Günlük arşivler: 1 Temmuz 2015

IRAK DOSYASI : MUSUL’A YATIRIM GELECEĞE YATIRIM DEMEKTİR

MUSUL’A YATIRIM GELECEE YATIRIM DEMEKTR.pdf

IRAK DOSYASI : MUSUL’DA YEREL SİYASET VE IRAK SİYASETİNDE YENİ DİNAMİKLER

MUSUL’DA YEREL SYASET VE IRAK SYASETNDE YEN DNAMKLER.pdf

AB DOSYASI : KÜRESEL GÖÇ VE AVRUPA BİRLİĞİ İLE TÜRKİYENİN GÖÇ POLİTİKALARININ GELİŞİ Mİ

KRESEL G VE AVRUPA BRL LE TRKYENN G POLTKALARININ GELM.pdf

KAZAKİSTAN DOSYASI : KAZAKİSTAN SİYASİ SİSTEMİNİN GELİŞİMİ

KAZAKSTAN SYAS SSTEMNN GELM.pdf

SURİYE DOSYASI : KARİKATÜRLERLE SURİYE SORUNUNU ANLAMAK

KARKATRLERLE SURYE SORUNUNU ANLAMAK.pdf

İRAN DOSYASI : İRAN’DA SU KAYNAKLARI VE YÖNETİMİ

image001

randa su kaynaklari ve ynetm

TARİH : “TÜRK DÜNYASI VATANDAŞLIĞI”NA DOĞRU

Türk-Dünyası-Vatandaşlığı-1

“TÜRK DÜNYASI VATANDAŞLIĞI”NA DOĞRU

Türk boy ve toplulukları bugün dünyanın farklı bölgelerinde ve devletlerinde farklı yönetim şekillerine tabi olarak yaşamaktadırlar.

Birbirlerinden çeşitli sebeplerle ayrılan Türk boy ve topluluklarının adına Ulu Türkistan denilen coğrafyadaki birlikteliği Türk Milletinin güçlü devlet(ler) kurmasına; adının ve sanının bugüne kadar gelip ulaşmasına vesile olmuştur. Ancak artan nüfus, çakışan çıkarlar, yaşanan çekişmeler, huzursuzluklar ve mücadeleler Türk boy ve toplulukları arasındaki birlikteliğin ve dayanışmanın bozulmasına, aralarındaki ilişkilerin zayıflamasına hatta bazı bölgelerde bitmesine sebep olmuştur.

Türk boy ve toplulukları arasındaki huzursuzluklar, egemenlik savaşları ve dağınıklık Türklere yakın coğrafyalarda yaşayan ve Türklerle tarihsel hesabı olan milletler için her zaman fırsat doğurmuştur.

Orta Asya’da ve Kafkasya’da Çin’in ve Rusya’nın süreklilik arz eden çok yönlü politikaları, Türk boy ve topluluklarının uzun süre birbirlerinden kopuk yaşamalarında; birbirlerine yabancılaşmalarında büyük rol oynamıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılıp yeni Türk Cumhuriyetleri’nin kurulması Türk boy ve toplulukları için tarihin en büyük fırsatı olmuştur. Ancak bu fırsatın yeterince değerlendirilebildiğini söylemek de mümkün değildir.

Aynı etnik yapıya ve kültürel kimliğe sahip milletlerin birlik ve bütünlükleri, gönül ve akıl birlikteliğiyle oluşturulmuş stratejiler sayesinde gerçekleştirilir ve korunur. Aklın ve gönlün bir araya getirmediği; yalnızca çıkar ilişkilerinin veya duygusal bağların bir arada tuttuğu toplulukların ve milletlerin birlikteliklerinin uzun sürmesi mümkün değildir. Aralarında “kan bağı”, “akrabalık” veya “dostluk” bulunan devletlerin, milletlerin ve toplulukların birbirleriyle ilişkileri “güçlü” ve “sağlam” olduğu kadar “hassas” ve “kırılgan” özellik taşır.[1] Bu ilişkilerde “duygu ile mantık”ın, “gönül ile akıl”ın ittifakı, ilişkilerin kalıcılığı ve sürekliliği bakımından çok önemlidir (Alyılmaz, 2011: 55).

