “kendi şehirlerinde ticaret yaptıklarını” kabul ettirmeye çaba göstermediklerini belirtmektedir. Aksine, müsait ortamın bulunduğu yerde, Türkler kendileri yerleşik çiftçiye dönüşmüş, yönetici zümreyi oluşturdukları şehirlerde ise, şehirli olmuşlardır. Gürcü kaynaklarında rastlanılan ve XII.-XIII. yüzyıllarda Oğuzlar tarafından kurulmuş, yeniden inşa edilmiş ve yeniden adlandırılmış şehir adlarını buna örnek olarak gösterebiliriz: Sevgelemec, Garluga, Ganıh, Akçakala vs. Tüm ismi geçen şehirler günümüzdeki Türkeye’nin sınır bölgelerinde ve doğu Gürcistan’da bulunmaktadır. Bu anlamda Oğuz kahramanlık destanı “Dede Korkut”taki bilgilerin tarihi kaynaklardaki bilgilerle uyumlu olduğunu ve “çoğu zaman Gürcü risalelerini tamamladığını ve açıkladığını” söylemek yerinde olacaktır.

Görüldüğü gibi, yukarıda söylenenler Oğuz Türkleriyle ilgilidir. Gürcü kaynaklarına istinaden XI.- XII. yüzyıllarda Türkmenlerin Azerbaycan’da yoğun biçimde yaşadıkları bölgeleri belli ölçüde tespit etmek mümkün olmuştur. Bu bölgeler Tiflis’ten doğuda Gencebasar’a kadar, Ganıh (Alazan) nehrinden Gökçe Gölü’ne, Zengibasar’a, Berde ve Beylegan şehirlerine kadar olan topraklardır. Şimdi ise Azerbaycan’ın diğer bölgelerinde yaşayan halka ilişkin Gürcü tarihi abidelerindeki bilgileri gözden geçirelim. Her şeyden önce şunu belirtmek gereki ki, Gürcü edebi geleneklerinde, özellikle tarihi risalelerde halkı tanımlarken etnik değil, coğrafi terimler ve yerli halkın bu terimlerden türetilmiş isimleri kullanılmıştır.

Muhtemelen bu, Gürcistan geleneklerinden, kesin bir şekilde tarihi ve coğrafi bölgelere ayrılmasından ve buna uygun Kahetililer, İmeretililer, Kartliler vs. gibi adlardan kaynaklanmıştır. Aynı şekilde Orta Çağ Gürcü tarihi risalelerinde Azerbaycan’la ilgili “Gencelni”-Genceliler, “Bardavelni”- Berdeliler, “Darubendelni”-Derbentliler vs. adlara rastlamaktayız. Bazen “Kipçakni”lerin yanı sıra, “Kipçakni Darubandelni”-Kıpçaklar ve Derbent Kıpçakları gibi netleştirici ifadelere de rastlanılmaktadır. Görüldüğü gibi, onları Çar IV. David tarafından 1118 yılında Gürcistan’a hizmet etmek için davet edilmiş Atrak Hanın Kuban Kıpçaklarıyla karıştırmamak amacıyla bu ifade kullanılmıştır. Aynı şekilde Şirvan ve Kür nehrinin Ganuh’tan Şeki’ye kadar olan sol sahili boyunca yaşayan halk “Şarvanelli” ve “Erni”, yani “Şirvanlılar” ve “Erler” olarak zikredilmektedir. Bu dönemde ikinci terimle Şeki Melikliğinin Gayri-Türk halkı kastedilmekteydi. “Şarvanelli” terimi ise bazen genelleştirici nitelikteydi. Örneğin David’in tarihçisi, Şirvan’ın kuzeydoğusundaki olaylara ilişkin “Kurdni”, “Lepş” ve “Kipçakni”, yani Kürtler, Lezgiler ve Derbent Kıpçakları gibi etnik isimleri sıralayarak bu kavramı sanki netleştirmekte ve tamamlamaktadır.

Yukarıda söylenenler ile Güney Kafkasya’nın doğu kısmının XI-XII. yüzyıllardaki nüfusunun etnik yapısına ilişkin Orta Çağ Gürcü yazılı tarihi kaynaklarından kısa bilgiler aktarmış olduk. Belirtmek istiyoruz ki, biz her hangi bir kronolojik ayrım yapmayı amaç edinmiyoruz. Ancak Kıpçakların ve Oğuz Türklerinin sayısı ve coğrafi dağılımına ilişkin Gürcü tarihçilerinin verdiği bilgiler Azerbaycan’ın “dil aracılığıyla Türkleşmesi” konusunda bir zamanlar uydurulmuş gerçek dışı teze karşı ek kanıtlar ortaya koymaktadır. Adı geçen tezin ayrıntılı ve detaylı incelenmesi başka bir konudur.

XI. Yüzyılda Güney Kafkasya Feodal Devletler ile Türkler Arasındaki İlişkiler

1137-1138 yılında Gürcü orduları Caferilerin Tiflis Emirliğinin merkezi olan Tiflis şehrini kuşatmaya aldılar. Halk karşı koydu. Emir ise en kötü ihtimalde “geceleyin sal ve kanolarla Gence Emiri Leşker’e kaçmayı” planladı. Gürcü çarı IV. Bagrat Liparit Bagvaşi’nin güçlenmesinden endişe ederek Şeddadilerle gizli barış imzaladı. Çarın elinde bu dönemde istila edilmiş Orbetive Partshisi kaleleri bulunuyordu. İbni Esir’in verdiği bilgiye göre, Tiflis halkının “yardım ve askeri destek için” Azerbaycan’daki Müslümanlara müracaat etmeleri de Bagrat’ı acele barış anlaşmasını imzalamaya zorlamıştı. Fakat Oğuzların Azerbaycan’a yakınlaştığını duyan Abhazlar, Ermenilerin başına gelenlerin de etkisiyle çok korktular ve Tiflis’ten geri çekildiler”. Böylece, Gürcülerin, kuşattıkları Tiflis’ten geri çekilmelerinin sebebi sadece yakınlarının Çar Liparit’e duyduğu güvensizlik ve sürtüşme değil, aynı zamanda ilk defa 1018 yılında Transkafkasya’ya gelmiş yeni bir güç olan Oğuz Türklerinin karşısında telaşa kapılmalarıydı. Artık Oğuzların 1018, 1021 yılındaki ilk hücumların ardından, Kartli’nin tam göbeğinde 1029 yılında Şiomgvim hazinelerinin yağmalanması IV. Bagrat’ı henüz 1029 yılında “çok sayıdaki putperestin” bu hücumlarının tehlikeli sonuçlarını değerlendirmek zorunda bıraktı. F. D. Jordanya tarafından yayınlanmış belgede denildiği gibi, o bunları “durduramadı” ve kendi umutlarını Bizans’a bağlamaya mecbur oldu. İmparatorluk da, sadece kendi sınırlarında değil, Güney Kafkasya’da da Türklerin hücumlarına karşı koymakla tüm etki ve saygınlığını korumaya çalışmaktaydı.

Gürcü tarih risalelerinde 1040’lı yılların sonunda Gence’nin Arslan Yabgu’nun oğlu, Selçuklu komutanı ve meliği Kutalmış’ın askerleri tarafından kuşatmaya alınmasına ilişkin bilgiler yer almaktadır: “Ve Türkler Gence topraklarındaydı ve Gence düşmek üzereydi”. Bu, Kutalmış’ın yeğeni, Oğuzların önderi Hasan’ın ismini zikreden Skilitsa’nın verdiği bilgiler ve ayrıca Müslüman kaynaklarındaki diğer ifadelerle de doğrulanmaktadır. Sonunculara istinaden V. F. Minorski Gence’nin Oğuz Türkleri tarafından kuşatılmasının 1047 yılına dek devam ettiğini iddia etmektedir.

