Günlük arşivler: 16 Ağustos 2015

ÇİN DOSYASI : Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri’nin Haklarını Sav unmak Tarihi Sorumluluk

Kemal_Cicek34

Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri’nin Haklarını Savunmak Tarihi Sorumluluk

Geçen hafta Sayın Cumhurbaşkanı’nın Çin’e yaptığı ziyaret esnasında resmi görüşmelere Uygur Türkleri damga vurdu. Uygur Türkleri kimdir? Niçin mücadele ediyorlar? Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’nin “Doğu Türkistan İslami Hareketi’nin Çin’e yönelik terörist faaliyetlerine karşı olduğunu” söylemesi ne anlama geliyor? Türkiye’nin Uygur Türkleri ile dayanışma siyaseti sürecek mi?

Son haftalarda Çin’den kaçarak komşu ülkelere sığınan ve insan haklarına aykırı bir şekilde Çin’e iade edilen Uygurlar’ın haberlerini sık sık duyuyoruz. En son birkaç yüz Uygur Türkü de Türkiye’ye getirildi. Bu haberler Uygur Türkleri’ne olan ilgiyi artırdı. Bu yüzden bu hafta Doğu Türkistan sorununu ve Uygur Türkleri’nin dramını ele alacağız.

Çin’in en büyük özerk bölgesi

Çin hükümetinin Sincan (yeni yeni kazanılmış toprak) adını verdiği, tarihimizde Türkistan olarak bilinen bu bölge, Çin Cumhuriyeti’nin en büyük özerk bölgesidir. Çin topraklarının yüzde 16’sını kapsamaktadır. Tarih boyunca Hun, Göktürk, Türgiş, Karluk, Çağataylılar, Timurlular, Kaşgariye gibi büyük Türk devletleri ile en son Doğu Türkistan Cumhuriyeti bu topraklar üzerinde kurulmuştur. 25-30 milyon Uygur’un yaşadığı bu son bağımsız devlet, 1949 yılında Komünist Çin tarafından Tibet’le birlikte işgal edilmiştir. Cumhurbaşkanı İsa Yusuf Alptekin vatanından kovulmuş ve sürgün hayatı yaşadığı Türkiye’de ölmüştür.

1949’dan bu yana özgürlük mücadelesi

Doğu Türkistanlılar 1949 yılından itibaren Çin’e karşı özgürlük mücadelesi vermekte, sık sık gösteriler düzenleyerek dünya kamuoyuna seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar. Bu gösteriler Çin tarafından şiddetli bir biçimde bastırılmakta, her defasında onlarca Uygur idam edilmekte veya yüzlercesi hapis cezasına çarptırılmaktadır. 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması ve sınırdaşları olan diğer Türk boylarının özgürlüklerine kavuşmaları Uygur Türkleri’ni cesaretlendirmiştir. Bu tarihten sonra Çin’in Uygurlar’a karşı asimilasyon ve tecrit politikaları da hız kazanmıştır.

Kültür Devrimi’nin kurbanı Uygurlar

Çin Cumhuriyeti 1949 yılında çok milletli bir devlet olarak kurulmuş ve bütün kimlikleri tanıyacağını deklare etmişti. Ancak Komünist Parti kısa süre sonra bu politikayı terk etti. Diğer milletlerin özerkliklerini “yerel milliyetçilik” olarak adlandırdı ve yasakladı. Özellikle 1966-76 yılları arasındaki Kültür Devrimi sırasında ülkede etnik gruplara karşı tavrını sertleştirdi. Din baskı altına alındı. Etnik milliyetçiliklere izin verilmedi. Hatta mutfak kültürlerini tanıtmaları bile yasaklandı. Doğu Türkistan’da camiler yıkıldı, dini liderler sürgüne gönderildi. Uygurlar, bu politikalara karşı direnişlerini daha da artırdı.

Çinliler’in barış süreci uzun sürmedi

1970 yılında Çin bu ayrımcı ve baskıcı politikalarını biraz gevşetti. Ülkede dini, etnik ve kültürel kimlikler daha rahat kendilerini ifade etmeye başladı. Ancak Sovyetler Birliği çatısı altındaki Türk Cumhuriyetleri’nin birbiri ardına bağımsızlıklarını kazanması, Çin hükümetini endişelendirdi ve liberal politikalar terk edildi. 1996’dan itibaren Uygur Türkleri üzerindeki baskılar artırıldı. Kitlesel tutuklamalar hızlandı. Yüzbinlerce kişi hapse atıldı. 2009 yılından itibaren Çin, Han Çinlileri’nden oluşturduğu devlet destekli sivil çetelerin Uygurlar’ı yıldırmak için yaptıkları katliamlara göz yumdu.

Uygur Türkleri’ni asimile çabaları

İnsan Hakları Örgütleri’nin raporlarına göre Çin, Uygurlar’ın bağımsızlık ve özgürleşme için başlattıkları direnişi bastırmak için gayriinsani yöntemlerle onları asimile etmeye çalışmaktadır. Uluslararası Af Örgütü resmi raporlarına göre Çin mahkemeleri tek celsede ölüm kararı verebilmekte ve idamları ibret olması için halka açık olarak infaz mangalarıyla geçekleştirmektedir. İddialara göre Çin, kurbanın organlarına izinsiz el koymaktadır. Uygurlar’ın nüfus artışını durdurmak için yasal sayıda bile çocuk sahibi olmalarına izin vermemektedir. İddialara göre bazı yıllar Uygur kadınlarının yüzde 49’u kürtaja tabi tutulmuştur.

Çinliler Türkistan’a naklediliyor

Çinliler’in uyguladığı önemli bir asimilasyon yöntemi ise “Yapı ve Üretim Kooperatifleri” projesi çerçevesinde milyonlarca Çinli’nin Sincan’a yerleştirilmesidir. Bunun dışında Çinli mahkûmlar da Doğu Türkistan çalışma kamplarına gönderilmektedir. 1991-1994 tarihleri arasında bölgeye gönderilen Çinli mahkûm sayısı 40 bini aşmaktadır. Mahkûmlar, cezaları dolduktan sonra bölgede zorunlu iskâna tabi tutulmaktadır. Bölgede Çinli memurlar işe alınmaktadır. Bu politikaların sonucunda 1949 yılında bölgede yüzde 4 civarında olan Çinli nüfus, bugün itibariyle yüzde 50’ye dayanmıştır.

Büyüyen Çin fakirleşen Uygur

Doğu Türkistan coğrafyası yer altı kaynakları bakımında çok zengindir. Petrol, doğalgaz ve uranyum gibi değerli madenler bölgede çok fazla bulunmaktadır. Kömür, altın ve yeşim taşı rezervlerinin yaklaşık yüzde 80’i, petrol ve doğalgaz üretiminin üçte biri Sincan’dan sağlanmaktadır. Buna karşılık milli gelirden Uygurlular’ın aldığı pay Çinliler’in 1/4’ü kadardır. Doğu Türkistan vilayetlerindeki resmi işsizlerin bile yüzde 90’ı Uygur’dur. Müslüman halk arasında açlık sınırında yaşayan kesimin oranı yüzde 80’lere dayanmıştır.

Uygur kültürünün izleri yok edilmekte

Çin’in bölgede Uygur ve Türk kültürünün izlerini silmek için türlü yöntemler uyguladığı biliniyor. Son olarak Çin’in eski Kaşgar şehrini yıkma kararı, Avrupa Parlamentosu’nun Kaşgar şehrini koruma altına almasıyla durdu. 2000 yıldan fazla bir zamandır bu bölgenin ve İpek Yolu’nun merkezi olan bu güzel şehir, şimdilik yıkılmaktan kurtuldu.

Ancak Avrupa Parlamentosu’nun Uygur medeniyet ve kültürünün korunması çağrılarına rağmen Resmi Kaşgar Uygur Basımevi raporlarına göre son yıllarda Hun ve Uygur kültür tarihine dair 128 eser yakılmış, 330 eser sansür edilmiş ve basımı engellenmiştir.

Uygurlar terörist mi?

Nicolas Becquelin adlı bir araştırmacıya göre Çin hükümeti ülkedeki Müslümanlar üzerinde baskılarını 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi saldırısından sonra artırmış, bu olayı Uygur özgürlük savaşçılarını terörist olarak etiketlemek için bahane olarak kullanmıştır.

Sincan halen siyasi mahkûmların idam edildiği tek yerdir. Maalesef birçok ülke Çin propagandaları yüzünden bağımsızlık yanlısı bütün Uygur parti ve derneklerini terörist olarak kabul etmektedir. Hâlbuki onlarca dernek ve parti sadece demokratik hak ve özgürlükler için mücadele etmektedir. Örneğin ABD, Çin’in baskılarına rağmen ETLO’yu terör listesine eklemedi.

Doğu Türkistan davasının efsane lideri İsa Yusuf Alptekin

1949’da Çin’in Doğu Türkistan’ı işgali üzerine ülkesinden ayrılmak zorunda kalan İsa Yusuf Alptekin Türkiye’ye gelir gelmez İstanbul’da Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti’ni kurarak Uygurlar’ın bağımsızlık mücadelesini sürdürmeye çalışmıştır. Bir konuşmasında, “Gönül arzu eder ki, Türkistan meselesinin halledilmesi davasında öncülük şerefi Türkiye’nin hakkı olsun” demişti. 

Uygurlar İslamcı değil Turancı mı?

Çin bütün bağımsızlık yanlılarının İslamcı teröristler olduğunu iddia etse de Doğu Türkistan bağımsızlık savaşçılarının önemli bir kısmı kendilerini Pan-Turkic milliyetçi olarak tanımlamaktadır. Bunlar komşu Türki Cumhuriyetler’den önemli bir destek almaktadırlar. Türkiye’nin soydaşlarının haklarını savunması tarihi bir sorumluluktur.

Prof. Dr. Kemal ÇİÇEK

PKK DOSYASI /// Yeni Şafak : Paralel polisler, PKK’ya istihbarat sızdırıyor

‘Sızdırılan istihbarat yüzünden polise daha kolay pusu kuruluyor’

Yeni Şafak gazetesi, "paralel yapı"ya mensup polislerin PKK’ya istihbarat sızdırdığını, bu sızdırmalar yüzünden PKK’ya operasyon yapılamadığı ve PKK’nın polise pusu kurduğunu iddia etti.

Yeni Şafak’ın bugünkü nüshasında (9 Ağustos 2015) yer alan haberin metni şöyle:

Doğu ve Güneydoğu’da PKK’ya yönelik düzenlenen operasyonların, emniyet içerisindeki paralel köstebekler tarafından örgüte haber verildiği ve bu şekilde polislere hain pusular kurulduğu ortaya çıktı. Paralel köstebeklerin emniyet operasyonlarını zayıflatmak istediği öğrenildi.

Türkiye genelinde tırmanan terör eylemlerine karşı yapılan polis operasyonlarının teşkilat içerisinden sızdırıldığı ortaya çıktı. Türkiye’ye adeta savaş açan terör örgütlerine yönelik haftalardır operasyon yapılıyor. Doğu ve Güneydoğu’da terör örgütü PKK’ya düzenlenen operasyonların ise bilgilerinin daha önceden paralel köstebekler tarafından sızdırıldığı belirlendi. Paralel yapı ve PKK işbirliği sonucunda ise PKK terör örgütü, polise daha kolay pusu kuruyor.

DOĞU’DA PARALELDEN ALGI OPERASYONU

Emniyet içerisinde uzun yıllar yapılanma ve darbe girişimiyle deşifre olan paralel örgütün Doğu’da PKK’ya sağladığı desteğin yanında, emniyet içerisinde algı operasyonları yürüttüğü belirlendi. Örgüte istihbarat taşıyan köstebekler, polis operasyonlarının bir kısmı başarılı olmayınca ‘Emniyet ne yapıyor, Doğu’yu PKK’ya mı verecekler’ algısını yaymaya çalıştığı söylendi. PKK’ya bilgi aktaran paralel yapının, emniyette ‘Doğu’yu PKK’ya verecekler’ algısı ise işbirliğini açıkça gösteriyor.