Türk boy ve topluluklarının 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki dönemlerde farklı adlar ve oluşumlar altında bir araya gelme girişimleri, çoğunlukla duygusal temelli olduğu için başarılı ol(a)mamıştır. Ancak geride kalan 20 yılı aşkın sürede bazı kazanımların olduğu da inkâr edilemez.

Türk devletleri arasında gerçekleştirilmeyen pek çok ilişkinin ve oluşumun kitle iletişim araçları sayesinde toplumun alt tabakalarında gerçekleşmiş olması; ulaşımın nispeten kolaylaş(tırıl)ması ve maliyetinin düş(ürül)mesi, TÜRKSOY, Türk Keneşi / Türk Konseyi (Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi), TÜRKPA (Türk Dili Konuşan Ülkeler Parlamenter Asamblesi), Türk Üniversiteler Birliği… gibi ortak teşkilatların kurulması bu kazanımlar arasında sayılabilir.[2] Ancak Türk boy ve topluluklarının bugün gelinen noktada birbirlerini iyiden iyiye tanıdıkları, aralarında eski Sovyetler Birliği’nin yapısına veya Avrupa Birliği’nin bugünkü durumuna benzer bir ilişkinin oluştuğu; duygusal temelli ve içerikli söylemlerin yerini akılcı ve gerçekçi kararlara ve eylemlere bıraktığı hiçbir şekilde söylenemez.

Geride kalan uzun yılların oluşturduğu iletişim ve güven sorunun bir anda ortadan kalkması elbette beklenemez. Çünkü zaman ve şartlar Türk boy ve toplulukları arasında ciddi yaşayış ve inanış farklılıkları doğurmuştur. Aynı etnik ve kültürel kimliğe sahip olmalarına rağmen aralarında farklılıklar olanlar yalnızca Türk devlet ve toplulukları da değildir. Hızla değişen ve gelişen dünyada Türk devlet ve topluluklarının akılcı bir noktada tekrar buluşmaları ancak ve ancak geride kalan tarihsel süreçte ortaya çıkan inkâr edil(e)mez farklılıklara hoşgörü ile yaklaşıp bunun bilincinde aralarındaki aynılıkları ön plana çıkarmalarından geçmektedir. Şurası hiçbir zaman unutulmamalıdır ki: Ayrıntıda direnenler yollarını ayırırlar. Ayrıntıda direnmek ayrılık getirir (Gemalmaz, 2010: 431).

Aynılıklarını, birleşenlerini ön planda tutup birleşemeyenlerin de, ayrışanları yüzünden ayrılıklar yaşamaları kaçınılmazdır. Bugün dünyada yaşanan pek çok huzursuzluğun ve savaşın temelinde de insanoğlunun (bunun doğal uzantısı olarak milletlerin) bitmez tükenmez ihtiraslarının bilinçli bir şekilde yönlendirip ön plana çıkardığı “farklılıklar” yatmaktadır. Oysa tarih boyunca insanların farklılıklarını ön planda tuttuklarında birbirleriyle savaştıkları; birleşen veya benzeşen yönlerini ön planda tuttuklarında ise hem kendilerine hem de bütün insanlığa yararı dokunacak işler başardıkları bilinmektedir. Bu savın en açık kanıtını hiç kuşkusuz ki Avrupa Birliği oluşturur.

Bugün Avrupa Birliği içinde yer alan ülkelerin birçoğu yakın tarihe kadar birbirleriyle savaşmışlardır. Çünkü Avrupa Birliği ülkelerinin (birçoğunun dini aynı olsa da) onların da birleşen yanları kadar ayrışan yanları; aralarında çıkar çekişmeleri vardır. Ancak Avrupalılar geçmişten (aralarında yaşanan savaşlardan) ders çıkarmayı bilmiş; birleşen yanlarını ön planda tutmuş; Avrupalılık paydasında buluşarak “Avrupa Birliği”ni kurmuşlardır.

Türk Dünyası Çalıştayı - 012

Temeli 1950’li yılların başına (Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na) dayanan; 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve 1 Kasım 1992 tarihinden itibaren yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması’yla adı “Avrupa Birliği” konulan birlik bugün 28 bağımsız devletten oluşmakta ve içinde 500 milyon insan yaşamaktadır. Avrupa Birliği içinde yer alan devletler şunlardır: Almanya, Avusturya, Birleşik Krallık, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan (http://europa.eu/). Avrupa Birliği her geçen gün güçlenmekte, sınırlarını genişle(t)mekte ve dünya kamuoyunda daha fazla söz sahibi olmaktadır. Bu arada Türkiye, İzlanda, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan başta olmak üzere birçok ülkenin Avrupa Birliği’ne üye olmak için beklediklerini de belirtmek gerekir.