Kaynakların verdiği bilgiler, 40’lı yılların sonunda Gence Şeddadiler Emirliği’nde iki eğilimin varolduğunu göstermektedir. Bunlardan birincisi Emir Leşkeri’nin komşu Hıristiyan feodal devletlerden uzaklaşan ve Türk yanlısı tutumu idi. Ona muhalif olanlar ise şehir eşrafının bir kısmıydı. Şehir Oğuz Türkleri tarafından kuşatılınca Ali Leşkeri tahtını oğluna devretti; fakat uygulamada geçici hükümdar Gence reislerinin çıkarlarını koruyan ve tahta Şeddadilerin Dvin kolunun hükümdarı Ebl-Asvar ibn Fazl’ı davet eden hacip Ebu Mansur oldu.

Türkler tarafından birkaç defa yenilgiye uğratılmış Bizanslılar ve Gürcüler yaklaşan tehlikeyi idrak ederek Şeddadilere askeri yardımda bulunmaya karar verdiler. “Grek çarı kendi yardımcısı olan Lihtur’un önderliğinde büyük bir ordu gönderdi, Bagrat’ı, ordusuyla birlikte davet etti. Birleşen bu iki güç Türklerle çarpışarak Gence kapılarına kadar geldiler. Türklerin geri çekilmesine müteakip, Gence ülkesini kurtararak geri döndüler”. Risaledeki bu parça farklı şekilde yorumlanan “Lihtur” kelimesinden dolayı birçok defalar araştırmacıların dikkatini çekmiştir. İ. A. Cavahişvili ve V. D. Dondua fonetik benzerlik dışında hiç bir kanıt göstermemelerine rağmen söz konusu bu kelimenin Lihut soyundan geldiğini iddia etmektedirler.

Son dönemlerde, kaynaktaki “Lihturların” bu yazarların belirttikleri gibi, ordu komutanı Nikephoros’un seferine önderlik eden “rektör” unvanının Gürcü versiyonundan başka bir şey olmadığına ilişkin bir tez ortaya atılmıştır. Şöyle ki, bu iddianın temelinde V. D. Dondua’nın da bahsettiği proedr ve protoverstari Konstantin Lihud’un 1045 yılında Arçeş savaşında Türkler tarafından esir alınması yatmaktadır. Günümüzde, 1045 yılında esir alınanların Konstantin Lihud’un yeğeni (Saratsin isimli) ve Vaspuragen Thema’sının katepanı Stephan Lihud olduğu tespit edilmiştir.

Müttefiklerin başında Konstantin Lihud’un durduğuna ilişkin iddiaları desteklemek için şu hususları belirtebiliriz: Gence, kuşatmadan müşterek çabalarla 1048-1049 yıllarından önce kurtarılmış olamazdı. Bizanslıların, yalnız 1047 yılının yılbaşına doğru bastırılabildikleri Leon Tornik’in önderliğindeki İmparatorluk karşıtı isyan gibi iç sorunlarla boğuşuyor olması, daha sonra 1049 yılında ise rektör Nikephoros’un Peçeneklere karşı Diaken savaşında ordu komutanlığı yapması ve Liporati Bagvaşi’nin Eylül 1048’de esir alınmasından sonra Bizanslılarla ilişkiler kuran IV. Bagrat’ın Gence civarındaki olaylara katılması bu tarihi tutarlı kılmaktadır.

Türklerin gitmesinden sonra 1022 yılından itibaren Şeddadilerin Dvin Emirliğini yöneten ünlü ve basiretli I. Ebl-Asvar Şavur (1049-1067) sadece Aran-Nahçivan Emirliğinde durumu istikrara kavuşturmakla kalmayıp mevcut karmaşık askeri-siyasi ortamda dengeli bir politika yürütmüştür. Öncelikle büyük feodaller ve Gürcistan’daki çar yönetimi arasındaki ihtilaftan yararlanarak Bagratilerin topraklarındaki Basru kalesini ele geçirmiş ve kaleye teçhizat ve gıda ile birlikte askeri birliğini yerleştirmiştir.

Bu, Çar IV. Bagrat’ın İstanbul (Konstantinapol) bulunduğu dönemde, yani 1054 ve 1056 yılları arasında gerçekleşmiştir. Fakat Gürcistan’daki durum kısa bir süre sonra tamamen değişti. Prensler Gürcü çarının düşmanı “Liparit’in iktidarı ile çekişmeye” başladılar. Bagvaşi hanedanının güçlenmesinden rahatsız olan bu prensler “Lipart’i tutuklayıp” Gürcü çarına teslim ettiler. Feodallerin Gürcü Çarı Bagrat’la barışmasından sonra Gürcistan bir hayli palazlandı ve önemli bir askeri güç haline geldi. Bu sebeple, I. Şavur doğuya yöneldi. 1062 yılında Tiflis zadeganlarının bir bölümü kaleyi teslim etmek için birisini gönderme ricasıyla geldiklerinde, Şavur, istekli olmasına rağmen veziri Bahtiyar İbni Selman’ın tavsiyesi üzerine bu adımı atmaya cesaret edemedi ve Tiflisli elçiye “kalenin anahtarını iade etti.” Batıda pek fazla varlık gösteremeyen I. Şavur doğu komşularına yönelik askeri hareketi güçlendirmeğe karar verdi. 1063 yılında orduları Şirvan devletine karşı üç defa sefer düzenlemiş, Kulyamian kalesini ele geçirmiş, büyükbaş ve küçükbaş hayvan sürülerini beraberinde, Şirvanşahtan ise 40 bin dinar haraç almıştır.

1064 yılında Selçuklar büyük sultan Alparslan (1063-1072) önderliğindeki ilk fetih seferini düzenlediler. Ermeni tarihçisi Urfalı Mateos’a göre, Alparslan, öncelikle Ermenistan’ı, Arran’ı ve Şirvan’ı ele geçirdi, daha sonra ise büyük bir orduyla Gürcü topraklarına ilerledi. Gürcü kaynağı, “Alparslan’ın aniden saldırarak Kangari’yi ve Trialeti’yi dağıttığını, ordularının bir gün içinde Kveli (kalesi) civarına ulaştığını…, (Sultanın) kendisinin ise üç gün Trialeti’de kaldığını” belirtmektedir. Türklerin saldırısı o kadar hızlı olmuştu ki, Çar Georgi zorla Kartli’ye kaçabilmişti. Kaynakların verdiği bilgiye göre, bu yıkıcı sefer sonucunda Türkler çok büyük miktarda hazine ve ganimet ele geçirdiler. Urfalı Mateos, ele geçirilen altının, gümüşün ve diğer değerli eşyalara paha biçilmediğini belirtmektedir.

Sultan, bu başarıları Transkafkasya’nın doğrudan fethiyle pekiştirmeye istekli olmamış, sadece haraç almakla ve Gürcü çarının yeğenini haremine götürmekle yetinmiştir. Alparslan dönerken “Ani’ye yönelmiş, kaleyi ele geçirerek yağmalamış”, şehri Bizanslılardan alarak “Ebu’l-Esvar’ın oğlu Manuç’un” yönetimine vermiştir.

Böylece, Oğuz Türklerinin Alparslan dönemindeki seferlerinin sonuçlarından Şeddadilerde yararlanmıştır. Şeddadiler daha sonralar büyük bir emirliğe dönüşmüş ve XII. yüzyılın sonlarına kadar varlığını sürdürmüş bölgedeki en büyük şehirlerden biri olan Ani şehrini ele geçirmeyi başarmışlardır.

Gürcü Kaynakları ve “Dede Korkut” Destanındaki “Akçakale”

Oğuzların kahramanlık destanı olan “Dede Korkut”da Kazan Hanın fethettiği kaleler içinde Akçakale ve Sürmeli kaleleri de belirtilmiştir. Destanın Rusça’ya tercümesinde bu coğrafi terimlerle ilgili dipnotlarda şöyle denilmektedir: “Akça-Kale ve Sürmeli – Nahçivan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinde yer adları.” H. G. Koroğlu, yukarıda adı geçen kaynaklara dayanarak bu yer adlarını “şimdiki Nahçıvan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti bölgesinde, Arpaçay nehri yatağında” bulunan yer adları olarak tanımlıyor.