BİLGİLER HAVUZDAN AKIYOR

Paralel yapının oluşturduğu istihbarat havuzunun etkisinin devam ettiği ve PKK ile özellikle son dönemde güçlü bir etkileşime geçtiği dile getiriliyor. Terör örgütlerine yönelik operasyonlara ait bilgilerin havuzda toplandığı, örgüt elemanları tarafından buradan alınarak PKK’ya aktarıldığı ortaya çıktı. İstihbarat şubelerde paralel yapıya yönelik geniş çaplı temizlik yapılsa da, kendilerini saklayan paralel polislerin kullanıldığı ifade ediliyor. PKK terör örgütüne ait her türlü istihbarat ise zaten paralel yapının havuzunda bulunuyor.

KORKUNÇ İDDİA

Doğu’da yaşanan paralel PKK işbirliğinde gelinen boyut tehlikeyi gözler önüne seriyor. PKK’ya bilgi akıtan paralel köstebeklerin, emniyette zaman zaman ‘PKK operasyonu biliyor, başka bölgeye baskın yapalım’ diyerek, emniyeti yanıltmaya çalıştığı ve açıkça pusu kurulmasına destek verdiği iddia ediliyor.

TARİH : KUŞANLARIN MENŞEİ

İlk-Çağ-053

KUŞANLARIN MENŞEİ

"Yaptığı çalışmalarla gerek Türk, gerekse Kuşan tarihi ve medeniyetine ölümsüz yardımlarda bulunan Prof. Dr. Robert Göbl’ün aziz hatırasına…”

Gerek Çin gerekse klasik Batı kaynaklarının müşterek ifadelerine göre, M.Ö. II. yüzyılın ikinci yarısında, Batı kaynaklarında Sogdiana ve Bactria, Çin kaynaklarında ise Ta Hsia adı ile adlandırılan bölgelerin göçebe kabileler tarafından istilası neticesi, burada M.Ö. III. yüzyılın ortalarına doğru kurulmuş bulunan Bactria Grek Krallığı sükût bulmuş ve onun yerine, M.S. I. yüzyıldan itibaren yerli kayıtlarda "Kuşan” adıyla geçen, ancak Çinlilerin "Ta Yüeh-chih” demeye devam ettikleri bir devlet ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere Yüeh-chihlar, M.Ö. III. yüzyılın sonlarından beri Çin’in batısındaki Kansu bölgesinde otururken, kuzey komşuları Hsiung-nuların (Hun) baskısı neticesi yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlar, batıya doğru uzun bir yolculuktan ve bazı Çin kayıtlarına göre, yolları üzerindeki Vusun ve Sai/Saka gibi bazı kavimlerle epeyce mücadele ettikten sonra geldikleri bu yeni bölgede Kuşan devletini kurmuşlardır. Bu devletin kurucusu da Çin kayıtlarına göre, Ch’iu-chiu-k’i, sikke ve kitabelerden anlaşıldığına göre ise, Kujula Kadphises’tir. Kujula, kendi sikke ve kitabelerinde "Kuşan” yabgusu (hsi-hou) diye de anılıyordu. Çinliler, komşu devletlerin "Kuei-shuang” olarak isimlendirdikleri bu yeni devlete, onların "eski isimlerinden dolayı”, Ta Yüeh-chih demeyi sürdürmekle beraber, gerçekte yeni ortaya çıkan bu devletin kurucularının Yüeh-chihlar olup olmadığı hususunda tereddütlü birçok nokta mevcuttur. Ancak, ilim âleminde, "Kuşan” ismiyle anılan bu yeni teşekkülün "Yüeh-chih” adıyla ve menşeiyle açıklanması hâlâ devam etmektedir. Bu bakımdan, "Kuşan” adı ve "Kuşan”ların menşei hususu, çok sayıda epigrafik, arkeolojik ve nispeten az olan tarihî, lenguistik bilgilere rağmen yine de muğlaklığını sürdürmektedir.

KUŞANLARIN MENŞEİ.pdf

PKK DOSYASI : Zergele’nin şifresi

PKK ve Türkiye’deki işbirlikçilerinin, örgütün Zergele kampının vurulmasından sonra başlattığı “siviller öldürülüyor”, “TSK köy vurdu”, “AB, NATO ve Brüksel harekete geçsin” yaygarasının perde arkasındaki müthiş bir ayrıntıyı Akit gazetesi deşifre ediyor.

Akit, Türk Silahlı Kuvvetlerinin PKK’ya yönelik düzenlediği hava operasyonlarının bilançosuna ulaştı. İstihbarat birimlerinin elde ettiği kesin veriler, hava operasyonları sonrası örgütün kudurmuş gibi saldırmasının nedenini de açıkça ortaya koydu.

1 Ağustos’ta düzenlenen hava saldırısında terör örgütünün adeta Merkez Bankası konumundaki karargahının vurulduğu, stoklanan uyuşturucunun tamamının imha edildiği, örgüt kasasında bulunan milyonlarca lira değerindeki TL, Dolar, Euro ve İran Riyali cinsinden paradan çok azının kurtarıldığı belirlendi.

DÖRT GRUP KOMUTANI ÖLDÜRÜLDÜ

“Şehid Er Ömer Kağan Kandemir” koduyla düzenlenen hava harekatında vurulan Bokriskan ve Zergele Kamplarının PKK için stratejik öneme sahip olduğu, saldırının örgütte büyük bir travmaya sebebiyet verdiği ortaya çıktı. Bokriskan kampının örgüt tarafından bir süre önce para ve uyuşturucu deposu haline getirildiğinin belirlenmesi üzerine, 1 Ağustos gecesi ilk dalganın bu kampa yapıldığı. F16’larımız tarafından düzenlenen bombardımanın ilk dalgasında sözde “Şehit Dilan” Tabur Komutanı Şerevan Fatuvan (Kod adı) ve dört büyük grup liderinin öldürüldüğü 30 teröristin de yaralandığı ifade edildi.

ÖRGÜTÜN BÜTÜN UYUŞTURUCU VE PARASI YANDI

İlk dalga bombardımanın başlamasıyla militanların TL, Dolar, Euro ve İran Riyali cinsinden örgüt parası ile satışa hazır uyuşturucuyu Zargali (Zergele) kampına taşıdığı tespit edildi. İnsansız Hava Araçları ve yerel istihbarat kaynaklarından elde edilen bilgi üzerine ikinci dalga bombardımanın para ve uyuşturucunun taşındığı Zargali’ye düzenlendiği vurgulandı. Operasyonda para ve uyuşturucunun taşındığı ikinci sığınağın da vurulduğu, çıkan yangında TL, Dolar, Euro ve İran Riyali cinsinden örgüt parasının büyük bölümünün, uyuşturucunun ise tamamının yandığı ifade edildi.

PKK 10 MİLİTANINI İNFAZ ETTİ

İstihbarat birimleri, yaşanan maddi kaybın, örgütün üst düzey yöneticilerinde moral bozukluğu ve öfkeye sebep olduğunu, bundan sorumlu olan 10 teröristin de infaz edildiğini belirtti.

390 ÖLÜ, 150’Sİ AĞIR 400 YARALI

Zargali’ye yönelik hava saldırısında örgütün Kadın Grubu Sorumlusu Gülten kod adlı militanın da arasında olduğu 20’nin üzerinde teröristin öldürüldüğü tespit edildi. Aynı hava operasyonunda kullanılan akıllı mühimatla hedef alınan bir diğer noktanın ise Enze kampı olduğu belirtildi. İstihbarat birimleri saldırıda bölücü örgüte ait karargahta bulunan 30 kadın militanın öldüğünü belirledi. Örgüte yönelik hava saldırılarında 390 teröristin öldürüldüğü, 150’si ağır, 400’ün üzerinde militanın da yaralandığı bildirildi.

NEDEN BU KADAR PANİK OLDUKLARI ORTAYA ÇIKTI

Zargali (Zergele) kampına yönelik operasyon sonrası bölücü örgüt ve destekçilerinin başlattığı “siviller öldürülüyor”, “TSK köy vurdu”, “AB, NATO ve Brüksel harekete geçsin” yaygarasının perde arkasında da bu durumun olduğu kaydedildi. 1 Ağustos’ta düzenlenen hava operasyonu sonrası Zergele kampına ilişkin HDP Osman Baydemir öncülüğünde bir heyeti apar topar bölgeye göndermiş, Türkiye içindeki başta paralel yapı olmak üzere işbirlikçileri de bölgede sivillerin yaşadığını öne sürmüştü. Soluğu Avrupa’da alan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise AB ve NATO’ya, Türkiye’ye baskı yapılması çağrısında bulunmuştu.

TARİH : MUZAFFERÜDDİN GÖKBÖRİ’NİN SİYASÎ VE SOSYAL FAALİYETLERİ

Orta-Çağ-053

MUZAFFERÜDDİN GÖKBÖRİ’NİN SİYASÎ VE SOSYAL FAALİYETLERİ

Ortaçağ İslam dünyasını üç büyük tehlike tehdit ediyordu. Bu üç tehlikeden büyük küçük birçok devlet ve beylik etkilenmiştir. İlki, Sünni-Şii özellikle de Batini-İsmaili farklılaşmasıdır. Bu farklılaşmanın etkilerini Ortaçağ Türk İslam devletlerinde de görmek mümkündür.

Türk-İslam dünyasının maruz kaldığı ikinci tehlike ise Haçlı Seferleri’dir. Bunun neticesinde İslam dünyasında İslam-Hıristiyan mücadelesi denebilecek bir dönem başlamıştır.

Türk-İslam dünyasının maruz kaldığı üçüncü tehlike de tarihinin ilk asrından itibaren çeşitli sebeplerle İslam dünyasında parçalanmaların olmasıdır. İslam dünyasında irili ufaklı devletlerin kurulması ve aralarındaki çatışmalar ve bunlara ilaveten Müslüman toplumları ve devletleri aciz bırakan Moğol saldırılarıdır. Muzafferüddin Gökböri’de bu durumdan etkilenen idarecilerden biridir.

Muzafferüddin Gökböri, yukarıda genel bir çerçeve içerisinde anlatmaya çalıştığımız bu sorunlarla uğraşısını yalnızca siyasi mücadele tarzında vermemiş, sorunun sosyal boyutunu da ele alarak uğraş vermeye gayret göstermiştir. Sosyal alanında vermiş olduğu çabanın günümüz problemlerine de çözüm üretebilme özelliğinde olması konunun üzerinde ısrarla durulmasını zorunlu kılmaktadır. Muzafferüddin Gökböri’nin, bu faaliyetlerini incelemeye çalışalım.

A. Muzafferüddin Gökböri’nin Siyasî Faaliyetleri I. Muzafferüddin Gökböri’nin Tarih Sahnesine Çıkması

Merkezi Erbil olmak üzere Şehrizor, Hakkari, Tekrit, Sincar, Harran ve Urfa çevresinde hüküm sürmüş olan beylik Beyteginliler veya Erbil Beyliği şeklinde de adlandırılmaktadır. Beyliğe, Beyteğin adı, Musul Atabeyliği’nin en büyük komutanlarından ve idarecilerinden Zeyneddin Ali Küçük’nün babasına izafeten verilmiştir. Zeyneddin Ali Küçük’ün doğumu hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi verilmemiş olup, ölümü ise 1167’dir. Bazı kaynaklarda O’nun 100 yaşından fazla yaşamış olduğundan doğumunun 1063’de olabileceği söylenmektedir. Hayatı ile ilgili sınırlı bilgiler olmakla birlikte Atabek Zengi’nin babası Kasımüddevle Aksungur’un adamlarından olduğu ve bunun vefatından sonra onun on yaşındaki tek oğlu İmadeddin’in etrafında toplananlardan biri olduğu bildirilmektedir. İbn’ül Esir’in Bahir’de Zengi’nin babası Kasımüddevle Aksungur’un Suriye Meliki Tutuş tarafından öldürülmesi sırasında oğlu Zengi ile aynı yaşta olduğunu belirtmesi Zeyneddin Ali Küçük’ün 1085 yılında doğmuş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmiştir. Zeyneddin Ali Küçük, İmadeddin’in ölümüne kadar birlikte olmuşlardı. Zengi’nin Urfa fethine katılmış ve daha sonra Musul naibi Nasr-üddin Çakır’ın öldürülmesi üzerine Musul’a 1144’da naib olarak atanmıştı.