Avrupa Birliği ülkeleri arasında elbette ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Avrupa Birliği içinde yer alan ülkelerin yöneticileri de zaten bunun bilincindedirler. Bunun için de Avrupa Birliği içindeki her ülkede “Avrupalılık” paydasında birleşmenin yolları aranmakta ve “Avrupalılık bilinci” oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Acaba Avrupa Birliği benzeri bir birliği Türk Dünyası için de gerçekleştirmek mümkün müdür? Türk boy ve topluluklarının birleşenleri bu birliği oluşturmak için yeterli midir? TÜRKSOY, Türk Konseyi[3], Türk Üniversiteler Birliği[4]… gibi teşkilatlârın kurucularını “Türk Dünyası Vatandaşlığı”[5] paydasında buluşturmak bir hayal olmanın ötesine geçebilir mi? Bu sorulara aklı başında herkesin “evet” diyeceğinden kuşku duyulmamalıdır. Çünkü bu birlik (adı farklı olsa da) tarihte zaten vardı. Aralarındaki her türlü çekişmeye rağmen Türk boy ve topluluklarının iyide ve kötüde bir araya geldikleri dönemler yaşanmıştı. Üstelik Avrupa Birliği’nin oluşumuna zemin hazırlayan birleşenlerle Türk boy ve topluluklarını “Türk Dünyası Vatandaşlığı” paydasında buluşturacak birleşenler karşılaştırıldığında Türk boy ve topluluklarının birleşenlerinin daha fazla olduğu görülür. Aynı etnik ve kültürel kimliğe sahip olanların kardeşlik, dostluk, hoşgörü, dayanışma, iş birliği ve barış paydasında buluşup birlik oluşturmaları diğerlerine göre daha kolaydır.

İçinde yaşanılan bölgenin ve çağdaş dünyanın gerçeklerinin bilincinde; ortak kültürel değerlerden, tarihsel süreçte edinilen deneyimlerden, kazanımlardan ve birikimlerden hareketle kendi geleceklerine şekil vermek Türk devlet ve topluluklarının da hakkıdır.

Temelinde evrensel değerlere bağlı, insan haklarına saygılı, hoşgörülü, başkalarını ötekileştirmeyen, birlikte yaşamanın bilincinde, eğitimli, mutlu, huzurlu bireylerin bulunduğu toplumların, milletlerin ve devletlerin oluşturacakları birlikler hem kendilerine, hem yakın çevrelerine / bölgelerine hem de dünya barışına ve huzuruna katkı sağlayacaktır.

Türk Dünyası Çalıştayı - 013

Bugün dünya ülkeleri birbirleriyle olan sosyal, kültürel, siyasi, ekonomik. ilişkileri artırmak, geliştirmek ve kolaylaştırabilmek için projeler üretmekte; Asya ile Avrupa kıtalarını (hatta daha ötesini) birbirine bağlayacak (tarihî Baharat Yolu’nun / Kervan Yolu’nun / İpek Yolu’nun alternatifi niteliğinde) ulaşım projelerini hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Bakü, Tiflis ve Kars arasında inşa edilen demir yolunun ilk aşamada bölge ülkelerini; sonrasında ise Asya ülkelerini Avrupa’ya bağlaması hedeflenmektedir. Bu ve benzeri projelerin hayata geçmesiyle muhataplarına birçok açıdan kolaylık sağlayacak olan Türk Dünyası Vatandaşlığı da ilgili devletlerin öncelikleri arasında yer alacaktır.