Sürmeli/Surmari kalesinin bulunduğu yer, Orta Çağ kaynaklarının verilerine göre günümüzde nihai olarak kesinleşmiştir. Bu, Türkiye’nin Kars ilinin Kağızman ilçesinde, Araz nehrinin sağ sahilinde, Arpa nehrinin (Nahçivan’daki Arpaçay ile karıştırmamalı) ona birleştiği yerden biraz aşağıda bulunmaktadır. XIII. yüzyılın ortalarında yaşamış Nesevi, Surmari’nin “eskiden beri Azerbaycan vilayeti olduğunu” belirtmektedir. 1064 yılında Alparslan’ın önderliğindeki Oğuzlar tarafından fethedilen Surmari kalesi, daha sonralar da güçlü bir istihkam olarak kalmaktaydı. Özellikle Azerbaycan İldenizler Atabeyleri döneminde kalenin önemi daha da artmıştır. Zira, bu dönemde kale Atabeyler devletinin başkenti olan Nahçivan’a giden yolları korumaktaydı.

Söz konusu naklî tarihi kaynakta ilk defa XV. yüzyılın sonlarında adı geçen Akçakale kalesi de Orta Çağ’ın güçlü istihkamlarından biri olmuştur. Bu, Yakup Han Akkoyunlu’nun (1478-1490) 1487 yılında ordu komutanı Halil Beyi “Kaozin ve Akçakale kalelerini inşa etmek için” gönderdiğine ilişkin Gürcü kroniklerindeki bilgidir. XVIII. yy. Gürcü coğrafyacısı ve tarihçisi Vahuşti Bagrationi bu bilgilere dayanarak, Akçakale’yi Yakup Han Akkoyunlu’nun inşa ettiğini ve kaleye bu adı onun verdiğini yazmıştır.

Günümüzde D.L. Mushelişvili Akçakale’nin tarihini araştırarak, Vahuşti’nin fikrinin yanlış olduğu sonucuna varmıştır. Zira, Akçakale’nin yakınında olduğu belirtilen Kaozin kalesi, XI -XI11. yy. ait Gürcü ve Ermeni kaynaklarında sık sık adı geçen güçlü bir istihkam olan Kavazin kalesidir. Ayrıca, Akçakale kalıntılarında rastlanılan arkeolojik bulgular da kalenin XI-XIII. yy. arasında (belki de daha önce) mevcut olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Gürcü kroniğinde XV. yy. olaylarından bahsedilirken kalenin inşasından değil Yakup Han’ın ordu komutanı Halil Bey tarafından onarılmasından söz edilmektedir. D. L. Mushelişvili, eski Gürcü ve Ermeni kaynaklarının, ayrıca Kvemo (Aşağı) Kartli’de yapılan araştırmalar sonucu elde edilen bulguların analizine dayanarak, XV-XVIII. yy. ait kaynaklarda Akçakale olarak geçen kalenin XI-XIII. yy.’a ait erken Orta Çağ dönemi kaynaklarında sık sık zikredilen ve Debeda nehrinin sağ sahilinde, yaklaşık 2-2,5 km. uzaklıktaki dağ geçidinde bulunan Gag kalesinin aynısı olduğu görüşüne varmıştır.

Gag kalesinin ismi, Gürcü ve Ermeni kaynaklarında ilk kez XI. yüzyıla ait risaleler olan “Matiani Kartlisa” (“Kartli Risalesi”) ve Asohik’de geçmektedir. Asohik’te Gag ismi, X. yüzyılın son yıllarında “Gag kalesinin eski reisi Demetr’in Gagik’ten ayrılıp atalarının inancına ihanet etmesi ve İberyalıların inancını (Diofizit Gürcüler – Y. N.) benimsemesiyle” ilgili olaylarda geçmektedir. Daha sonraki bir dönemin tarihçisi olan Büyük Vardan’ın (XIII. yy. verdiği bilgilere göre, Gag kalesi Şahinşah Gagik tarafından inşa edilmiş ve onun şerefine adlandırılmıştır. Bellidir ki, Eski ve Orta Çağlarda kaleler inşa edilirken relyefin doğal avantajlarından yararlanılmaya çalışılmıştır. Kaleler, genelde nehirlerin birleştiği yerlerde, uçurumlu platolarda veya dağların sarp zirvelerinde inşa edilmişlerdir. Bu da bu tür kalelerin güçlü istihkamlar olmasını sağlamıştır. Bulunduğu ovadan 20-30, batı tarafında ise 35 metreye kadar yüksekte olan sarp kaya üzerinde inşa edilmiş Akçakale -Gag kalesi de böyle kalelerden biri idi.D. L. Mushelişvili, Akçakale ve Gag kalelerinin bulundukları yeri ve bu ikisinin aynı olduğunu tespit etse de, Türkçe Akçakale teriminin (“Tetri-tsihe”-“Beyaz kale”) yalnız 1580’li yıllarda ortaya çıktığını varsayarak ve Vahuşti Bagrationi’nin, bu adın kaleye Yakup Han Akkoyunlu tarafından verildiğine ilişkin görüşüne katılarak yanılgı içine düşmüştür. Fakat, XI-XII. yy. olaylarını nakleden “Dede Korkut” destanı bu tezin yanlışlığını göstermektedir.

Tarihi kaynaklara göre Sefidşehir kalesi Oğuzların XI. yüzyılın ikinci yarısında Transkavkazya’ya seferleri zamanı fethedilmiştir. Sefidşehir kalesi Tetri-tsihe (Akçakale) kalesinin aynısıdır. Hatta Gürcüce ismi Türkçe’dekinin birebir tercümesidir.Bu kalenin Oğuzlar tarafından fethedilmesinden “Dede Korkut” destanında da bahsedilmektedir. Kazan Han esir düştüğünde şöyle diyor: “Madem ki beni ele geçirmişsin, öldür beni, gavur…Sarp bayırda kaçmaya mecbur ettiğim kişi senin babandı, gavur…; Akçakale’de atıma bindim, Karun halkına sektirdim, onların beyaz kalesinin bir kulesini yıktım.” Kazan Han tarafından kullanılan “beyaz kale” ifadesi ve Akçakale coğrafi teriminin ortaya çıkması bir raslantı değildir. Bu terim, “Akçakale (Gag) kalesinin üzerinde inşa edildiği ve kendisiyle birlikte bir bütün oluşturduğu kayanın, kalenin açık sarı renkli taş duvarlarıyla birlikte beyaz renkli bir bütün görünümü veren beyaz kül renkli külteden oluşmasının” doğal bir yansımasıdır.

Akçakale; Hornabuci, Agarani ve Kavazin kaleleriyle birlikte büyük sultan Alparslan tarafından kendi vassalı olan Gence (Arran) hükümdarı Fazl Şeddad’ın yönetimine verilmişti. Akçakale (Gag) kalesinin bu dönemde Alparslan tarafından fethedildiğini kanıtlayan bilgiler Gürcü kaynaklarında da bulunmaktadır. Bu kaynaklarda, Alparslan’ın ordularının Güney Kafkasya’yı terkini müteakip 1069/1070 yılında “Çar Bagrat’ın Gag kalesini geri aldığı” belirtilmektedir. Fakat, kale Gürcü çarının elinde fazla kalmadı. Zira, Çarın düşmanlarından biri olan güçlü feodal İvane Bagvaşi, “Gag kalesini Çar Giorgi’nin (1072 yılında ölen Çar Bagrat’ın halefi-Y. N.) adamlarından geri alarak Gence hükümdarı Fadlon’a (Fazl Şeddad – A. A.) sattı.” Böylece Fazl Şeddad tekrar kalenin sahibi oldu: “ve (o zaman) sultan Melik Şah bütün Hıristiyanların düşmanı olarak geldi.” Sultan Melik Şahın kaynakta adı geçen seferi, İ. A. Cavahişvili’ye göre 1073/1074 yıllarında gerçekleşmiştir. Bu seferi öncekilerden faklı kılan, Türklerin artık haraç almakla yetinmeyerek, Doğu Gürcistan’ı, Arran’ı ve Ermenistan’ı tamamen ele geçirip, buradaki tüm önemli stratejik ve idari noktalarda kendi askeri birliklerini yerleştirmeleri olmuştur. Kaynaklarda XII. yy. birinci yarısında yaşamış Çar David’in tarihçisi olarak geçen ancak kimliği bilinmeyen yazara göre, bu dönemde “Gürcü çarlığının sınırları küçük Lih dağları olmuştur.” Sultan Melik Şah yeniden fethedilmiş Azerbaycan ve Gürcistan topraklarının yönetimini kuzeni emir Kutbettin İsmail’e verdi.