Zeyneddin Ali Küçük, 1146 yılında Zengi’nin ölümünden sonra O’nun çocuklarını ve Atabeyliğini koruyanlardan biri olmuştu. Bu amaçla Zengi’nin oğlu Seyfeddin’i Şehrizor’dan getirtip Musul’da babasının yerine oturtmuştu. Atabeyliğin Artuklularla yapmış olduğu savaşlara katılmıştı. Seyfeddin’in ölümünden sonra 1149’da Kutbeddin’in naibliğini ve ordu komutanlığını yapmıştı. Sultan Muhammed ile Halife arasındaki mücadelesinde dini kaygılarla pek ciddi bir şekilde davranmadı. Bu da Zeyneddin Ali Küçük’ün dini duygularla ne kadar hemhal olduğunu göstermektedir. 1159’da önceki yerlerine ilaveten Harran ikta olarak verildi. Bir insanda bulunması gereken hasletlerin çoğunu bünyesinde barındıran Zeyneddin Ali Küçük kahramanlık, merhamet, ahde vefa gibi hasletlerin yanında ilim ve edebiyatı teşvik etmişti. Zeyneddin Ali Küçük kahramanlığının yanında, çevresindekilere göstermiş olduğu pozitif tavırlarla tanınmakta idi. Musul’da bir cami ile kendi adını taşıyan Medreset’ül Zeyniyye’yi yaptırmıştı. Zeyneddin Ali Küçük, hayatının sonuna doğru kör ve sağır olmuştur. Bu yüzden elindeki yerleri Kutbeddin Mevdud’a teslim ederek Erbil’e çekildi. Çok geçmeden Eylül 1167 yılında da vefat etti. Musul’da Eski cami yanında kendisinin yaptırmış olduğu türbeye gömüldü.

Zeyneddin Ali Küçük’ün ölümünden sonra yerine 14 yaşındaki oğlu Muzafferüddin Gökböri geçti. 1164’ten beri Erbil’in idare işleri Mücahiddin Kaymaz tarafından yürütülmekte idi. Muzafferüddin ile Kaymaz’ın arasının açık oluşu, daha muhtemel olan ise yürütmüş olduğu idari fonksiyonu sürdürmek amacıyla Kaymaz, Muzafferüddin’in idarecilikte yetersiz olduğunu Halife’ye bildirdi. Halife Nasır’dan Muzafferüddin aleyhine muvafakat aldı. Kaymaz bu destekten de cesaret alarak Muzafferüddin’i tevkif ederek yerine onun küçük kardeşi Zeyneddin Yusuf’u geçirdi.

Erbil’i kardeşine kaptıran Gökböri bir müddet sonra 1173 yılında memleketinden, şikayet amacıyla Bağdat’a gitti. Uğramış olduğu haksızlığı anlatmak ve de hak aramak için gittiği Bağdad’da aradığı desteği bulamadı. Maksadına ulaşamayınca Musul’a Atabey Seyfeddin Gazi Il’ye giderek onun hizmetine girdi. Seyfeddin Gazi amcası Nureddin Mahmud’un 1174 yılında ölmesi üzerine önceden Musul Atabeyliği’ne ait olan Cezire’deki toprakları geri aldı. Bu dönemde yapılan savaşlarda Gökböri’nin yardımını görmesinden dolayı Harran’ı O’na verdi.

II. Musul Atabeyliği Döneminde Gökböri

Nureddin Mahmud sonrası Zengilerin kendi aralarındaki siyasi mücadelelerde Gökböri’nin rolü azalmamış bilakis daha etkili olmaya başlamıştı. Dönemin iç hesaplaşmalarından yararlanmak isteyen Salahaddin Eyyubi Dımaşk ve güney Suriye’yi alarak bağımsızlığını ilan etti.

Seyfeddin Gazi (1174) yılında İmadeddin Zengi’nin hakimiyetindeki Sincar üzerine yürüdü. Salahaddin Eyyubi yanlısı olan II. İmadeddin Zengi, Salahaddin Eyyubi yardımıyla Seyfeddin Gazi’yi zorunlu olarak Musul’a çekilmeye itti. Gökböri, Seyfettin Gazi ve Salahaddin Eyyubi’nin 1175’teki Hama yakınlarında bulunan Cibab Türkmen’deki mücadelesinde Musul ordusunun sağ cenahının kumandanlığını yapmıştı. Gökböri, Eyyubi ordusunun sol kanadını bozguna uğrattı, fakat onun bu taarruzu bir sonuç vermedi. Taarruzun ertesi güne ertelenmesi, ardından hemen hücuma geçen

Selahaddin Eyyubi’nin başarısı ile sonuçlanmış ve taraflar arasında Salahaddin’in Buzaa, Membiç ve Azaz gibi aldığı yerlerin karşılığında antlaşma yapıldı.

III. Eyyubiler Döneminde Muzafferüddin Gökböri

A. Gökböri’nin Salahaddin Eyyübi’ye İntisabı

II. Seyfeddin Gazi ölünce yerine kardeşi İzzeddin Mesud geçti. Bundan kısa bir süre sonra Halep, Eyyubiler döneminde Muzafferüddin Gökböri, Emir Melik Salih İsmail’de öldü. İsmail ölümünden önce ülkesinin amcasının oğlu olan Mesud’a verilmesini vasiyet etmişti. Mesud, merkez Halep olmak üzere Melik Salih’e ait yerleri almak için yola çıktı. Ancak kardeşi Sincar Emiri II. İmadeddin Zengi, Sincar’a karşılık Halep’e sahip olmayı istedi. Bunun reddedilmesi halinde de Selahaddin Eyyubi’yi davet etmekle ile tehdit edildi. Mesud bunun üzerine öncü olarak Muzafferüddin Gökböri’yi Halep’e yollamıştı. Fakat Halep kale komutanı Emirek Candar ile Emir Şazibaht Gökböri’nin şehre girmesine mani oldular. Zaten II. İmadeddin Zengi’nin komutanı Tuman al-Yaruki’ye kaleyi teslim etmişlerdi. Emir Tumek’in işe karışması karşısında zor duruma düşen Gökböri, Musul’dan yardım istedi. Bölgedeki dengelerin etkili olması nedeniyle Atabey İzzeddin Mesud, Salahaddin’in öfkesinden çekindiği için Halep’e yardım göndermemiş üstelik Halep’i kardeşine terk etmişti.

Gökböri’nin eskiden beri hasım olduğu Mucahiddin Kaymaz, İzzeddin Mesud tarafından Musul’daki işlerinin başına getirildi. Mücahiddin Kaymaz ile Gökböri arasındaki kırgınlık nedeniyle Gökböri, 1182’de Salahaddin’e yakınlaştı. Ona yazdığı mektupta Fırat’ı geçtiği takdirde yardıma hazır olduğunu hatta el-Cezire’nin hiçbir direnme göstermeden kendisine tabi olacağını bildirerek onu Musul üzerine yürümeye teşvik etti.

Salahaddin Eyyubi’nin esas gayesi Halep’i almak olduğu halde Muzafferüddin Gökböri’nin ısrarı üzerine fikrini değiştirdi. Fırat’ı geçip Cezire’ye girdiğinde Gökböri ona katıldı. Salahaddin Eyyübi’nin bu girişimi Musul Atabeyliği ve Artukluları endişelendirmiş, muhtemel bir saldırıya karşı Musul ve bazı önemli merkezlerde önlemler alınmıştır. Özellikle Urfa, önemli bir miktarda asker takviye edilmiş olmasına rağmen dayanamadı. Salahaddin Eyyübi, Urfa’yı Harrran’a ilaveten Gökböri’ye ikta etti. Cezire zaferi sonunda Musul düşmemesine rağmen Musul Atabeyliğinin itibarı zedelenmiş büyük kayıplara uğramıştı. Mısır ve Suriye’den dolayı Cezire’de de nüfuzu iyice artan Salahaddin Sincar tarafından Habur, Nusaybin ve Seruç karşılığında, 26 Mayıs 1183’te Salahaddin Eyyubi’ye Halep teslim edildi. Gökböri, Salahaddin’in Musul’u kuşattığı takdirde pek çok mal ile birlikte elli bin dinarda, para vermeyi vaad etti. Salahaddin Eyyubi’yi bu konuda ısrarla bir şekilde teşvik etti. Bunun üzerine Salahaddin Eyyübi, Nisan 1185 tarihinde Halep’ten çıktı. Gökböri O’nu Bire’de (Birecik) karşıladı, ancak birlikte Harran’a girdikleri zaman vermeyi vaad ettiği mal ve parayı vermekten kaçındı. Bunun üzerine ıkta’ları elinden alınan Gökböri hapsedildi. Fakat halkın tepkisi üzerine Salahaddin Eyyübi, Gökböri’yi serbest bıraktı. O’ndan aldığı Harran’ı iade etti. Salahaddin 22 Mayıs’ta Gökböri, kardeşi Zeyneddin Yusuf ile birlikte yanlarında Ceziret ibn Ömer sahibi Sencerşah da olduğu halde ikinci defa Musul’u kuşattı. Ancak sonuçsuz kaldı. Salahaddin, Ahlat Beyi Sökmen’in ölümünü bahane ederek şehrin önünden ayrıldı ve Gökböri ile kardeşi Takiyüddin Ömer’i Ahlat’ı almakla görevlendirdi. Sökmen’in yerine geçen oğlu Begtemir, tehlikenin farkına vardığında Azerbaycan atabeyi Pehlivan’a tabiliğini arz etti. Birleşik Eyyübi ordusu son gelişmelerden ötürü bir şey yapamayarak bölgeden yalnızca Meyyafarikin’i almakla yetinerek1185’da geri döndüler.

Ekim-Kasım 1185’de Musul’a dönüldü. Salahaddin Eyyübi Musul’un çevre ile bağlantısını kesmek ve ilkbaharda yeniden kuşatmayı planlıyordu. Fakat hastalanması üzerine Harran’a gitmek zorunda kaldı. Musul atabeyleri elçilerinin Harran’a gelmesi ve antlaşma isteği üzerine Selçuklu sultanları adına okunan hutbenin Salahaddin Eyyübi adına okunması şartıyla anlaşma yapıldı. Salahaddin Eyyübi, Cezire’deki başarıları ve hastalığı sırasında Harran’da gördüğü yakın ilgiden memnun kalarak etkilendiği için, Gökböri’ye Urfa’yı yeniden ikta etti ve onu kız kardeşi Rabia Hatun ile evlendirdi.

Bu dönemlerde Güneydoğu Anadolu’ya büyük bir kalabalık Türkmen gurubu geldi. Bu Türkmenler genellikle Musul-Rakka ve Urfa civarında kışlıyorlardı. Bu Türkmenlerin ansızın ortaya çıkmış olmaları, bu Türkmen gurubunun Horasan’dan gelmiş oldukları kanaatini uyandırmaktadır. Bugün Urfa ve çevresindeki bazı yer isimlerinin bu Türkmen gruplarının bağlı bulundukları aşiret veya beylerine izafeten verildiği tahmini bizde uyanmaktadır. Bu yer isimlerinin en başında hiç şüphesiz muhtemelen Zeyneddin Ali Küçük’e izafeten verildiği sandığımız tarihi Küçükler köyü gelmektedir. Bu açıdan Urfa ve çevresinde hüküm sürmüş olan beyliğin tarihi, Güneydoğu Anadolu’nun sosyal ve özellikle etnik meseleler göz önüne alındığında bölgesel açıdan da ehemmiyeti daha net bir şekilde ortaya çıkar.