Türk Dünyası Vatandaşlığı’nın hayata geçmesiyle birlikte bölge ülkeleri arasında imzalanacak gümrük birliği ve ekonomik iş birliği anlaşmaları bölgede başka alanlarda da anlaşmaların imzalanmasına ve yeni birliklerin kurulmasına fırsat verecek; ileride (belki de) Türk devlet ve topluluklarının, Çin Halk Cumhuriyeti’nin, Japonya’nın, Moğolistan’ın, Rusya Federasyonu’nun, Hindistan’ın, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin, Gürcistan’ın. vd. ülkelerin de içinde yer alacakları “İpek Yolu Ülkeleri Vatandaşlığı”nın hatta “Asya Ülkeleri Vatandaşlığı”nın da gerçekleşmesi mümkün olacaktır. Çünkü Asyalı milletlerin ortaklıkları ve benzerlikleri en az Avrupalılarınki kadar eski ve köklüdür. Asyalı milletlerin farklı etnik yapıya ve inanç sistemine mensup oldukları bu yüzden de bir araya gelmelerinin, ortak paydada buluşmalarının zor olacağı muhtemeldir. Ancak bütün dinlerin temelde “birlik” olmayı önerdiği unutulmamalıdır.[6]

Türk Dünyası Çalıştayı - 014

Türk Dünyası Vatandaşlığı’nın gerçekleşmesi durumunda Türk devlet ve topluluklarına sağlayacağı imkânlardan birkaçını şöyle sıralamak mümkündür:

  • Türk Dünyası Vatandaşlığı, üye devletler ve topluluklar arasında serbest (vizesiz) ve kolay dolaşım, seyahat ve oturma izni sağlayacaktır.
  • Türk Dünyası Vatandaşlığı’na tabi kişiler vatandaşlık haklarından eşit şekilde yararlanacaklardır.
  • Türk Dünyası Vatandaşı öğrenciler üye ülkelerde eğitim öğretim görme hakkına ve özgürlüğüne sahip olacaklardır.
  • Üye ülkeler tarafından Türk Dünyası Vatandaşı üniversitelilerin ön lisans, lisans ve lisansüstü seviyelerde almış oldukları diplomaların eş değerliliği / denkliği sağlanacaktır.
  • Türk Dünyası Vatandaşlarına üye ülkelerde çalışma izni verilerek iş güvenlikleri uluslararası yasalarla koruma altına alınacaktır.
  • Üye ülkelerin vatandaşları diğer ülkelerde mülk edinme hakkına sahip olacaklardır.

Türk Dünyası Vatandaşlığı (yukarıda belirtilen temel ve öncelikli imkânların yanında) üye ülkelerin her alanda (siyasi, askerî, sosyal, kültürel, ekonomik) yakınlaşmalarına zemin hazırlayacak ve birliğin güçlenmesini sağlayacaktır.

Prof. Dr. Cengiz ALYILMAZ

Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü, Valeh Hacılar Uluslararası Bilimsel ve Kültürel Araştırmalar Vakfı Genel Başkanı, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür ve Eğitim Derneği Genel Başkanı, calyilmaz @gmail.com.

Not: Bu yazının özünü Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te 22-23 Ekim 2014 tarihleri arasında düzenlenen “Türk Dünyası Vatandaşlığı Çalıştayı”nda Prof. Dr. Cengiz ALYILMAZ tarafından yapılan açılış konuşmasının metni oluşturmaktadır. Söz konusu metin ALYILMAZ tarafından gözden geçirilip bazı ekleme ve düzenlemeler yapılarak makale hâline dönüştürülmüştür.

Yazı Kaynağı: TEKE Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 4/1 2015 s. 69-76, TÜRKİYE

Kaynaklar:

♦ ALYILMAZ, C. (2000). Atatürk, Milliyetçilik ve Türk Dünyası. Türk Yurdu, 20 (152), 12-16.

♦ ALYILMAZ, C. (2011). Bağımsızlıklarının Yirminci Yılında Türk Cumhuriyetleri Üzerine. İpek Yolu Medeniyetleri, 4, 8-13.

♦ ALYILMAZ, C. (2011). Türkiye Moğolistan’da Öncelikli Olarak Neler Yapmalı? Yeni Ufuklar, 10, 55.

♦ ALYILMAZ, C. (2012). Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin Bölge Ülkeleri Açısından Önemi. Düşünce Dünyasında Türkiz, 3(14), 55-63.

♦ BABİŞ, A. G. (2014). Türk Konseyi: Türk Birliğinin Hazırlığı mı? EkoAvrasya Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, 27, 14-16.

♦ GEMALMAZ, G. (2014). Türk Dünyasında Alfabe ve İmla Meseleleri Üzerine. Türkçenin Derin Yapısı, Ankara: Belen Yayıncılık.

♦ MERT, O. (2015). Türk Konseyi (Keneşi) Türk Üniversiteler Birliği ve Türk Üniversiteler Birliği I. Genel Kurulu. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED], 53, 273-290.