Bundan sonra, bu topraklarda Türk kabilelerinin toplu şekilde meskunlaşması süreci başlamıştır. Yazarı bilinmeyen doğu kaynağındaki bilgilere göre, bu süreç özellikle 1075/1076 yıllarında Tiflis ve civar bölgelerin fethedilmesiyle güçlenmiştir. Bu konuda çar David’in tarihçisi de bilgi vermektedir. O, “bu dönemde (1070-80’li yıllar kastedilmektedir) Tiflis’in, Rustavi şehirlerinin, tüm Somhiti’nin, Samşvilde’nin ve Agarani’nin Türklerin elinde bulunduğunu” belirtmektedir. Yazarın ifade ettiğine göre, Türkler “sonbaharda tüm göçebeleriyle birlikte Somhiti’den geçtiler, daha sonra Tiflis’ten Berde’ye kadar Kür nehri boyundaki Gaçiani’de ve İori nehri sahillerinde yerleştiler. Burada kendi çadırlarını kurdular. İlkbaharın gelmesiyle Somhiti ve Ararat (vilayetlerindeki – Y. N.) dağlarına çıkmaya başladılar.”

Bu kaynak Türk kabilelerinin sadece Kür ve İori (Gabırrı) nehirleri boyunda değil, ayrıca adı geçen vilayetlerde de yerleştiklerini göstermektedir. “Ararat” terimiyle, metinden de anlaşıldığı gibi, sadece dağın kendisi değil, ayrıca ona bitişik sıra dağlar da kastedilmektedir. Kaynakta adı geçen “Somhiti ve Ararat” vilayetlerindeki dağlar Kür’ün sağ sahilinden Ararat’a kadar uzanan sıradağları teşkil eden, Somheti, Bambak ve Türkiye’nin Kağızman ilçesi sınırları içindeki Ağrı dağıdır. Yani bu topraklar, “Dede Korkut” destanında Kazan Hanın: “Benim bir köküm beyaz kayanın kaplanından, diğeri ise Ak-Saz aslanından geliyor…” diye bahsettiği Akçakaleden (Gag) Surmari’ye kadar olan bölgelerdir. “Beyaz Kaya”dan yukarıda da belirtildiği gibi Ahçakale’nin, yani “Akçakaledeki içkale”nin anlaşılması gerekir. Ak-Saz ise Arpa nehri sahilinde bulunan, nehrin Araz’la kavuştuğu yerin yakınındaki bölgenin adıdır.

Oğuz destanının metinleriyle Orta Çağ’a ait tarihi kaynakların yukarıdaki kıyaslaması, kanımızca destandaki Akçakale kalesiyle, Gürcü tarih kroniklerindeki Akçakale/Gag kalesinin birbirinin aynısı olduğunu tamamen ispatlamaktadır. Belirtmek gerekiyor ki, XV. yüzyıla kadarki döneme ait tarih risalelerinde Akçakale teriminin bulunmamasının nedeni, XII-XIII. yüzyıllardaki politik olayların gelişimiyle alakalıdır. Bu dönemde, Selçuklu Devleti’nde Sultan Melikşah’ın ölümünü müteakip başgösteren ve on yıldan fazla süren iç savaş etnik açıdan karmaşık ve ekonomik açıdan bölünmüş bir yapıya sahip İmparatorluğu yıkmıştır. Civar vilayetlerin hükümdarları, özellikle de Gürcü Çarı IV. David bu ortamdan yararlandı. Çar IV. David XI. yüzyılın sonlarına doğru Selçuklara haraç ödemeyi reddetmiş, XII. yüzyılın başlarından itibaren ise Gürcü Çarlığı’nın eski topraklarını geri almaya başlamıştı. 1110 yılında, David, Türklerin Somhiti’deki önemli bir kalesi olan Samşvide kalesini ele geçirebildi. David’in tarihçisi bu konuda şöyle yazıyor: “Türkler Samşvide’nin (Gürcüler tarafından) ele geçirildiğini öğrenince Somhite’deki birçok kalelerini bırakıp kaçtılar.” Somhiti’de bulunan ve otuz yıldan fazla Türklerin yönetiminde bulunan Akçakale kalesinin de bu dönemde terkedildiğini kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Orta Çağ İslam tarihçisi İbni Kalanisi (İbni Azrak) bu Akçakale/Akşehir kalesini kastederek, hicri 571 yılının Muharrem ayında (Ağustos 1175) Azerbaycan Atabeyi Şemseddin Eldeniz’in ve müttefiklerinin “Lori ve Dmanisi ovalarına ulaştıklarını” ve Trialeti’deki “Akşehir bölgesine sokulduklarını ve yağmaladıklarını” belirtmektedir. Bu dönemden itibaren Moğol istilasına dek Gag/Akçakale, yeniden güçlenmiş Gürcü Çarlığı’nın sınırları içinde bulunmuş ve tekrar kendisini inşa eden Şahenşah Gagik’in adıyla adlandırılmıştır.

Kanımızca, özellikle bu yüzden, XIII. yüzyılın birinci yarısında yaşamış İslam tarihçisi Şihabettin Muhammet el-Nesefi (Celaleddin’le birlikte Orta Asya’dan gelmiş katibi) bile Akçakale’yi değil Gag’ı tanımaktadır. Oysa, aynı dönemde yaşamış el-Huseyni ve İbni Esir Akçakale’nin Türkçeden Farsçaya birebir tercümesi olan “Sefidşehir” terimini kullanmaya devam etmişlerdir. XV. yüzyılda kalenin Halil Bey tarafından onarılmasından sonra “artık uzun süreden beri bu topraklarda yaşayan” Türk evlatlarının hafızasında kalmış Akçakale adı tekrar kullanılmaya başlanmış ve kale, tamamen yıkıldığı XVIII. yüzyıla kadar bu Türk adıyla tanınmıştır.

Ek

“Çar David’in Hayat Hikayesi”nden

(Sayfa 318) Bundan sonra Sultan Melikşah geldi, Samşvilden’i kuşatmaya alarak, orayı yağmaladı ve gitti. Aynı yılda Serhenk (Savtekin) sultan ordusuyla gelerek Samşvilde civarındaki ovaya yerleşti..

Türklerin güçlenmesiyle Grekler Doğu’daki vilayet, kale ve şehirlerini bırakarak oradan uzaklaştılar. Türkler bu şehir ve kaleleri ele geçirerek oraya yerleştiler. Türklerin sınırlarımıza yaklaşmasıyla (319) korku ve kaygılarımız artmaya başladı, onlar ise o dönemden beri biz Hıristiyanları yağmalamaya, yakıp yıkmaya ve esir almaya başladılar.

Daha önce Karini’yi elegeçirmiş emir Ahmet’in önderliğindeki çok sayıda Türk, bu dönemde Kveli civarında bulunan Çar Giorgi’nin üzerine aniden saldırdı. Hıristiyanların ihaneti sonucunda, Türkler Çar Giorgi ve ordusunu kaçmaya mecbur ettiler, zengin hazineleri, çar sofrasının gümüş ve altın eşyalarını, Bagraratilerin kıymetli kase ve kaplarını, çarın ve tüm didebulların çadırlarını toplayıp gitiler. Yenilgiye uğramış çar Giorgi Acara’dan geçerek Abhazya’ya gitti.

Bu ganimetlerle geri dönen Ahmet’in ordusu yolda Bizans üzerine giden büyük Türk emirleri Yas ve Bujğuş ve onların beraberindeki çok sayıda Türkle karşılaştı. Onlar bu kadar altın ve serveti gördüklerinde, Giorgi’nin yenilgisini öğrenerek şu sözleri duydular: “Niçin Bizans’a gidiyorsunuz?