IV. Haçlılarla Mücadele Döneminde Gökböri

Salahaddin Eyyübi, Suriye ve Cezire’yi hakimiyeti altında birleştirdikten sonra bölgede büyük bir problem olan Haçlılarla mücadele dönemi başladı. Haçlılarla yapılan mücadelede Salahaddin Eyyübi, Artuklu ve Musul atabeylerinin kuvvetleri yanında Erbil Beyi Zeyneddin Yusuf’u almıştır. Haçlılara karşı kurulan savunma ittifakında Urfa ve Harran emiri Gökböri’nin önemli bir yeri olmuştur. Gökböri 1190’a kadar Salahaddin’in haçlılarla mücadelesinde yanında yer almıştır. Bu savaşlarda özellikle Hittin muharebesinde fevkalade cesaret göstermiş ve asıl şöhretini bu vesile ile kazanmıştı. Karak kuşatmasında 1187 şark orduları, Musul ve civarından gelen kuvvetler kumandasında Sena el- Takuti ve Sarimüddin Kaymaz ile birlikte Akka kalesi muhasarası ve tahribinde haçlıların Saffariyya bozgununda önemli bir rol oynamıştı. 30 Ekim 1187’de Kudus’ün fethinde Haçlılar tam anlamıyla hezimete uğramışlardır. Şehir fethedildiği zaman halka gayet iyi davranıldı. Fidye karşılığında taşınabilir eşyalar ile çıkıp gitmelerine müsaade edildi. Fidye veremeyip esir kalan beş bin kişiden bin kadar Urfa’lı Ermeni ve Süryani’yi Gökböri, kendi teb’ası oldukları gerekçesiyle fidyelerini vererek serbest bıraktırdı.

Gökböri’nin katılmış olduğu Hıttin meydan muharebesindeki (4 Haziran 1187) yararlılığı hakkında çağdaşı müellif İbn Hallikan: “O, hiçbir şey yapmamış olsa bile, Hittin’deki hizmeti kendisine yeter”, der. Bu da Gökböri’nin göstermiş olduğu hizmetlerin önemi için yeterli bir ifade olsa gerek. Selahaddin’in Mayıs 1188’de Antakya Prinkepsliği topraklarında fetihlere giriştiğinde de Urfa ve Harran Emiri Gökböri ve Sincar beyi İmadeddin Zengi ve kuvvetleriyle birlikte Onun yanında olduklarını görmekteyiz. Haçlıların 1190 yılı sonuna kadar, Akka kuşatmasında Salahaddin Eyyubi’nin cihad çağrısına uyarak Akka müdafaasına katılanlar arasında Musul ve Artuklu askerlerinin yanında Urfa ve Harran Emiri Muzafferüddin Gökböri ile kardeşi Erbil beyi Zeyneddin Yusuf’da vardı. Akka kuşatması Gökböri’nin yeni bir döneme geçmesini sağladı. Zeyneddin Yusuf 1190 yılında Akka kuşatması sırasında hastalanarak öldü. Gökböri, kardeşinin ölümü üzerine Selahaddin Eyyubi’den ıktalarını devretmek, elli bin dinada para vermek ve daha kalabalık bir orduyla yardım teklif etmek suretiyle, Erbil’i kendisine vermesini istedi. Salahaddin Eyyubi, O’na Erbil’den başka Şehrizor ve Karabeli’ni de ikta ederek gitmesine müsaade etti.

Bundan sonraki dönemde Gökböri, Salahaddin’den gelen yardım çağrılarına cevap vermemiştir. Buna rağmen 1193 yılında Salahaddin Eyyubi’nin ölümüne kadar O’na tabi olarak kalmıştır.

V. Erbil ve Çevresinin Gökböri’nin İdaresine Verilmesi

Gökböri, Salahaddin Eyyübi’nin ölümünden sonra bağımsız kaldı. Yaklaşık 44 yıl Erbil beyliğini müstakil olarak idare etti. Muzafferüddin Gökböri, ülkesini genişletme teşebbüslerini 1191 yılından itibaren başlatmış olduğunu görmekteyiz. Bu yılda Yıva Türkmen Kıpçakoğullarından Yakup oğlu İzzeddin Hasan’ın bölgesi Kerkük’e yürümüş ve Hasan’ı tevkif etmiştir. Halife Nasır li-Dinillah’ın devreye girmesi ile Hasan’ı serbest bıraktı ve ülkesinde geri geldi. 1193’ten 1203’e kadar kaynaklar, Gökböri’nin faaliyetleri hakkında kayda değer bir bilgi vermezler. 1023 yılında Irak ve Suriye deki mücadelelere katılan hükümdarlar arasında yer alan Muzafferüddin 1205 yılında Azerbaycan’a doğru genişleme hareketine giriştiği görülmektedir. Azerbaycan atabeyi olan Ebu Bekir Özbek bin Cihan Pehlivan eğlenceye düşkün, idareyi ve halkı ihmal eden biriydi. İslam topraklarını yağma eden ve tahribata uğratan Gürcülerle mücadeleden kaçıyordu. Muzafferüddin Merağa hakimi Alaeddin Karasungur Ahmedili ile birlikte Azerbaycan üzerine sefer yapmak için anlaştı. Birlikte Tebriz’e yürüdüler. Ebu Bekir Rey, Hemedan ve İsfahan Beyi Aytoğmuş’un sayesinde bu tehlikeyi atlatabilmişti. Atabey Özbek ile İran’da Alamut ve başka bölgelerdeki İsmaililere karşı Halifenin meydana getirdiği ittifaka dahil oldular. İttifak ordusunu idare eden Gökböri, Mengli’nin bozguna uğratılmasında baş rol oynadı.

Gökböri gerek Musul Atabeyliği’nin gerekse Eyyübilerin güç kazanmasını önlemek amacıyla ittifaklar kurmuştur. Bu amaçla 1210 yılında Türkiye Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’a tabi oldu. Rabia Hatun’dan doğan iki kızını Nureddin Arslanşah’ın oğulları ile evlendirerek Erbil beyliği ile Musul atabeyliği arasında iyi münasebetler kurmaya çalıştı. Bu iyi ilişkiler, damadı İzzeddin Mesud döneminde de devam etmiştir. İzzeddin Mesud’un ölümünden sonra diğer damadı İmaddedin Zengi’nin Musul atabeyi olması için çaba sarf etti. Bu nedenle Nureddin Arslanşah II. b. İzzeddin Mesud’u atabey sıfatıyla iş başına getiren Bedrettin Lu’lu ve müttefiki Eyyübilerle uzun bir dönemde mücadele etti. Bu çabalardan sonra Moğolların Anadolu’ya ilerledikleri yıllarda memleketi O’nlara karşı müdafaa etmek durumuna geldi.

1220 yılında Moğollar hareket üsleri olan Meraga’dan Erbil’e doğru ilerlemeye başlamışlar ancak, Muzafferüddin’in ülkesinin dağlık oluşu ve alınmasının güç olacağı düşüncesiyle, güzergahlarını Irak-ı Acem istikametine değiştirmişlerdir. Moğolların yollarını değiştirmelerine rağmen Gökböri, Moğol tehlikesine karşı Bedrettin Lu’lu ile düşmanlığına son vermiş ve bu arada Musul ve Bağdat’tan yardım istemiştir. Müttefik kuvvetler Dakuka’da toplandılar. Fakat Moğolların taarruz etmeden Hemedan’a doğru uzaklaşmaları üzerine Muzafferüddin’in komutasındaki kuvvetler 618/1221’de dağıldılar.4 Daha sonra Muzafferüddin Gökböri’nin Eyyübi ailesinin iç çekişmelerine katıldığını görmekteyiz. 622/1225’in başlarında Moğollardan kaçan Celaleddin Harzemşah, Bağdat yakınındaki Ba’kuba üzerinden Dakuka bölgesini yağmaya başladığında Harzemşah’ı ikna ederek onu Azerbaycan bölgesine gitmesini tasfiye etti. Ekim 1230’da yeniden Erbil bölgesine gelen Moğollar Şehrizor ve çevresini tasfiye ettiler. Gökböri’de halifenin göndermiş olduğu bir miktar kuvvetle ordusunu Kerkük’te topladı. Ancak Moğolların geri çekilmesi üzerine savaş olmadı.

Mart 1154’te Musul Kalesi’nde doğan Muzafferüddin Gökböri 18 Ramazan 21 Haziran 1232 tarihinde yine bir kalede, Erbil kalesinde vefat etti. Vasiyeti gereği cenazesi Mekke’de kendisinin yaptırmış olduğu türbesine gömülmek üzere Hac kafilesi ile birlikte yola çıkarıldı. Ancak hac kafilesine yolda bedevi taarruzlarından endişe edilerek kafile yola devam etmemiş, bu nedenle Kufe’de gömülmüştür. Muzafferüddin Gökböri’nin erkek evladı ve halefi bulunmadığı için memleketinin hilafete intikalini arzulamıştı. Ölümünün ardından Mustansirin, Kuştemir kumandasındaki askerleri Erbil’e gelerek ülkeyi teslim almıştır.

B. Muzafferüddin Gökböri’nin Sosyal Faaliyetleri

İslam Dünyası siyasi ve dini bir kargaşa içerisinde yüzüyordu. Siyasi ve dini otorite başlıca üç parçaya bölünmüştü. Bağdat’ta Sünni Abbasi Hilafeti, Mısır’da Şii Fatimi Hilafeti ve Endülüs Emevi Hilafeti olmak üzere bir bölünmüşlük mevcuttu. Bu üç ayrı siyasi ve dini otorite kendi otoritelerini yaymak amacıyla büyük çaba sarf ettiler. Özellikle Fatimiler İslam dünyasının bir çok bölgesine dailerini gönderdi. Dailer aracılığıyla kendi ideolojisini bilinçli bir şekilde yayma fırsatını buldular.

Dini ve mezhepsel anarşinin yaratmış olduğu tahribatlarla mücadele yöntemi olarak Muzafferüddin Gökböri’nin her yıl düzenli bir şekilde yapmış olduğu “Mevlid Şenlikleri” bu açıdan önemlidir. Gökböri’nin bununla da yetinmeyerek, İslam dünyasının değişik bölgelerinden şenliklere bir çok Müslüman grubun katılımını sağlaması ve devlet-ümmet bütünlüğünü koruması açısından kayda değer bir husustur. Muzafferüdin Gökböri’nin bu amaçlarla yapmış olduğu faaliyetleri ayrı başlıklar altında incelemek konunun kavranması açısından yararlı olacaktır.

I. Mevlid Şenlikleri ve Toplum Üzerindeki Etkileri

Müslüman toplumlar için Hz. Peygamber ile ilgili her şeyin ayrı bir önemi olmuştur. Bu manada Peygamberin hayatı ve yaşadığı yerler zamanla Müslümanlar için kudsiyet kazanan unsurlar olmuştur. Bu anlamda bir yer ismi olarak “doğum yeri” manasına Mevlüdü’n-Nebi kavramı kullanılmıştır. Hem peygamberin doğumu hem de doğduğu zaman olan 12 Rebiyü’l-Evvel, hem de doğduğu yer olan Mekke’deki mütevazi ev için kullanılır olmuştur. Fakat İbnü’l-Hallikan’ın Vefayatü’l-Ayan’daki “Kane ya’ melu’l-mevlide seneden fi samini’ş-şehr” ve Es-Suyuti’nin “ve kad idda’a…’l-Fakihaniyyü…enne’amele’l-mevlid-i bid’at cümlelerindeki Mevlid kelimesi Peygamberin doğum gününü kutlamak için yapılan toplantı ve tören anlamında kullanılmış olması ilgi çekicidir.