♦ MOMINKULOV, C. (2014). Türk Cumhuriyetleri Ortak Bilgi Alanına Doğru, EkoAvrasya Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, 27, 66-67.

Dipnotlar:

[1] Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlıklarını ilan eden yeni Türk Cumhuriyetlerine Türkiye Cumhuriyetinin bazı yöneticileri tarafından “ağabey” tavrı takınılmıştır. Önceleri sempati uyandıran bu tavır, zamanla tepkilere yol açmıştır.

[2] Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı (TÜDEV) tarafından 1993-2009 yılları arasında düzenlenen Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayları’nda oluşturulan komisyonlarda (Uluslararası İlişkiler Komisyonu, Medya ve İletişim Komisyonu, İktisadi, Ticari, Mali İlişkiler ve Turizm Komisyonu, Kültür Komisyonu, Eğitim Öğretim, Bilim ve Teknoloji Komisyonu, Gençlik Komisyonu, Toplum Yönetimi ve Hukuk Komisyonu) önemli kararlar alınmış; alınan kararların bir kısmı üye devletler tarafından hayata geçirilmiştir. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayları’nın sonuç bildirgelerinde yer alan öncelikli amaçlar arasında genelde şu hususlar yer almıştır: Türk devlet ve topluluklarının modern anlamda ekonomik gelişmelerini ve refahlarını sağlamak; uluslararası platformlarda dayanışmalarını güçlendirmek; kültürel bağlarını derinleştirmek; somut işbirliği alanlarını kamu kesimini de içine katarak gerçekleştirme yolunda atılacak adımları belirlemek; hâlen yürütülen müşterek çalışmaları ve projeleri daha etkin hâle getirmek (http://tr.wikipedia.org).

[3] “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi”, 1992 yılından 2009 yılına kadar on kez gerçekleştirilen “Türkçe Konuşan Devletler Devlet Başkanları Zirveleri” sonucunda ortaya çıkan ortak siyasi irade ile 3 Ekim 2009’da Nahçıvan Anlaşması’yla kurulmuştur. Millet olmanın en önemli kavramlarından dil, edebiyat, kültür ve tarih konularındaki ortaklığın farkında olan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye Devlet Başkanları tarafından kurulan Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Keneşi), 15-16 Eylül 2010 tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen Devlet Başkanları Zirvesi’nde de resmen ilan edilmiştir. Nahçıvan Anlaşması’nın 3. maddesine göre Türk Konseyinin ana organlarını Devlet Başkanları Konseyi, Dışişleri Bakanları Konseyi, Kıdemli Memurlar Komitesi, Aksakallar Konseyi ve Sekreterya teşkil etmektedir (Mert, 2015: 273-290). Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Keneşi / Türk Konseyi – TDİK) hakkında ayrıca bk. http://www.turkkon.org/tr- TR/genel bilgi/1/10.

[4] 1992’den 2014’e kadar gerçekleştirilen Devlet Başkanları Zirvelerinde ekonomi, dış politika ve güvenlik, toplumsal ve insani ilişkiler, kültür gibi konuların yanında eğitimle ilgili de birtakım kararlar alınmıştır. Eğitimle ilgili şu ana kadar alınan kararlardan biri de Türk Üniversiteler Birliğinin kurulmasıdır. 23 Ağustos 2012 tarihinde Bişkek’te gerçekleştirilen Türk Konseyi İkinci Devlet Başkanları Zirvesi’nde ve 10 Ağustos 2012 tarihinde Çolpan-Ata’da yapılan Türk Keneşi Eğitim Bakanları toplantısında alınan kararlar çerçevesinde şekillenen Türk Keneşi Türk Üniversiteler Birliği, Türk Keneşi üyesi ülkelerden 15 üniversite tarafından kurulmuştur (Mert, 2015: 273-290).

[5] Hâlen Atatürk Üniversitesi Orta Doğu ve Orta Asya Kafkaslar Araştırma ve Uygulama Merkezi bünyesinde (Bilimsel Araştırma Projeleri (BAP / 2013-223) kapsamında) yöneticiliğini Doç. Dr. Semra ALYILMAZ’ın, danışmanlığını ise Prof. Dr. Cengiz ALYILMAZ’ın yaptığı “Türk Dünyası Vatandaşlığı Projesi” adıyla bir proje sürdürülmektedir.