Bakın, işte karşınızda kimsesiz ve bu tür ganimetlerle zengin olan Gürcistan”. O zaman onlar yollarından dönüp, ülkemizin tüm bölgelerine çekirge gibi yayıldılar.

Ivanoba gününde Asisporni ve Klarceti’nin deniz kıyılarına kadar, Şavşeti, Acara, Samtshe, Kartli, Arkveti, Samokalako ve Cgondidi Türklerle doldu. Türkler bu bölgelerde ilkbahara kadar kaldılar; ülkedeki her şeyi yağmalıyor, ormanlara, kayalara, dağlara ve mağaralara sığınan herkesi öldürüyorlardı. Bu ilk ve büyük Türk istilasıydı; takvime göre on üçüncü dönem idi.

(321) Çar Giorgi tüm bunları görüyordu, fakat hiçbir yerden kurtarıcı güç ve yardım yoktu, çünkü Greklerin de gücü azalmıştı; Doğu’da deniz kıyılarına kadar ellerinde bulunan toprakların hepsini Türkler işgal etmişlerdi. Böyle olunca Çar Giorgi didebulları toplayarak büyük sultan Melik Şaha gitme kararı aldı.

Böylece o, Hıristiyanların kurtulması için ölümü göze aldı. Çar Giorgi Tanrıya güvenip, Hayatverici Haç’a sığınarak, Isfahan’a yollandı, sultanı gördü ve sultan öz evladı gibi onun suçunu affetti.

Eşsiz bir insan olan Melik Şah, büyük yüceliğe sahip, güleryüzlülüğüyle dünyaya gelmiş ve belki de gelecek olan tüm insanlardan daha üstün, adaletli, merhametli idi. Hıristiyanları severdi ve kısacası şunu söyleyim ki, onun kin tutmaması gibi birçok ibret alınacak yanı vardı. Melik Şah, Çar Giorgi’nin tüm isteklerini yerine getirdi, umutlarını yeşertti ve çarlığını yağmacılardan kurtardı. Kaheti ve Hereti’yi ona vererek çarlığının ileride sadece vergi ödemesini istedi. Büyük saygıyla şereflendirerek, yolda güvenliğini sağlamak ve Kaheti’yi ele geçirmek için büyük bir ordu ile kendi çarlığına gönderdi. Sonbaharda Kaheti’ye geldiler, Veji kalesinin yakınında yerleştiler ve savaşa kadar kar yağdı.

Doç. Dr. Yunis NESİBLİ

Bakü Devlet Üniversitesi / Azerbaycan

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 4 Sayfa: 722-730

TARİH : SÜLEYMAN – I (KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN)

Osmanlı-038

SÜLEYMAN – I

Yuvarlak çehreli, ela gözlü, arası açık kaşlı, doğan burunlu ve seyrek dişli olarak tasvir edilen Sultan Süleylan uzun boylu, mevzun ve yakışıklı, söz ve hareketleri ölçülü ve nazik idi. Âlim, şair ve hakimlerle bulunmakta hoşlanır, hoş sohbet, hulasa, maddi ve manevi bütün iyi hasletleri şahsında toplamış bir pâdişah olduğunda bütün tarihçiler müttefiktir. 26 yaşında tahta geçip 46 sene saltanat sürmesi, devrninin umumiyetle zafer ve zenginliklerle dolu bulunması, imparatorluk camiasının nizam ve adalet esasları dahilinde idaresi, onun halk üzerinde çok büyük bir saygı ve sevgi uyandırmasının başlıca amilleridir. Uzun saltanat devresi boyunca Osmanlı orduları Avrupa, Asya ve Afrika kıt’alarında birço muharebeler yapmış, kazanılan zaferlerle imparatorluk arazisi her üç kıt’a üzerinde büyük genişlemeler kaydetmiş, bizzat birço seferlerin yüksek kumandasını üzerine almıştır. Devletin genişleme ve yükselmesinde şahsen büyük hissesi vardır. Bu büyük kumandanlık vasfı yanında amme hukukuna ve mevzuata riayette azami hassasiyet gösterdiği ve bunu tesiste de müstesna derecedeki adalet saygısının rol oynadığı, yerli ve yabancı kaynaklar ve müşahitler tarafından takdir ve hayranlıkla belirtilmiştir.

İRAN DOSYASI /// PROF. DR. SEMA KALAYCIOĞLU : Bir de İran Görüşmeleri Vardı Değil mi ?

Prof. Dr. Sema KALAYCIOĞLU

Az daha İran ve P5+1 nükleer müzakerelerinin akıbetini gözden kaçırıyorduk.Oysa hafta sonu, takvimi ayın 30 una döndürmeye hazırlanırken en az Yunanistan konusu kadar, hatta belki ondan daha önemli olan İran gelişmelerini dikkate almak ve 30 Haziran, İran kadar dünyanın nükler geleceğine ne getirecek diye düşünmek gerekir.

Son Merhaleye Adım Adım
ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve İran Viyana’da yeniden buluşmaya hazırlanırken, uzaktan görünen tabloda “zarif” bir üslup içindeki karşılıklı restleşmeler var. Oysa en azından İran nükleer çalışmalarının askeri boyutu ile uluslararası denetleme için şeffaflık sağlanması konusunda bir uzlaşma olduğunu sanıyorduk. Şimdi bize arada hala büyük anlayış farklarının olduğu bilgisi geliyor. Son tarihe az kala bu ne demek şimdi?

Yaz Sıcağında Viyana
Viyana bu tarihlerde çok sıcak ve bunaltıcı olabilir. Dolayısı ile başta Kerry olmak üzere nükleer görüşmelere katılacak delegasyon, içerde ve dışarda yine pürçek pürçek terleyebilir. İran haklı olarak üzerindeki ekonomik baskının bir an önce kaldırılmasını istiyor. Bir adım daha atmazdan önce görüşmelerden somut bir çıkar beklediğini ihzaz ediyor. ABD hep umutlu. İran ve ABD dışındaki P5 de başarısızlıktan çok, başarı beklentisi içinde olduklarını belirtiyorlar. Ama görüşmeler yavaş, ama konular karmaşık.

İyi Bir Anlaşma Nasıl Olacak?
Uranyum zenginleştirmeyi, beklenen ve istenenden daha fazla azaltarak, P5+1 in önünü açan İran’ın yaptırımların kısmen de olsa ivedilikle kaldırılması beklentisine cevap veren her anlaşma iyi bir anlaşma olacak. Özellikle SWIFT ve uluslararası transfer kolaylıkları, ülkeye hem nefes aldıracak, hem de yolsuzluk denetiminde elini güçlendirecek. Sonbahar işaret edilerek, ticaret engellerinin yine kısmi de olsa kaldırılması İran’a uluslararası pazarlarla yeniden buluşma imkanı verecek. İşin taşıma(navlun) ve sigorta işlemleri yönü de cabası.
İran uluslararası yatırımlara aç ve susuz. Uluslararası yatırımcılar da gözlerini yaptırımlara dikmiş bakıyor. Hani tamam dense, bugün veya yarın soluğu İran’da alacaklar. Onlar, iğneden ipliğe, inşaattan enerji sektörlerine kadar vaadde bulunuyor. Ama gelin görün ki iyi anlaşmanın P5+1 için de iyi olması şart.

“Zarif” bir Üslup Hamaney’in Gölgesinde
Bu gün hemen her delege gibi, İran Dışişleri Bakanı Zarif’ te Viyana’ da olacak. İşlerin öncelikle yaptırımlar dışında teknik hesaplamalara düğümlendiği anlaşılıyor. İran, hali hazırda azalttığı zenginleştiilmiş uranyum stoklarını ne kadar zamanda ve nasıl eritecek? Gelecekte zenginleştirme santrfüj’leri hangi amaçla kullanılacak? Uluslararası denetimler ne sıklıkta ve hangi kapsamda yapılacak? Bu soruların cevabı aslında bugüne kadar verilmiş ve zaten Uluslararası Atom Ajansı tarafından standard kurallara göre belirlenmiş durumda. Uzmanlar yaptırımlar da dahil olmak üzere hepsinin kayda geçirilmesi 30 Haziran’a kadar tamamlanamasa bile 9 Temmuz’a kadar tamamlanabilir diye hükmediyor. 9 Temmuz’dan sonra ise 60 günlük bir gözden geçirmeyi müteakkiben yani 9 Eylül’de teorik olarak herşey yoluna girebilir. Ama işin içinde bir de Hamaney faktörü var.