Mevlid, “Hz. Muhammed’in doğumu menkibesi” manasına, Mağrib’li İbn Dıhye’nin İbn Hallikan’da tasvir edilen Erbil Bey’i Muzafferüddin Gökböri’nin yaptırmış olduğu Mevlid törenlerinde okutulmak üzere yazıp, Gökböri’ye takdim ettiği Kitabü’l-Tenvir Fi Mevlidi’l-Beşirin-Nezir (1232) adlı eserle ilgilidir. Bundan sonra Mevlid, Hz. Muhammed’in doğumu menkıbesi manasında kullanılmaya başlanılmıştır. Yine muhtemelen Erbil’deki törenlere dayanan Mevlid’in “Bayram ziyafeti” manası da, Muzafferüddin Gökböri tarafından Mevlid şenlikleri ile birlikte halkın tümüne ziyafet verilmesi ile olmuş olabilir. İslam tarihinde Muzafferüddin Gökböri’nin sergilemiş olduğu tarzda Mevlüd merasimlerini daha önce görmek mümkün değildir. Dört halife, Emeviler ve ilk Abbasi halifeleri döneminde de Peygamber’in doğum gününe izafeten resmi veya özel bir tören, şenlik ile ilgili kaynaklarda bir kayıt yoktur.

Erbil beylerinden Muzafferüddin Gökböri’nin, Zengiler, Eyyubiler dönemlerinde yapmış olduğu siyasi ve idari faaliyetleri O’nun devlet idaresi ve askeri mahareti hakkında önemli ip uçlarını verir. Ama Şii ve Batıni-İsmaili-Karmati propagandası altındaki İslam ülkelerinin yapması gerekeni yapamamış olmaları, O’nu Sünni anlayışı kabul eden toplumları psikolojik olarak tatmin edebilmek için sosyal faaliyetleri yapmaya itmiştir. Oldukça dindar olan Gökböri, bu faaliyetleri yaparken alimleri, sufileri korumuş ve meclislerine devam etmiş hatta sufilerle birlikte sema meclislerinde de raks etmiştir.

Gökböri, Hz. Peygamber’in doğumu münasebetiyle bir yıl 8 Rebî-ül-evvel, bir yıl 12 Rebî-ül- evvel olmak üzere büyük şenlikler düzenlerdi. Şenliklerin tarihinin yıldan yıla değişmesinin nedeni Peygamberin doğum tarihi ile ilgili iki rivayetin oluşudur. Kaynaklarda net olmamakla birlikte Gökböri’nin Erbil’de bulunduğu zamandan (Ocak 1288) beri yapılan bu şenlikler, Peygamber’in doğum günüden çok evvel başlardı. Her yılın Muharrem ayından başlayarak, İran, Cezire, Suriye, Anadolu özellikle de Gökböri’nin daha önce valilik yapmış olduğu bölgeler olan Nusaybin, Sincar, Harrran, Urfa ve diğer Müslüman memleketlerinden alimler, fakihler, sufiler, kurralar, şairler ve halk gruplar halinde Erbil’e gelir ve Göböri’nin bölgesinde toplanırlardı.

Doğum şenlikleri değişik safhalara ayrılmıştı. Öncelikle doğum gecesi öncesi hazırlıklar ve eğlenceleri, ikinci safha olarak doğum gecesi etkinlikleri, üçüncü safha olarak Mevlid günü, son olarak da Mevlid sonrası olmak üzere dört safhada gerçekleşmekte idi.

Doğum gecesi öncesi hazırlıklar ve eğlenceleri; halkın katılımını sağlamak amacıyla halkın duygularına seslenecek mahiyette olacak unsurlardan da istifade edilmekte idi. Bunun yanısıra halkı bilgilendirmek için de farklı alanlardaki alim, sufi, kurra, fakih vaiz bilginlerden yararlanılmakta idi. Bunun yanı sıra vaizlere vaazler verilir hatta Gökböri de bizzat bu vaazleri dinlerdi. Bu amaçları elde edebilmek amacıyla Gökböri Mevlid gününden çok önce kale kapısından hankah kapısına kadar olan bölge içinde biri kendine, diğerleri de devlet erkanına olmak üzere, dört-beş katlı, yaklaşık yirmi adet ahşap kubbe hazırlatırdı. Sefer ayının ilk günlerinde kubbeler ihtimamla ile süslenir, katlarına muğanniler ve hayalciler yerleştirilirdi.

Gökböri, ziyaretçileri özel bir şekilde süslenmiş kubbelere yerleştirerek ve onları musiki, şarkı, satranç, oyun ve hokkabaz gibi eğlencelerle meşgul olmalarını sağlıyordu. Muzaferrüdin Gökböri, her gün ikindi namazını kıldıktan sonra kubbelerden neler yaptıklarına bakar, hankahta kalarak, oradaki zikre katılırdı. Sabah namazının ardından, ava çıkar, öğleden sonra kaleye dönerdi. Şehrin sokaklarında haftalarca bir panayır canlılığı hüküm sürer, mevlid arefesi akşamı, namazdan sonra başlarında Gökböri olmak üzere her biri bir katır sırtına bağlanarak yükletilen büyük çapta tantanalı bir fener alayı şehrin kalesinden sufi hankahına doğru giderdi. Ertesi sabah halk, hankah’ın önünde toplanırdı. Hankahın önünde ayrıca vaizler için bir kürsü, hükümdara mahsus ahşap bir burç kurulmuş bulunuyordu. Pencereleri olan bu burç, Gökböri’nin orduyu, halkı ve vaizleri seyretmesine yarardı. Hükümdar bu kuleden hem vaazı dinlemek hem de kürsü etrafında ve meydanda saflar halinde duran halkı görebilmekte idi. Bu törende verilen vaazlerin konusu hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi olmamakla birlikte halkı dini, ahlaki konularda bilgilendirmeye yönelik olduğu muhtemeldir. Vaaz bitince Gökböri, ileri gelen misafirleri, fakihleri, vaizleri, kurraları ve şairleri kuleye çağırarak onlara hil’atler giydirir, ikram ve ihsanda bulunurdu. Peygamber’in doğum gününden iki gün önce yani 6 veya 10 Rebiülevvelde, kaleden sürülerle deve, inek ve koyun indirilir, şehri büyük meydanında kurban edilirdi. Gökböri, halka ziyafet vermek amacıyla bu kurbanları, kurulan büyük kazanlarda çeşitli yemekler halinde pişirterek halka dağıttırırdı. İleri gelen kişilere de Hankah içinde ziyafet verilirdi. Gökböri daha önceki geceler de olduğu gibi, ertesi geceyi de Hankah’taki zikir meclisinde geçirirdi.

Mevlid gününde ise askeri bir geçit resmi ile beraber, meydanlara kürsüler konur, nutuklar söylenir, aynı zamanda sufilerin eliyle halka elbiseler dağıtılırdı. Kendiside vaiz ve şairlere hil’atler verir ve bu günü ikindiye kadar böyle geçirirdi. Aynı günün gecesinde sabaha kadar sema meclislerinde sema yapardı. Gökböri’nin semadan aldığı zevk ve keyfi hiçbir şeyden almazdı. Mevlid bayramı bitince, Erbil’de bu maksatla toplanmış olanlara memleketlerine gidebilmeleri için bir miktar para da verilirdi.

Bu şenliğin göz kamaştırıcı parlaklığını daha açık olarak anlayabilmek için, bu törenlere katılmış olan İbn Kesir’in vermiş olduğu bilgilere bakalım. İbn Kesir; mevlid şöleninde 5000 kızarmış baş, 10.000 tavuk, 30.000 sahan tatlı dağıtıldığını söyler. Toplam harcama miktarı olarak da 300.000 dinar sarf edildiğini belirtir. Aynı konuyla ilgili Sıbt b. Cevzi, mevlid şöleni için 300.000, hankahlar için 200.000, Dâr el-ziyâfe için 100.000, esirleri kurtarmak için 100.000, Hicaz için 300.000 dinar harcandığını belirtir. Bu rakamlar biraz abartılı olsa da Gökböri’nin yapmış olduğu buna benzer sosyal faaliyetleri yok saymaz. Bilakis kaynaklardaki bilgiler abartılı kabul edilse de benzer hizmetler bu dönemde yapıldığı darbı mesel mahiyetini almıştır. Daha önce yapıldığı kaydedilen Fatimi dönemi merasimleri bu boyutta ve içerikte olmadığı için ayrıca başka bir İslam ülkesinde bu tarzda bir şölen yapılmadığı için şölenlere katılan ilim adamlarının rivayetlerinin duygusal unsurları taşıması da doğaldır.

Gökböri ile Fatimiler’in yapmış olduğu merasimleri karşılaştırılması yapıldığında şu hususlar ön plana çıkar. Gökböri’nin yapmış olduğu şölenlere çok büyük sayıda tasavvuf erbabı katılırdı. Bunda Gökböri’nin sufilerle zikre katılması onlarla gecelemesi ve en önemlisi onlara vermiş olduğu değer etkili olmuş olabilir. Şölene halkın aşırı rağbeti, halk kendilerinden “Biri olarak” Gökböri’yi görmüşler. Halk İslamı diyebileceğimiz unsurları taşıyan hususların da şölende olması, çeşitli eğlence unsurlarının varlığı bunda etkili olmuştur. Halkın büyük gruplar halinde katılmasının belki de en başta gelen nedeni sufiler ile olan sıkı bağlarından kaynaklanmakta idi. Bu bakımdan şölenler ayrıca bir öneme haizdir. İlgiyi çeken diğer bir hususta Kahire’nin bayram günlerinde bulunmayan bir kandil alayı, katılanlara yemekler, çeşitli tatlılar, caizeler ve verilen vaazler mevcut olması idi. Bu şölen bu özellikleri ile daha sonra İslam ülkelerinin diğer bölgelerinde yapılan mevlidlerin başlangıcı sayılmaktadır.

İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde bu şenliğe katılan insanları düşünce, gönül açısından ve ayrıca yeme-içme gibi ihtiyaçlarının karşılanmış olması İslam dünyasının bütünlüğü açısından ayrıca bir öneme haizdir. İsmaili ve Alamut fedailerinin dini mefhumları hiçe saydığı, kutsal mekanların yağmalandığı ve hac için yola düşenlerin soyulduğu bir dönemde Gökböri’nin ve idaresindeki halkın dini hislerinin ifadesi açısından bu şölenlerin ayrı bir önemi olsa gerek. Farklı tarikatların kök salması bakımından da bu şölenlerin ayrıca değerlendirilmesi gerekli bir husustur.

Şenliklerle ilgili değişik değerlendirmeler yapılmıştır. Bazı Avrupalı yazarlar, Gökböri’nin yaptırdığı şenlikler dolayısıyla, Doğum Gecesi Şenlikleri’nde fener alayları yapılmasına ve mumlar yakılarak, evlerin ve şehrin aydınlatılmasını Hıristiyan etkisi olarak belirtmişlerdir. Bu düşünceye göre Gökböri, haçlı savaşları münasebetiyle Hıristiyanlardan etkilenmiş ve Noel yortularını görüp, onu taklit etmiştir. Bu dönem Haçlı seferlerinin üçüncüsüne tesadüf etmektedir. Gökböri, Selahaddin Eyyubi ile birlikte, bu seferlere katılmış ve bir çok savaşlarda, şahsi cesaret ve kahramanlık örnekleri göstererek, haçlılara karşı galip gelmesini bilmişti. Bu manada Gökböri’nin haçlılarla kurmuş olduğu diyalog, dostça olan bir diyalogtan ziyade düşmanca bir diyalog idi. Ayrıca İslam ülkelerinde oldukça büyük sayıda Hiristiyan toplulukları yaşamakta olduğu gibi, İslam devletlerine bağlı Hıristiyan devletleri de vardı. Gökböri, Hıristiyanların Noel yortularını çok daha evvel birlikte yaşamış oldukları bu gruplardan alarak uygulamaya sokabilirlerdi. O’nun yapmış oldukları, Müslüman halkın dini duygularına yönelik bir sosyal faaliyetten ve ayrıca halkı aykırı akımlara karşı bu şenlikler aracılığıyla bilinçlendirmeden başka bir şey değildi.