[6] Bu düşüncelere karşı çıkıp, bugün bizleri hayalperestlikle suçlayanlar elbette olacaktır. Aynı anlayışa sahip insanlar Sovyetler Birliği’nin dağılacağına, Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını ilan edeceklerine dair görüşlerimizi 1990 yılında ifade ettiğimizde de bizleri hayalperestlikle suçlamışlardı. Tarih bizleri (bizim gibi düşünenleri) haklı çıkardı. Avrupa Birliği’nin Avrupa Kömür ve Çelik Anlaşması’nın ürünü olduğu, değişen ve gelişen dünya şartları ve çıkar ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda Asyalı devlet ve toplulukların birlikteliklerinin de hayal olmadığını herkes görecektir. Nitekim Amerika Birleşik Devletleri’nin (ve çoğu kez onun direktifleri doğrultusunda hareket eden Avrupa Birliği ülkelerinin) (başta Rusya Federasyonu olmak üzere) Asyalı ülkelere uyguladıkları ekonomik ve siyasi baskılar Asyalı devlet ve toplulukların birlikteliğini zorunlu kılmaktadır.

[7] Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan tarafından kurulan Türk Konseyine Özbekistan, Türkmenistan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti farklı gerekçelerle katıl(a)mamışlardır. Yapılan tasarımda Bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nin tamamının Türk Keneşi etrafında birleşmesi arzulandığından söz konusu cumhuriyetlerin bayraklarına yer verilmiştir.

TARİH : BÜYÜK TAARRUZ’DAN ÖNCE ANKARA İLE İSTANBUL ARASINDA SALT ANATIN ÂKIBETİNİ TAYİN EDEN BİR GÖRÜŞME

Cumhuriyet-038

BÜYÜK TAARRUZ’DAN ÖNCE ANKARA İLE İSTANBUL ARASINDA SALTANATIN ÂKIBETİNİ TAYİN EDEN BİR GÖRÜŞME

Giriş

Milli mücadele, Türk Milleti’nin yediden yetmişe her ferdinin bütün imkanlarını seferber ettiği bir direniştir. Bu mücadelede önemli hizmetler üstlenmiş gerek siyasi gerekse askeri şahısları tanımak, millet olarak her ferdin görevi olmalıdır. Milleti için hayatını ortaya koymuş şahsiyetler, o milletin baş tacıdırlar ve onlara saygı duymak, onların hatıralarını yad etmek bizim milli görevlerimiz arasındadır. Bir millet, tarihiyle bütünleştiği oranda güçlenir ve saygıdeğer olur. Bu toprakları bizlere canı ve kanı pahasına bırakan şahsiyetlere minnet duymak her Türk için öncelikli bir görev olmalıdır. Tarihi şahsiyetlerin unutulduğu toplumlarda idealist bir gençliğin zemin bulması mümkün değildir. İdealist ve mefkure sahibi olmak için öncelikle mazi ile sağlıklı bir şekilde bütünleşmek esastır. Mazi ile yani tarihle bütünleşemeyen toplumlarda geleceğe güvenle bakmak mümkün değildir. Zira "gelecek” denilen kavram "mazi” ile güç bulur. Tarihimiz ile "sorumlu tarih” anlayışı çerçevesinde bütünleşmek milli bütünlük açısından bir gerekliliktir. Sorumlu tarih anlayışı, "dün”e mıhlanıp kalmak değil, "dün”den "ibret” alarak hataların tekrarını önlemek ve vakur bir hayatı realize etmektir.

Milli Mücadele, bilindiği gibi sadece silahla yapılmamıştır. Belki son sözü silah söylemiştir, ancak bütün olumsuz şartlara rağmen başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Milli Mücadele’nin önderleri daima siyasi teşebbüslerde bulunma yolunu tercih etmişlerdir.

Bu çalışmamızda başlığımızdan da anlaşılacağı gibi saltanatın akıbeti ile ilgili sarayda gerçekleşen bir görüşme inceleme konusu yapılacaktır. Hemen belirtelim ki, bu görüşmede gündemin konusunu saltanat meselesi teşkil etmemekteydi. Aslında Ankara hükümetinin Hariciye Vekili, Avrupa’ya kendi ifadesiyle "tenvir ve tenevvür” seyahati yapacaktı. Yani Büyük Taarruz’un arefesinde İtilaf Devletleri kamuoyunun bakış açısını yerinde tespit etmek amacıyla bir seyahati düşünmekteydi.