Kum Gölgesinde Natanz ve Fardow
Hala iki temel sorun var: Bunlardan biri, görüşmelee genellikle olumlu bir ivme veren Ayetullah Hamaney’den gelen itiraz. İran’ın nükleer araştırmalarının 10 yıl ertelenmesinin mümkün olmadığını ifade eden dini lider, bir taraftan dini olduğu kadar dünyevi liderliğini dünyanın gözleri önüne sererken diğer taraftan da İran’ın ulusal meselelerine Kum’dan sahip çıkıyor. Ama Natanz ve Fardow üzerinden yürüyen tartışmalar üzerine bir de kum fırtınası yağdırıyor. Bu da Batı’da işin İran ulusal projesi değil, bir “Şii ekseni projesi” olduğu algısını yaratıyor. Bu nedenle P5+1 dışında olmakla birlikte başta Suudi Arabistan olmak üzere diğer Körfez ülkeleri ve İsrail’in de muhtemel bir anlaşma ile ilgili teyakuzunu tetikliyor.

Lider Ruhani başka, ruhani Liderlik bambaşka
Aslında bence bir kaç adım geri durup İran işlerinin daha çok ruhani boyutuyla ilgilense, dünya işlerini de Ruhani’ye bıraksa daha iyi olur. Diğer konu ise daha önemli ve İran ve P5+1 arasında hala güven sorununun aşılamadığı ile ilgili (tabii bu yargıdan Çin ve Rusya ile İran arasındaki ilişkiyi tenzih etmek gerekir). Belki Hamaney işi sadece Ruhani ve Zarif’e bıraksa, güven daha kolay tesis edilir ve 9 Temmuz tarihi de engele takılmaz.

[tags İRAN DOSYASI, PROF. DR. SEMA KALAYCIOĞLU, İran Görüşmeleri

TARİH : BOLŞEVİK İHTİLÂLİNDEN SONRA KIRIM

Turk_Dunyasi-038

BOLŞEVİK İHTİLÂLİNDEN SONRA KIRIM

1930-1933 yıllarındaki açlık, Kırım’ı Stalin’in totaliter rejimine açan bir aşama haline geldi. Rejim, genel olarak Kırım halkını yarımadasından, hatta İmparatorluğun Avrupa bölgelerinden kovma süreci olarak değerlendirilebilir. Sürgün sürecinin art arda gelen iki aşaması vardı ve bunlar ortamın genel durumuyla açıklanıyordu.

Birinci aşama (1942 yılına kadar), milletin en iyi temsilcilerinin, halkın liderleri olan şahısların gerçek fiziksel yok edilişini kapsıyordu. Bu süreç, her ay içinde onlarca, hatta yüzlerce Kırım aydınının idama götürüldüğü 1936-1938 yıllarında doruk noktasına ulaştı. Son darbe, 17.04.1938’de gerçekleşti; Akhisar Hapishanesi’nin avlusunda daha önce Stalin cellatlarının bile el kaldırmadığı Tatarların büyük bir grubu kurşuna dizildi. Bu grubun içinde ünlü, yalnız tüm Sovyetler Birliği’nde değil tüm dünyada bilinen bilim adamı, yazar, aydınlar vardı (A. S. Ayvazov, O. Akçokraklı, U. Bodaninskiy, N. Mamut, S. Hattatov). Böylece yalnız birkaç dakika içinde halkın manevi kültürünün başı kesilip atıldı. Kırımdan ayrılanlar da kurtulamadı, Tatarlar tüm Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde aranıyordu ve bulunanlar cezalandırılıyordu. Büyük bilim adamı Bekir Çoban Zade bu şekilde yakalanıp idam edildi.

İkinci aşama, kanlı baskılarının kitlesel ve total olmasından ibaretti ve bu nedenle de soykırım olarak değerlendirilir. Bu soykırım, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk aylarında gerçekleştirilecekti. Aslında bu savaş soykırımı hazırlamıştı. Savaşın olduğu bir dönemde Kremlin’den gelen emirleri değerlendirme zamanı yoktu. Yönetim (Devlet Savunma Komitesi), her türlü suçu işleyebilirdi ve yaptıklarının savaşın gerekliliği olduğunu söyleyerek hiçbir ceza almazdı. Kırım’ı işgal için hazırlayarak, yarımadadan ekmek stoklarını, hayvanları alıp götürdü, malzeme depolarını yaktı, düşmana bırakılan Sovyet insanına gerekecek her şeyi havaya uçurdu. Bu nedenle de Almanlar Kırım’a gelmeden yeniden suni olarak yaratılmış bir açlık başladı. 1942 yılında geçici olarak kurtarılan yarımadanın Kerçensk ve Tamansk bölgelerinde yaşayan Tatarlar toplu olarak kovulmaya başlandı ve bu konuda hiçbir açıklama yapılmıyor, hiçbir neden gösterilmiyordu. Tatarların ana kısmı ceza organları için ulaşılmaz bir yerdeydi, bu nedenle de onların sırası Alman askerleri Kızılordu tarafından püskürtüldükten sonra geldi.

1945 yılının 18 Mayıs günü, büyük bir trajedinin, Tatarların en üzüntülü günü olarak Kırım tarihine geçti. Tüm Kırım halkı yük vagonlarına bindirilip Orta Asya’ya gönderildi. Onları boş bir bozkıra bıraktılar. Bir yıl içinde halkın %46,2’si açlıktan ve hastalıktan öldü. Bu şiddetli kampanyada Kırım’ın Rus asıllı sakinleri gönüllü olarak yer alıyordu; söz konusu yardımcıların sayısı 20.000 kişi kadardır. Silâh kullanabilecek herkes bunlar arasında yer alıyordu. Hanlığın Rusya tarafından işgali yapıldığı 1783 yılında ortaya çıkan "Kırım Tatar sorunu”nun gerçekleştirildiği çözüldü. Geçen 160 yıl içinde bir çok hükümet, hükümdar, devlet ve ideolojileri değişti. Ancak Rusların Kırım’ın Türk halkına olan yaklaşımı asla değişmedi. Ruslar, bu insanları ikinci sınıf olarak değerlendiriyor ve dünyamızın en güzel köşelerinden gitmeleri gerektiğini düşünüyor.

Şimdi örneğin, Tatarların yarısı Kırım’a döndü, yarısı Kırım’a dönemediği için hâlâ bulundukları yerlerde sürgünde oturuyorlar. Moskova gibi, şu anda yarımadanın bağlı olduğu Ukrayna da, bu tarihî haksızlığı düzeltmek için hiç acele etmiyor.

Suçsuz olan halkın cezası yarım asırdan fazla sürüyor.

TARİH : DİKTATÖR DEVLET FEODALİZMİ

Ramazan_Demir029

DİKTATÖR DEVLET FEODALİZMİ

Sorgulayan bir eğitim almamış, boş dimağlı, hakkını hukukunu aramayı bilmeyen toplumları (insanları) yönetmek kolaydır. Bunun için bireyin ‘muhtaç’ konumuna getirilmesi gerekir. Bu da, bir toplumsal mühendislik projesiyle olur.