Şenliklerde Hıristiyan etkisini aramak yerine eski Türk törenlerindeki bir takım hatıraların tesiri olduğu daha gerçekçi olsa gerektir. Gökböri mevlid törenlerinden önce av eğlenceleri tertiplemişti. Hazırlık mahiyetindeki bu av törenlerinden döndükten sonra çok sayıda kurbanlar kestirerek mevlid ayinlerini, eski Türk (Sığır) ve Şölenleri ruhunu vermiştir. Eski Türklerde “Sığır”, dini sürek avıdır. Bu aylardan sonra yapılan “Şölenler” ise dini ziyafetlerdi. Bu ziyafetlerde şiir ve müziğin yer alması hem sürek avlarında hem de şölenlerde dini besteler çalınıp ilahiler söylenmesi ile Gökböri’nin mevlid törenleri arasında dikkate değer bir benzerlik vardır. Bu etkilerle, Gökböri’nin Şölenleri zenginleştirmiş olması daha muhtemeldir.

II. Muzafferüddin Gökböri’nin Sosyal Yardımlaşma Faaliyetleri

Muzafferüddin Gökböri’nin Erbil’de kurmuş olduğu sosyal yardım kurumları zamanının üstüne cıkmış hatta bazı unsurlarıyla da günümüz sosyal kurumlarını bile aşmış düzeydedir. O’nun yapmış olduğu sosyal içerikli faaliyetleri üç kategoride ele alabiliriz.

Birincisi, kendi idaresi altında ve diğer İslam ülkelerindeki ihtiyaç sahibi insanlara yardım elini uzatmasıdır. Bu amaçla yapılanları İbn Hallikan şöyle anlatmaktadır:

“Hayır işlerinde hiçbir kimseden duyulmayan güzel davranışları vardı. Her gün şehrin çeşitli yerlerindeki muhtaçlara ekmek dağıtırdı. Evine geldiğinde evinin yanında toplanmış olan muhtaçları yanına çağırır, yaz ve kış mevsimine göre onlara para keseleri verirdi. Keselerin içinde bir iki altın da bulunurdu. Kötürümler ve körler için dört ev kurmuş, bu evleri bu tür yardıma muhtaç insanlarla doldurmuş, onlara ihtiyaçları olan şeyleri tahsis etmişti. Her pazartesi ve Perşembe günleri bu kişileri ziyaret ederdi. Hepsinin odalarına giderek bir bir ihtiyaçları ve durumlarını sorardı. Onlarla şakalaşır, gönüllerini alırdı. Sokakta bırakılmış süt çocukları için süt anneleri tutmuştu. Bu evlerin işlevlerinin hakkıyla yapılması için tahsisatlar ayırmıştı. Her zaman evlerde oturanların durumlarını kontrol eder, tahsisattan ayrı olarak onlara nafaka dağıtırdı. Yine şehirde kendisi tarafından yaptırılan hastahane’yi ziyaret eder, her hastanın başında durup gecenin nasıl geçtiğini, nasıl olduğunu ve ne istediğini sorardı. Misafirler için ayrı bir ev, “Darü’z-ziyafe inşa ettirmişti. Dışardan gelen ilim adamları, fakirleri, sufileri ve başkaları burada kalırlardı…Buranın da özel tahsisatları vardı. Burada kalanlardan biri yola çıkacak olursa, yanına yiyecek ve diğer ihtiyaçları verilirdi.

Şafii ve Hanefi fakihleri için birer medrese inşa ettirmişti. Sık sık buraya gelir, ziyafetler verir, orada geceler ve sema tertip ederdi. Sema meclisinde vecde gelince elbisesini çıkarır, hediye ederdi. Semadan aldığı zevki başka hiç bir şeyden almazdı. İçki kullanmaz, haram şeylerle meşgul olmazdı. Bu tür şeylerin şehre girmesine izin vermezdi.

Gökböri, mutasavvıflar için de iki Hankah yaptırmıştı. Buralarda devamlı oturan veya misafir kalan pek çok sufi bulunuyordu. Bayramlarda, kandillerde bu hankahlarda pek çok kimse toplanırdı.

Bunların ihtiyaçları için de tahsisatlar ve vakıflar ayırmıştı. Buralarda oturanlara sefere çıkarken yiyecekleri de mutlaka verilirdi. Gökböri sık sık bu sufilerin yanına gelir, sema gösterileri tertip ederdi. Her sene iki defa, itimat ettiği kimselerden meydana gelen bir heyeti sahil bölgesine gönderir, Frenklerin elindeki Müslüman esirleri fidye karşılığında kurtarırdı. Bu esirler yanına gelince her birine para veya mal verirdi…Her sene hacıların ihtiyacı olan malzemeleri taşıyan bir kervanı Hicaz’a gönderir, bu kervanla birlikte Hicaz’daki muhtaçlara dağıtılmak üzere 5000 veya 6000 altın gönderirdi. Ayrıca Arafat’a ilk kez su getiren, orada su sarnıçları yaptıran da Gökböri’dir.

Muzafferüddin Gökböri, yalnız Müslüman olan ihtiyaç sahibi insanlara yardım elini uzatmamıştır. Aynı şekilde gayr-ı müslim gruplara da yardım elini uzatmıştır. Kudüs fethedildiği zaman halka gayet iyi davranıldı. Fidye karşılığında, taşınabilir eşyaları ile çıkıp gitmelerine müsaade edildi. Fidye veremeyip esir kalan beş bin kişiden bin kadarı Urfalı Ermeni ve Süryani idi. Muzafferüddin Gökböri, bu bin kadar Urfalı Ermeni ve Süryani’nin kendi teb’ası olduğu gerekçesiyle fidyelerini vererek serbest bıraktırdı.

Sonuç olarak, Muzafferüddin Gökböri’nin bu kurtarma işlemi, devletin teb’asına karşı bir şefkati olarak görülmesi açısından önem arz etmektedir. Ayrıca hangi etnik gruptan, hangi dinden, hangi çoğrafya’dan olursa olsun, ihtiyaç sahibi insanlara yardım elini uzatmaya çalıştığını görmekteyiz. Gökböri’nin sergilemiş olduğu tavır ve oluşturmuş olduğu kurumlar, günümüz insanlığının sosyal problemlerine çözüm olabilecek hususları içermesi açısından da örnek alınabilecek faaliyetler olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Abdullah EKİNCİ

Harran Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 4 Sayfa: 856-863

KIBRIS DOSYASI : KIBRIS İKİ TOPLUMLU,İKİ DİLLİ VE İKİ DİN Lİ BİR ADADIR

Kemal_Cicek35

KIBRIS İKİ TOPLUMLU,İKİ DİLLİ VE İKİ DİNLİ BİR ADADIR

Bugünlerde Kıbrıs’ta Türk ve Rum kesimleri arasında yoğun ve adanın kaderini derinden etkilemesi muhtemel bir görüşme trafiği yaşanıyor. Ancak Türkiye’nin iç gündemindeki sorunlardan dolayı bu görüşmeler basın ve yayın organlarında yeterince yer bulamıyor. Hâlbuki Kıbrıs sorunu her zaman Türkiye’nin iç ve dış siyasetinin önemli bir konusu olmuştur ve olacaktır

Doktorasını Kıbrıs tarihi üzerine yapmış bir bilim insanı olarak Kıbrıs’ta Türk ve Rum heyetleri arasında yapılan görüşmelerin çok önemli olduğunu belirtmek isterim. Bu görüşmeler esnasında zaman zaman Rum tarafından Kıbrıs Türk toplumunun kurucu bir ortak olamayacağı yönünde açıklamalar yapıldığına şahit oluyoruz.

Tarihten haberdar olmayan çevreler de Türkler’i adada işgalci ve azınlık zannetmektedir. Bu yanlış bilgileri düzeltmek amacıyla önümüzdeki haftalarda Kıbrıs tarihi ve adadaki Türk varlığı ile son görüşmeler hakkında bilgilerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

KIBRIS BİR TÜRK TOPRAĞIDIR

Bugün için ada nüfusu çoğunlukla Türkler ve Rumlar’dan oluşmaktadır. Ancak şu önemli nokta unutulmamalıdır ki Osmanlı Devleti, adayı fethettiğinde adanın sahibi Venedik Cumhuriyeti’ydi.

Osmanlı Devleti ile Venedik arasında 1573 yılında yapılan barış antlaşmasının 1. maddesinde adanın artık bir Türk toprağı olduğu tescil edilmiştir.

Bu antlaşmanın ruhuna uygun olarak Osmanlı Devleti adaya Anadolu’nun muhtelif yerlerinden Türk nüfus getirmiş ve yerleştirmiştir.

Kıbrıs’ın fethinden sonra Sultan II. Selim Türk boylarının adaya yerleştirilmesini emretti. Fetih ordusuyla birlikte adaya gelen asker ve yeniçerilerden 3779 kişi adaya yerleştirildi ve bunlar adanın ilk Türk yerleşimcilerini oluşturdu. Daha sonra bu askerler ailelerini de Kıbrıs’a getirdiler.

ANADOLU’DAN GELİN GİTTİ

Evli olmayan askerler Anadolu’dan getirilen Türk kızlarıyla evlendirildi. Daha sonra sultanın yayınladığı ferman doğrultusunda adaya çoğunluğu Beyşehir, Seydişehir, Akşehir, Aksaray, Niğde, Ürgüp, Ilgın, Afyon, Antalya ve Mersin’in merkez ve kazalarından insanlar göç ettirildi.

Fetihten sonra Osmanlı Devleti savaş sırasında ve öncesinde harap olan Kıbrıs ekonomisini canlandırmak ve kendi kendine yeterli olması için çok önemli önlemler aldı. En başta da nüfusu artırmak için köylünün ve tüccarın ödediği vergiler düşürüldü.

MÜSLÜMAN AİLELER

Yine adanın kalkınması için Anadolu’dan meslek sahibi Türk ve Müslüman aileler gönderildi. Prof. M. Akif Erdoğru’nun çalışmalarına göre adaya sevk edilenlerin yaklaşık yüzde 20’si meslek sahipleriydi. Yine Beyşehir ve Seydişehir örneğinde adaya kendi rızasıyla yerleşenlerin oranı ise yüzde 30 kadardı.

RUM PAPAZLAR REHBER OLDU

Adanın Rum halkının Venedik idaresinden hoşnut olmadığını Batılı kaynaklar yazmaktadır. Osmanlı orduları adaya çıkınca Rumlar’dan çok sayıda katılım olmuş, bazı Rum papazlar orduya rehberlik yapmıştır. Bunlar ordu güncelerinde (ruzname) açıkça kaydedilmiştir. Prof. Halil İnalcık’ın tabiriyle Osmanlılar Rumlar’a karşı gönül alma politikası uygulamış, Ortodoks Kilisesi özerkliğe kavuşturulmuş ve ada Rumlar’ın yönetimde söz sahibi yapılmıştır.

HOŞGÖRÜ HAKİMDİ

Rumlar bugün Lefkoşa’nın dünyanın ender bölünmüş başkentlerinden birisi olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki bu şehri 1960’lardan sonra Rum yöneticilerinin izledikleri ayrımcı ve baskıcı politikalar bölmüştür. Osmanlılar döneminde Lefkoşa, çoğunluğu Rum, Türk, Ermeni ve Marunîler’in birlikte yaşadığı, cemaatler arasında taassubun değil hoşgörünün hâkim olduğu bir şehirdi. Kentin 32 mahallesinin birkaç tanesi dışında tamamı karışık mahalleydi. Rum, Türk ve Ermeniler’in evleri ve dükkânları yan yanaydı.

OSMANLI ADALETİNİ TERCİH ETTİLER

Kıbrıs mahkeme kayıtlarını inceleyerek yapmış olduğumuz doktora çalışmasında da işaret ettiğimiz gibi Rum Ortodoks Kilisesi’ne idari, adli ve hatta mali özerklik verilmişti. Buna rağmen Rumlar, kendi kilise mahkemeleri yerine kadı mahkemesini tercih etmekteydiler. Kendi aralarında ceza hukukunun konusu olmayan anlaşmazlıkları kendi hukuk sistemlerine göre çözme haklarını kullanmayıp kadı mahkemesini ve İslam hukukunu tercih ediyorlardı.

RUMLAR’IN SULTAN ABDÜLMECİT’E CEVABI

Sultan Abdülmecid’in 1859 yılında adaya bir ziyaret yapacağı duyulunca, Rumlar mutluluklarını ifade eden ve padişaha adanın sorunlarını bildiren ilginç bir mektup yazmışlardır. “Bu ada, yüce hükümdarımızı burada karşılarken 3 kez mutlu ve talihli saymaktadır…

Muhteşem Padişahımız, bize uygulanan ayrıcalığı itiraf ederiz; Sultanın merhametini biliriz ve gördüğümüz iyilikleri yüksek sesle ilan ederiz. Çünkü bu konuda sessiz kalırsak, taşlar bile dile gelip (bu gerçeği haykıran) sesini yükseltecektir.”

KURUCU ORTAKLIK OSMANLI MİRASIDIR

Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılında kurulmuş ve iki toplum kurucu ortak olarak anayasada belirtilmiştir. Ancak bu durum aslında Osmanlı mirasının kabullenilmesinden ibarettir. Osmanlı idaresi altında Kıbrıs’ta Rumlar kilise aracılığıyla yönetime katılmışlardır. Klasik dönemde Rumlar’dan alınan vergiler kilise aracılığı ile belirlenmiş ve toplanmıştır.

Tanzimat döneminde ise çeşitli kademelerde piskopos ve seçimle gelen Rumlar’dan oluşan idare meclisleri oluşturulmuştu. Bu meclislere kamu işlerinde çok geniş yetkiler verilmişti. İngilizler adayı devraldıklarında Kıbrıs’ın Türkler tarafından adeta bir parlamenter sistem ile yönetildiğini rapor etmişlerdir.

TOPLUMSAL YAPIYA UYGUN ÇÖZÜM

Osmanlı yönetimi altında Kıbrıs daima iki toplumlu, iki dilli ve iki dinli bir ada olarak görülmüş ve bu toplumsal yapıya uygun şekilde yönetilmiştir. Kıbrıs’ta barış ve güvenin sağlanması ve huzurlu bir yaşam sürdürülmesi için barış görüşmelerinde bu tarihsel mirasa sahip çıkılması hayati bir önem taşımaktadır.

İNGİLİZ DİPLOMAT TURNER; "RUMLAR TİRAN KESİLİR"

1815 yılında Kıbrıs’ı ziyaret eden ve Journal of a Tour in the Levant adıyla bir seyahatname yazan İngiliz Diplomat William Turner, Türkler’in Kıbrıs’ta Rum Başpiskoposu’na yönetimde çok fazla yetki verdiğini belirtmiş ve uyarmıştır: “Bir Rum’a alışık olmadığı yetkileri verdiğinizde, derhal onun sarhoşu olur ve açgözlü bir tiran kesilebilir.”

Prof. Dr. Kemal ÇİÇEK

FETULLAHÇI POLİSLER DOSYASI : Paralel amir olay çıksın diye istihbarat gizledi

Paralel amir olay çıksın diye istihbarat gizledi

Kobani olaylarında Ş.Urfa emniyet amiri olan M.B.’nin, Paralel Yapı’nın, polisi zaaf içinde gösterme planı uyarınca, kendisine gelen istihbaratı gizlediği ortaya çıktı. Paralel amir açığa alınd

Paralel Yapı’ya bağlı emniyet amiri M.B. Kobani olaylarıyla ilgili istihbaratı, bölgede olay çıkması için kasıtlı olarak üstlerinden gizledi. Geçen yıl Kobani’deki DAEŞ saldırılarının ardından Türkiye’de patlak veren olaylar sırasında Şanlıurfa’da emniyet amiri olan M.B.’nin Terörle Mücadele’ye bilgi akışı sağlamadığı saptandı. İç soruşturmada polisler "Biz istihbaratı whatsapp’tan bildirmiştik" deyince foyası meydana çıkan M.B. açığa alındı.

PARALEL POLİSTEN SURUÇ OYUNU – TIKLAYIN

PARALELERE PASİF DİRENİŞ EMRİ
Emniyette yuvalanan ve kendilerini gizleyen Paralel polisler, kendilerine verilen "pasif direniş" emri doğrultusunda görevlerini yerine getirmeyerek, emniyeti zaaf içinde bırakmaya ve ‘yetersiz kaldığı’ algısı yaratmaya çalışıyor. Terör olaylarına göz yuman hatta tuzak kuran Paralel polislerin bir diğer hedefi de emniyet müdürlerinin görevden alınmasını sağlamak ve Paralel Yapı’yla mücadelenin önünü kesmek. Bunun için öncelikle İstihbarat Şube Müdürlüğü’ndeki personel seçildi. Şanlıurfa’da da Paralel Yapı kendisine yönelik operasyonları engellemek amacıyla sinsi planlarını devreye soktu. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün kararı ile Şanlıurfa İstihbarat Şube Müdürü R.Y. 12 Eylül 2014’te eğitim vermek üzere Pakistan’a gitti. Bu süreçte aynı şubede görevli uzun yıllar istihbarat birimlerinde çalışan emniyet amiri M.B. vekaleten şube sorumlusu oldu.

Bu esnada Suruç’taki gerilim 19-23 Eylül tarihleri arasında zirveye çıktı. Bu dönemde Şanlıurfa İl Emniyet Müdürlüğü’ne, yaşanan ve yaşanacak olaylarla ilgili istihbari bilgiler gelmeyince, Suruç’ta provokatörlerin istediği tablo oluşmaya başladı.

"WHATSAPP’TAN BİLDİRDİK"
Terör Polisi’ne de hiçbir istihbari bilgi gelmediği için yetkililer açık kaynaklar ve terör örgütüne bağlı internet sitelerinden bilgi almaya başladı. Bu durumu öğrenen Şanlıurfa Emniyet Müdürlüğü’nce bölgede görevli istihbarat memurları emniyet binasına çağrıldı. Bunca olay yaşanmasına rağmen neden herhangi bir bilgi verilmediği soruldu. İstihbarat polisleri de devamlı hareket halinde olduklarından dolayı da "ABCR" isimli whatsapp grubundan tüm anlık bilgileri üst makama ulaştırdıklarını belirtti. Polis memurlarının "ABCR" isimli whatsapp grubundaki paylaşımları görülüp, 19-23 Eylül arasında sistem üzerinden gönderilen istihbari bilgi ve evrakların müdüriyet makamında bulunmadığı tespit edilince tutanak tutuldu.

EMRİ DE ‘MARDİN İMAMI’ VERDİ
O sırada polis memurlarını arayan M.B.’ye memurlar, İl Emniyet Müdürlüğü’nde olduklarını ve ilettikleri istihbari bilgilerin İl Emniyet Müdürlüğü’ne ulaşmaması üzerine buraya çağırıldıklarını söyledi. Bu konuşma üzerine M.B. 25 Eylül’de, bilgi ve belgelerin paylaşıldığı whatsapp grubundan ayrıldı. M.B.’nin bu süreçte istihbarat polislerinden gelen bilgileri kendi imzası ile İstihbarat Daire Başkanlığı’na, dış dağıtım listesindeki illerin istihbarat şube müdürlüklerine gönderdiği fakat "iç dağıtımlı" olarak Şanlıurfa İl Emniyet Müdürlüğü başta olmak üzere Terörle Mücadele ile ilçe emniyet müdürlüklerine bilgi akışı sağlamadığı ortaya çıktı. Bunun üzerine M.B. açığa alındı. M.B’ye "İstihbaratı gizle" emrini de Mardin’de yaşayan ‘Paralel imam’ın verdiği belirlendi.

MÜDÜRLER: BİLGİ AKIŞI OLMADI
İçişleri Bakanlığı tarafından başlatılan disiplin soruşturması kapsamında polis memurları S.H., A.B., ile il emniyet müdür yardımcıları ve şube müdürlerinin ifadesi alındı. S.H. ile A.B. ifadelerinde anlık paylaşım için kurulan whatsapp grubu üzerinden şube müdürünün bilgilendirildiği, gruptaki tüm paylaşımları şube müdür vekilinin de gördüğünü, iç-dış istihbari dağıtıma ise şube müdürünün karar verdiğini belirtti. İl emniyet müdür yardımcıları ile şube ve ilçe emniyet müdürleri de ifadelerinde bu kritik süreçte kendilerine herhangi bir istihbari bilgi akışının olmadığını belirtti.

İSTİHBARAT DOSYASI /// İstihbarat Zaafı Ortaya Çıktı; Yavru MİT Geliyor

Canlı bomba olaylarının da MİT ve Emniyet’in, başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere çeşitli ülkelerden gelen göçmenleri takip etmekte yetersiz kaldığını ortaya çıkarmasıyla yeni bir istihbarat birimi oluşturulmasına karar verildi.

İç savaştan dolayı ülkeleri Suriye’yi terk etmek zorunda kalan yaklaşık 2 milyon sığınmacıya kapılarını açan Türkiye, sığınmacılar için yeni bir “istihbarat birimi” oluşturmak için düğmeye bastı.

Bunun için bir “göç istihbarat merkezi” oluşturulacak. Birim, tamamen göçmenler ve sığınmacılar üzerinde çalışacak. Göçmenlerle birlikte yasa dışı örgüt üyelerinin Türkiye’ye girmesinin önüne geçilecek.

MİT VE EMNİYET YETERSİZ KALDI

Suriye’de yaşanan savaşın ardından 2 milyon Suriyelinin Türkiye’ye gelmesi ve bu kişilerin Türkiye geneline yayılması güvenlik birimlerini etkisiz hâle getirdi. MİT ve Emniyet, başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere çeşitli ülkelerden gelen göçmenleri takip etmekte yetersiz kaldı.

Canlı bomba olayları da, sığınmacılar konusundaki zaafiyetin ortaya çıkmasına yol açtı. Tüm bu olumsuz gelişmeler üzerine sadece göçmenleri takip edecek bir istihbarat merkezi oluşturulması için karar alındı. Bu çerçevede, İçişleri Bakanlığı bünyesinde bir Göç İstihbarat Merkezi oluşturulacak.

Merkez, MİT, Emniyet ve Jandarma ile koordineli şekilde çalışacak. Ve mülteci akını, insan kaçakçılığı, yasa dışı örgüt üyeleri ile sığınmacılar konusundaki tüm bilgiler, Göç İstihbarat Merkezi’nde toplanacak. İstihbarat merkezi aynı zamanda kendi kadrosunu da oluşturacak. Ancak, operasyonları ise diğer güvenlik birimlerinin yardımı ile gerçekleştirecek. Bilgi toplama, bilgileri analiz etme ve operasyonları koordine etme gibi görevleri üstlenecek.

SIĞINMACILARA DÖNÜŞ PROGRAMI

Göç İstihbarat Merkezi, Avrupa ülkelerindeki örnekler incelenerek hazırlandı. Bunun dışında, göçmenler için geri dönüş programları da hazırlanması öngörüldü. Yani hâlen Türkiye’de yaşayan yaklaşık 2 milyon Suriye’nin geri dönüşleri için programlar hazırlanması da kararlaştırıldı.

Ayrıca, göçmenlere iş ve meslek kurslarının verilmesi gibi projeler üzerinde de duruluyor. Böylece, başta Suriyeliler olmak üzere Türkiye’de sayıları her geçen gün artan sığınmacıların riskinin en aza indirilmesi amaçlanıyor.

Taraf

TARİH : OSMANLI DEVLETİ SEVR’İ NASIL KABUL ETTİ ??