***

Anadolu’da, eskiden beri toplumun belli kesimlerinde ve bölgelerinde egemen olan feodal bireysellik (güçler) yaygındı; toplumun sömürülmesi bunun yansımasıydı; ağalık, şeyhlik, seyitlik, mirlik vs…

Toplumun yavaştan gözünün açılmasıyla bu bireysel feodal güçler giderek devre dışı kaldılar. Bu ilkel güçler zaman içinde toplumun uyanışı ile azaldı gibi görünse de kalıntıları hala devam ediyor bazı bölgelerde…

Bireysel feodalizmin yerini şimdilerde devlet feodalizmi aldı…

***

Hakkını hukukunu bilen, yeniliğe aç ve açık insanları kumanda edemeyeceklerini iyi bildikleri için, bu kez, insanlar menfaat bağıyla Devlete muhtaç konumuna sokuldu… Ağaların, şeyhlerin, mirlerin yerine "devlet feodalizmi" oluştu. Nitekim Ülkemde 17 milyon yoksul, 6 milyon işsiz vatandaşın oluşması, amaçlanan devlet feodalizminin örtülü sonucuydu.

Vatandaş ekonomik olarak bir güce muhtaç durumda kalmalıydı ki insanca yaşama haklarını arama, güçlü iradeye, despotizme karşı çıkma ihtimali kalmasın. Bu riskin ortadan kalkması gerekiyordu, işte son 13 yıldan beri yapılan, uygulanan buydu…

***

Devletin kaynaklarından nemalanmanın yolu, diktatör olmaya hevesli örgütlü cehalet ürünü güruhun türediğini bilen yanar-döner fırsatçıların ihanetlerine şahit oluyoruz. Suratlarında bir tomar kılla renkli camlarda kargalar gibi "kargalaşma" bolluğu tesadüfi değildir…

Birilerinin uzuv kiri olmayı yeğleyen biatçi mürai topluluklar, yakaladıkları yağlı kemikleri, hak etmeden geldikleri mevkileri, koltukları kaybetmemek için her türlü hileyi yapmayı "mubah" saydılar ve üstelik "dinin gereği" diye de fetvalar uydurdular. Onlara göre "din" maske olarak kullanılması gereken bir araçtır; din, Allah’a samimi bağlanma değildir bu mürai güruhça…

Kıl suratlı kokarcalar, karanlık ruhlarıyla katranlı günahkârlar güruhu topluma egemen oldu…

***

Eğitimli, bilinçli, sorgulayan insanların çoğalmasını istemezler…

Çünkü o zaman heybeleri dolmayacak ve çirkef ruhları olanca pespayeliği ile ortaya serilmeyecektir… Şartlanmış, menfaate dayalı biatçi, yıkanmış beyinlerini doğruya yöneltmek ve inandırmak hiç kolay değildir.

Siz istediğiniz kadar gerçekleri anlatmaya çalışın; karşınızdaki, beynin algı kapasitesi kadarını alacaktır; o da, biat ettiği gücün lafazanı ve benliğinin kölesi olan canı isterse!..

***

Belli kişilerden, sıkça "alıntı" yaparak insanların düşünme ve tartışma yeteneklerinin körelmesine aracı olmayı sevmediğim için değer verdiğim düşünürlerden alıntı yapmıyorum. Daha çok, özüme ait bazı düşüncelerimi aktarmaya çalışırım. Bu yazımızın konusu ile ilgili bir alıntı, istisna olarak, yapalım Aristo’dan… "Bir tiran, dine, herkesten fazla bağlı görünmelidir. Tebaası, onun Allah korkusu taşıdığını zannetmelidir. Böylece zorbanın haksızlık etmeyeceğini düşünür ve ona karşı tavır almazlar." (Aristo).

Asırlar öncesinden Aristo, bugünlerde Türkiye’nin yaşadığı manzarayı tarif etmiş…Ne denilebilir ki!

Düşünmek ve sorgulamak gerek…

Prof. Dr. Ramazan DEMİR

http://www.r-demir.com

FETULLAH CEMAATİ DOSYASI : Gülen’in en yakınındaki isimden şok i tiraflar

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Başsavcılığa gönderdiği gizli raporda, Fethullah Gülen’in en yakınında bulunmuş ve raporda adı X olarak kodlanan isim çarpıcı ifşaatlarda bulunuyor. Rapora göre, "Paralel Yapı devleti ele geçirmeye çalışan bir terör örgütüdür. Bu örgüte, hükümete yönelik faaliteyetleri için CIA ve FBI ders verdi" denildi.

Emniyet Genel Müdürlüğü, Fetullah Gülen’in liderliğini yaptığı Paralel Devlet Yapılanması (PDY) ile ilgili gündeme damgasını vuracak "GİZLİ" ibareli bir rapor hazırladı. 9 Mart 2015 tarihli rapor Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği talimat üzerine hazırlandı. Talimatta Gülen’in liderliğini yaptığı PDY’nin bir terör örgütü olup olmadığı soruldu. Başsavcılık, Emniyet’ten, konunun incelenmesi ve bir rapor hazırlanmasını istedi. Gelen talimat üzerine 53 sayfalık kapsamlı bir rapor hazırlayan Emniyet’in Başsavcılığa gönderdiği Genel Müdür Yardımcısı Zeki Çatalkaya imzalı 543-40025 sayılı dosyada şok detaylar yer aldı.

GÜLEN’İN EN YAKININDAKİ KONUŞTU

"Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet yapılanması (FETÖ/PDY)" konulu rapor 4 başlıktan oluştu. Raporun başlıkları "FETÖ/PDY", "Terörizm ve genel hususlar", "ayrıntılı inceleme", "netice ve kanaat" şeklinde sıralandı. Raporda Gülen’in en yakınında bulunmuş, ancak ismi gizli tutularak X olarak kodlanan bir ismin ifşaatlarına geniş yer ayrıldı. Gülen’in en yakınındaki ismin anlattığı okuyanları şok eden detaylar şöyle:

BAY X’TEN GÜLEN TERÖR ÖRGÜTÜ: Devletin resmi kurumlarındaki yapılanmayı kendi tabiri ile Necatibey caddesindeki evdeki toplantıda şöyle söylemişti: "Bir gün bana Ankara’da bin evimiz olduğunu söyleyin, devleti paçasından şöyle bir tutacağım, devlet uyandığında yapacağı hiçbir şey kalmayacak. Bir kere vuracağız tam varacağız" demişti.

CIA VE FBI’DAN EĞİTİM: CIA ve FBI tarafından hükümete yönelik faaliyetlerine ilişkin kültür merkezlerinde alt kadroya eğitim verdi. Bunun en iyi örneği 17 Aralık operasyonudur. Bu girişim tamamen hükümeti ortadan kaldırarak devletin tüm kurumlarıyla zayıf düşürmek amacını taşımaktadır.

GÜLEN PİŞMAN OLMUŞ: Fetullah Gülen’in çevresindekilere 17 Aralık sürecine ilişkin "Keşke şimdi yapmasaydık" dediğini duydum. Bu operasyon başarılı olsaydı Gülen yurda dönecekti. Bu başarısızlık cemaatin Amerika ve İsrail nezdinde prestij kaybetmesine neden olmuştur.

ERDOĞAN’I ÖLÜMDEN FİDAN KURTARDI: MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın yerine emniyet kökenli R. getirilerek dış güçlerin ve paralel yapının hedefleri doğrultusunda hizmet ettirilmek istenmiştir. Tayyip Erdoğan rahatsızlandığı zaman cemaate ait bir hastaneye yatırıldığını duyan Hakan Fidan, hızlı bir şekilde hastaneye yetişip ameliyata mani olmuş ve paralel yapının yapmak istediği tehlikeli sonuca engel olmuştur. Bu nedenle Paralel yapı ve İsrail’in sevilmeyen adamı Hakan Fidan olmuştur.

DÜNYAYI FETHEDECEKTİ! : Fetullah Gülen (Necatibey caddesindeki evde) 5. katta yapılan bir toplantıda bizlere "Allah izin verirse bir gün gelecek bu dünyayı fethedeceğiz ama önümüzde Bedirler, Uhudlar var, çetin geçeceğimiz yollar var. Akan kanlarımıza rağmen arkadan gelenler aynı yoldan devam edecektir" diyerek bizleri motive etmiştir. İletişim ağı kurmada Ulak sistemini Humeyni modelinden almıştır.