Galip_Baysan42

OSMANLI DEVLETİ SEVR’İ NASIL KABUL ETTİ

10 Ağustos 2015 tarihi 621 yıllık bir saltanatın yani Osmanlı Devletinin sonunu getiren ünlü Sevr Barış Anlaşmasının imzalanmasının 95nci yıldönümüdür. Bu tarihi ve Osmanlının ipini çeken garip anlaşmayı hiçbir Türk insanı unutmamalı ve Hıristiyan Batı dünyasının Türk Halkına karşı duygu ve düşüncelerini iyi öğrenmelidir.

Sevr Barışı esasları konusunda uzlaşmaya varılınca İngiliz Başbakanı Lloyd George ve arkadaşları Anlaşmayı kabul ettirmek için Osmanlı devletine karşı ağır bir baskı uygulamaya başladılar. Ellerindeki en büyük silah Batı Trakya’da hazır bekleyen Yunan Ordusuydu. Dış baskıların sonunda İstanbul’un Sultan ve Hükümetinin, ülkeleri için hazırlanan bu idam fermanını, (günümüzün siyasi olaylarını andırıcasına) nasıl kabul ettiklerine ve halka nasıl kabul ettirdiklerine bir göz atalım. İstanbul Hükümeti sözde halkın onayını alıyormuş görüntüsü vermek için değişik görevlileri içine alan bir Şura toplamaya karar verdi ve bu toplantıya Saltanat Şurası adı verildi.

İstanbul’da Saltanat Şurası toplanırken İtilaf Devletleri Yunan Ordusunu Trakya’da ileri sürdüler. Padişah’ın da katıldığı Saltanat şurası toplantısında İstanbul’un ünlü devlet adamları, aydınları, ulemaları bir araya geldiler. Sunulan barış teklifini, Tamamen yok olmaktansa, zayıfta olsa bir varlık olarak yaşamak daha iyidir gerekçesi ile sadece bir kişi (Topçu generali Rıza Bey) dışında herkes oybirliği ile kabul etti.[1]

Aslında bu oylama dahi tek başına, Osmanlı Yönetimi ve Türk Tarihi için yüzkarası olarak kabul edilecek bir olay olup, mutlak monarşinin keyfi ve kişisel zihniyetini açığa çıkaran önemli bir örnektir. Osmanlı Devletinin sonunu getiren bu oylama işini Padişah’ın damadı İsmail Hakkı (Okday)’ın kaleminden izleyelim:

Memleketin kalburüstü gelen vezir, paşa, eski nazır, ayan ve eşrafı adına İstanbul’da bulunan kim varsa davet edilmişlerdi. Sadrazam Damad Ferid Paşa ilk sözü alıp kürsüye çıktı. Siyasi durumu dramatik bir şekilde izahla söze başladı ve galip devletler tarafından hazırlanmış olan Sevres Sulh Antlaşmasının olduğu gibi ve herhangi bir tadile (değişikliğe) uğratılmaksızın Murahhas Heyetimize sunulmuş olduğunu anlattı. Bu muahede taslağı ya aynen kabul edilecek yahut da reddedilecekti. Binaenaleyh toplantıda bulunanlardan istenen şey, ya bir evet yahut bir hayır’dan ibaretti. Herhangi bir maddenin tadili bahis mevzuu olamazdı. Çünkü galip devletler bu noktada karar birliğine varmışlardı.

Nihayet muahedeyi kabul edenler ayağa kalksınlar denildi. Damad Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Kayınpederim Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da hazır olanlar saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki: bu ayağa kalkış muahedenin kabulü manasına mı geldiği, yoksa Padişah’ı selamlamak için mi olduğu anlaşılmadan oylama bir oldu biti ile tamamlandı.”[2] İşte Osmanlı Devleti’nin sonunu getiren belge böyle oylanmış ve 10 Ağustos’ta Korgeneral Hadi ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Beyler tarafından Paris’te imzalanmıştır.[3]

Tarihin bu döneminde bütün dikkatler Ankara’da kurulan yeni Türk Milli Meclis’i üzerinde yoğunlaştığından Osmanlı Devletinin bu acı dönemi biraz ihmale uğramış gibidir. Konumuzla ilgisi açısından bu acı son üzerinde ısrarla durmamızın nedeni ise, günümüzde dahi bazı kaynakların kasıtlı olarak Osmanlı Devletinin o günlerde tükendiğini görmek istememeleri, bütün tarihsel gerçeklere rağmen, batışın nedeni olarak Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının gösterilmek istenmesidir. Oysa Osmanlı Hanedanının sonunu görüldüğü gibi güvendikleri işgal güçleri, devlet adamları ile işgal güçlerine karşı uygulanan kişiliksiz, pasif politikalar hazırlamıştır.

İşgalciler Türk Devletini bitirmek için herkesin isteklerine kulak vermiş fakat bütün ümidini işgalcilerin merhametlerine bağlamış olan Osmanlı Sultan ve yöneticilerine hiçbir destek vermemişlerdir. Hatta savaş döneminden sonra da İngiltere’ye bağlılığını devam ettirmek isteyen “Osmanlı Ailesi mensupları”, bu hatalarının cevabını İngiliz hükümetinden ağır bir şekilde alacaklar, büyük maddi ve manevi sıkıntılara düşeceklerdir. Bu nedenle denilebilir ki Osmanlı ailesinin düşmanı Mustafa Kemal ve arkadaşları değil, ancak dostluğunu aradığı yabancı güçler olmuştur. İngiltere’nin ibret alınacak tutumunu Fransız yazar Berthe G. Gaulis şöyle özetlemektedir:

İngiltere’nin hatası her yerde aynıdır. Bu Türkiye’de her yerdekinden daha açık görülür. 1920 Temmuzundaki büyük ölçülü Yunan taarruzuna kadar, Türk milliyetçileri, devamlı olarak İngiltere ile çalışmaya bakmışlar, hatta Anadolu’nun işgalinden sonra bile, onu inandırmaya çalışmışlar, fakat her defasında onun, Türkiye’yi yok etme yolundaki arzusuna çarpmışlar, bu da, kendilerine, daha iyi bir savunma sağlama yolunu seçme zaruretini doğurmuştur. Böylece hareket planlarını geliştirerek, kendilerine yeni kaynaklar bulacaklardır.[4]

Temmuz 1920’de o bir dizi başarısızlıkların etkisi altında, ayrıca Hindistan’daki Müslümanların devamlı şikâyetinden endişe duyan[5] İngiltere, bu işin sonunu getirmek ister ve Yunanlıları Anadolu üzerine sevk eder. Vaat edilen armağanlar çok büyüktür; İstanbul, bütünü ile Trakya, İzmir, Batı Anadolu yani Küçük Asya’nın en zengin toprakları, Hellada’nın yani Yunan rüyaları içinde en ölçüsüz olanların bile gerçekleşmesi. Yunan ordusu, bolluk içinde harp malzemesi ile devamlı donatılacak, İngiliz altını hep konuşacak, İngiliz subayları operasyonlar yöneteceklerdir.[6]

Sevr antlaşması, son hayalleri de dağıtmıştır. Bu defa ihtiyar Türkiye bile anlamıştı ki, İngiltere onu avlamış, ona Britanya mandası altında, aşağı yukarı eski imparatorluk kadar geniş bir Türkiye’nin, bir iyilikseverlik sonucu elde kalacağını açıkça söylemese bile ima etmişti.[7]

Dış güçlerin baskısı ile son Osmanlı Padişahı ve hükümetince kabul edilen Sevr Antlaşması Ankara’da Meclisçe reddedilip lanetlendikten sonra, faaliyetler ülke içinde milli birliğin sağlanması ve muntazam ordunun oluşturulması istikametinde yoğunlaştırıldı.

Bu olaydan günümüze atlarsak Başbakan ve Kılıçtaroğlunun bu akşam yapılacak görüşmelerinden olumlu bir sonuç çıkması mucize olacaktır. Çünkü Koalisyon’a karar verecek merci maalesef ki onlar değildir. Karar organı Koalisyon yerine yeni bir seçim istemektedir.

Dr. M. Galip BAYSAN

DİPNOTLAR:

[1] Komutan, Devrimci, Devlet Adamı Yöneriyle Atatürk, s.299 ( Genkur, İstanbul–1973)

[2] İsmail Hakkı Okday: Yanya’dan Ankara’ya, s.414, 415 ( İstanbul-1975)

[3] Atatürk, Komutan, Devrimci, s.299

[4] Berthe G. Gaulis, Çankaya Akşamları, s.59 (Türkçesi Firuzan Tekil, İstanbul-1983)

[5] Hindistan’ın durumu için bknz. R.K. Sinha, Mustafa Kemal ve Mahatma Gandi, s.112-124, 131-144 (Milliyet Yayınları); Bknz. Atatürk Yolu, s.20 (Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-1987)

[6] Çankaya Akşamları, s.52

[7] Aynı eser, s.54, 55

TARİH : II. VİYANA SEFERİNE KADAR XVII. YÜZYIL

Osmanlı-053

II. VİYANA SEFERİNE KADAR XVII. YÜZYIL

Üçüncü Mehmed’in saltanat döneminden (1595-1603) başlayarak Osmanlı tarihinin siyasî gelişmelerini tasvir ve tahlile geçmeden önce, Osmanlı devlet ve toplum düzeninin XVI. yüzyıl sonu ve XVII. yüzyılda uğradığı değişme veya buhranın genel bir değerlendirmesini yapmak söz konusu dönemi anlamak açısından son derecede gerekli görünmektedir.

Osmanlı tarihinin temel dönemleri ve bu dönemlerin özellikleri bağlamında, Osmanlıların XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıla geçiş sürecinde karşılaştıkları temel problemlerin ve bunlara karşı geliştirilen cevapların niteliği tarih yazımında ilgi çekici bir alan halini almıştır. XVI. yüzyılın sonlarında “en geniş” sınırlarına ulaşan Osmanlılar bu tarihlerden itibaren bir “duraklama” ve sonra da “gerileme” sürecine mi girmişti, yoksa iç ve dış dinamiklerin beraberce etkilediği bir değişim döneminin meseleleri ile mi uğraşmak zorunda kalmışlardı?

Koçi Bey ve benzeri XVII. yüzyıl ıslahat layihası yazarlarına ve hatta Gelibolulu Mustafa Âlî ve XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Lütfi Paşa v.b’nin eserlerine baktığımızda Osmanlıların bir buhran dönemine girdikleri ve bu buhranın da devletin kudretinin zirvesinde bulunduğu sıradaki mükemmel nizamının bozulmasıyla ortaya çıktığı sonucuna varırız. Osmanlı nasihat yazarlarının bu hükmü en azından esası bakımından modern tarihçilerce de paylaşılmış, ancak onların çöküş sebebi olarak zikrettiği unsurlar tarihçiler tarafından çöküşün tezahür ve sonuçları sayılmıştır; modern tarihçiler Osmanlıların çöküşünü temelde sürekli genişlemeye göre örgütlenmiş bir askerî yapıya sahip Osmanlı Devleti’nin fiyat devrimi, Amerika’nın keşfi, coğrafî keşifler, askerî teknolojideki değişiklikler vb. gelişmelerin niteliğini iyi kavrayamamasına ve sonuç olarak da gerekli tedbirleri alacak zihnî ve maddî donanıma sahip olmamasına bağlamak eğilimindedirler. Dahilî faktör olarak da ‘klasik’ dönemin birtakım temel kurum ve uygulamalarının terk edilmesi önemli gözükür: Sultanların işlerden ellerini çekmesi, kul ve tımar sistemlerinin değişmesi vb. Bu açıklama biçiminde zımnen veya bazen açıkça Osmanlı toplum yapısının ‘durağan’ karakteri de öne çıkar. İçeriden yenileşemeyen Osmanlı’nın dış dinamiklerin etkisi olmaksızın kendisini dönüştürmesi mümkün olamazdı. Bir anlamda Osmanlılar, yükselen Batı medeniyetinin karşısındaki “öteki”ni temsil eden bir konuma yerleştirildiler.

II. VİYANA SEFERİNE KADAR XVII. YÜZYIL.pdf