TATBİKAT İÇİN NOT KÂĞITLARINI YEDİRİR: Ben sorumlu bir kişi olarak talimatları Gülen’den alırım. Hiçbir adım Gülen’in onayı olmadan olmaz. Hoca gündemle ilgili gerekli talimatları verir. Talimatlarını yenilebilir küçük kâğıtlara yazdırırdı. Sanki polis baskını varmış gibi tatbikat yaptırılır not kaâğıtları bize yedirilirdi.

AMERİKA’YA RAPOR: 96 ve 97 yıllarında CIA’dan emekli olmuş ve hala görevde olanlardan bazıları gelerek Türkiye’nin, Orta Asya’nın MR’ını çektiler. Ayrıca cemaatin bölgedeki gücünün tespitini yaptılar ve bizler bunları gezdirdik onlara yardımcı olduk. Akabinde bunları rapor haline getirip Amerika’ya gittiler. Gülen kendi ağzından cemaat sayesinde Amerika’nın bir kapı araladığını söylemiştir.

GÜLEN OKULUNDA CIA AJANI: Cemaate ait yurt dışındaki okullarda CIA görevlileri de öğretmen olarak çalışır. Amerika’da Ortadoğu ve Türkiye masasında Yahudi görevliler var. Gülen bu masalar tarafından sorgulandığını bizzat bana anlatmıştır. Amerika hangi ülkeyi terör örgütü ilan ederse Fetullah Gülen’i çağırarak deklare etmesini istiyordu.

BÖCEKLERİ KOYANLAR BUNLAR: Emniyet Genel Müdürlüğü üzerinde dinleme merkezi kuranlar, Başbakanın ofisine böcekleri yerleştirenler, herkesi dinleyerek fişleyenler, herkesi kameraya çekenler bunlardır. Bunların sıradan bir teknoloji ve stratejiyle çalıştığını düşünmeyin.

BU GAZETEYİ ÇIKARTMAYIN: Zaman gazetesinde, 28 Şubat sürecini destekleyen, Erbakan ve hükümet aleyhinde yazılar yazılmıştır. Fetullah Gülen, Erbakan’ın istifaya direnmesi sürecinde 5. Kat toplantısına geldiğinde elinde Zaman gazetesini oradakilerin yüzüne fırlatarak "Bir hükümeti bile deviremeyen bu gazeteyi çıkartmayın" demiştir.

DOSYADA Kİ ŞOK DETAYLAR

Emniyet’in Başsavcılığa yolladığı dosyada Bay X’in gündem yaratacak ifşaatları:

Paralel yapıya CIA ve FBI eğitim verdi.

Erdoğan’ı paralel hastaneye yatırıp öldüreceklerdi, Fidan kurtardı.

Gülen imamlara not kâğıdı yediriyordu.

Paralel modeli Humeyni’den aldı.

Gülen darbe yapamadı, İsrail ve ABD’nin gözünden düştü.

Okullarda öğretmen olan CIA ajanları var.

Tankların Gülen için yürümesini bekleyenler var.

Gülen’in gizli arşivi ortaya çıktı.

AÇTIĞI DAVALARA RET KARARI ÇIKTI

Fetullah Gülen’in, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık’a açtığı hakaret davaları reddedildi. Gülen’in, çeşitli tarihlerdeki konuşmalarında "kişilik haklarını ihlal ettiği" iddiasıyla Erdoğan’a açtığı manevi tazminat davası reddedildi. Yine bir gazetede yer alan röportajında kendisine iftirada bulunduğu iddiasıyla Bakan Işık’a açtığı 50 bin liralık manevi tazminat davası da reddedildi.

TANKLAR GÜLEN İÇİN YÜRÜSÜN

Zaman zaman askeriye içindeki cemaat elemanları ile esnaf ağabeyleri bir araya gelirdik. Hem onlar biraz tatil yapmış olurdu hem de biz onlara işin manevi boyutunu anlatırdık. O zaman Fetullah’ın askere tavsiyesi şu olurdu. "Siz benim Bedir’imin, Uhud’umun Hamza’ları ve Ali’leri olarak yetişiyorsunuz" derdi. 30 yıldır askeriye içinde Fetullah hocanın emriyle bir gün tankları yürüteceğiz diye bekleyen kişiler var. Hava ve deniz cemaat yapılanmasının daha çok yerleştiği yerlerdir.

BUNLAR DA EMNİYET’İN TESPİTLERİ

Gülen’in en yakınındaki X kişinin anlatımlarına değinilen raporda Gülen cemaati ile ilgili Emniyet Genel Müdürlüğü’nün analiz ve tespitlerine de yer verildi:

Örgütün özellikle TSK, Emniyet, yargı, MİT, mülkiye ve bürokrasideki örgütlenmesi ile yasadışı faaliyetleri muhtelif tarihlerde resmi kurumlar ve istihbarat birimlerince hazırlanan çeşitli raporlarla devlet arşivine girmiştir.
Fetullah Gülen, ilk etapta devlete karşı savaş vererek hedeflere ulaşmanın yıpratıcı olacağını tespit emiş, bu nedenle mevcut sistemi yıkmak yerine devletin tüm kurumlarını ele geçirmeyi hedeflemiştir.

FETÖ/PDY örgütlenmesi gizlilik, hiyerarşik yapılanma, pelür kâğıtları ile haberleşme, özgeçmiş raporu verme ve kodadı kullanma gibi özellikleriyle yasadışı terörist örgütlenmelerin taktiklerini kullanmaktadır.

Örgüt, Emniyet teşkilatındaki kadrolaşmasını belirli bir düzeye ulaştırdıktan sonra buradaki gücünü operasyonlarının ana aracı olarak kullanmaya başlamıştır.

Örgüt, coğrafi, sektörel ya da kurumsal anlamda imam olarak ifade edilen sorumlulardan oluşan hiyerarşik bir düzene sahiptir. FETÖ/PDY mensuplarınca "Kâinat imamı" ve "mehdi" olarak kabul edilen Fetullah Gülen’in liderliğini yaptığı örgüt; danışma kadrosu, kıta imamları, ülke imamları, bölge imamları, il imamları, ilçe imamları, esnaf imamları, semt imamları, ev imamları üzerinden örgütlenerek tabana yayılmıştır.

Mülki idare, emniyet, TSK ve yargı için öğrenciler özellikle 4 kişilik gruplar halinde hazırlanmakta ve diğerleriyle iletişimi mümkün olduğunca sınırlanmakta, "hücre tipi yapılanma" modeli uygulanmaktadır. Bu öğrencilere sınav soruları sınavdan önce verilir. Buna "Fetih okutmak" denir. "Fetih okutmak" sınavda çıkacak soruların önceden öğrencilere verilip ezberletilmesine denir.

Örgüt mensuplarına yönelik yapılacak operasyonları önceden öğrenebilmek ve tedbir almak için örgütün devletin tüm resmi kurum ve kuruluşlarını bilgi işlem altyapılarına (UYAP, POLNET, TÜBİTAK, TİB vb) alınan adli ve idari tüm tedbirlere rağmen sızıldığı tespit edilmiştir.

Örgüt, imam ve ağabeylik görevlendirmeleri öncesinde elemanlarına 10 maddelik bir metin üzerinde yemin ettirir. Bu şahıslardan 18 maddelik prensiplere uyması istenir. (Sabah)

http://haber.star.com.tr/guncel/gulenin-en-yakinindaki-isimden-sok-itiraflar/haber-1040566

PROJECT MK ULTRA /// MIND CONTROL TECHNICS

PROJECT MK ULTRA.pdf

IRAK DOSYASI : ULUSLARARASI HUKUK VE IRAK ANAYASASI AÇISINDAN AZINLIKLARIN İNSAN HAKLARI

ULUSLARARASI HUKUK VE IRAK ANAYASASI AISINDAN AZINLIKLARIN NSAN HAKLARI.pdf

EKONOMİ DOSYASI : TÜRKİYE’NİN YÜKŞELİSİ VE BRİC BÖLGESİ

TRKYE’NN YKELS VE BRC BLGES.pdf

SURİYE DOSYASI : SURİYE’DE GÜVENLİ BÖLGE TARTIŞMALARI

SURYE’DE GVENL BLGE TARTIMALARI.pdf