Bu seyahatin güzergahı İstanbul’dan geçecekti. Dolayısıyla Hariciye Vekili İstanbul’da bazı temaslarda bulunacaktı. Bu temaslardan birisi ve en ilginci Saray’da gerçekleşen bir akşam görüşmesiydi. Bu akşam görüşmesinde ilginç gelişmeler yaşandı. Bu makalemizde bu görüşmenin detaylarıyla ilgili bilgiler verilmeye çalışılacaktır.

Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey Kimdir?

Konumuza geçmeden önce bahse konu görüşme esnasında ilk meclisimizin Hariciye Vekaleti görevini yürüten Yusuf Kemal Bey hakkında kısaca bilgi vermenin gerekliliğine inanıyoruz. Milli Mücadele tarihimizde Yusuf Kemal Bey ile ilgili olarak yeterli bilgi verilmediği kanaatindeyiz.

İstiklal Savaşı esnasında birinci TBMM’de Hariciye Vekili olarak Lozan görüşmelerinin arefesine kadar iki hariciye vekili görev yapmıştır. İlk hariciye vekilimiz Bekir Sami (Kunduh) Bey’dir. Bekir Sami Bey, bu görevi 16 Mayıs 1921 tarihine kadar deruhte etmiş, bu tarihten sonra Hariciye Vekilliği görevi Yusuf Kemal Beye intikal etmiştir.

Milli Mücadele Dönemi’nin en kritik günlerinde bu görevi başarıyla yürüten Yusuf Kemal, maalesef yakın tarihimizde layık olduğu mevkide değildir.

Yusuf Kemal Bey, birinci TBMM’nin ilk İktisat Vekilidir. 1921 yılında bu görevi yürütürken Bolşevik Rusya ile Moskova Muahedesi’ni imzalamıştır. Doğu sınırlarımızın bu antlaşma ile güven altına alınmasından sonra Yusuf Kemal Bey, Moskova’dan vatana dönerken gıyabında Hariciye Vekaleti’ne seçilmiştir. Yusuf Kemal Bey, Lozan arefesine kadar bu görevde kalmıştır.

Yusuf Kemal Bey, sadece Milli Mücadele’de önemli görevler üstlenmiş değildir. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte oluşturulan Meclis-i Mebusanda milletvekili olarak bulunmuştur. Bu mütevazı ve aynı zamanda ilim adamı olan milli şahsiyetimiz, 1925 yılında açılan Ankara Hukuk Fakültesi’nde İnkılap Tarihi derslerini vermiştir. Demokrat Parti’nin ilk kurucuları arasında bulunmuştur. 1947 yılında kurulan Millet Partisi’nin de ilk kurucuları arasındadır. 1961 yılındaki Kurucu Mecliste en yaşlı üye sıfatıyla başkanlık yapmıştır.[1]

Yusuf Kemal Bey’in Avrupa’da Bazı Temaslar Yapmak Üzere Görevlendirilmesi

Sakarya Zaferi’nden sonra siyasi gelişmeler hızlı bir seyir takip etmeye başlamıştı. Ankara İtilafnamesi’nin imzalanmasıyla İtilaf Devletleri arasında gedik açılmıştı. l922 yılı Ocak ve Şubat aylarında İngiltere, yapılacak bir barış antlaşmasını Mustafa Kemâl Paşa’ya kabul ettirebilmek için baskı yapmaya hazırlanmaktaydı. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri H. Rumbold, 15 Ocak 1922 tarihli şifre yazısında Mustafa Kemâl Paşa’nın Misak-ı Milli’nin kabul edilmediği bir barış antlaşmasına yanaşmayacağını bu sebeple yeni barış şartlarının Padişah’a teklif edilmesini belirtiyordu. Böylece Padişah, Anadolu’ya çağrıda bulunacak ve Misak-ı Milli’den başka şart kabul etmeyen Ankara Hükümeti zor durumda kalacaktı. Ayrıca İngiltere, Yunan ordusunun 30 Aralık 1921’de Anadolu’dan çekilebileceğini Fransa’ya teklif etmişti ama bunu geciktirmeyi düşünüyordu. Müttefikler, özellikle de İngiltere, Ankara hükümetine karşı oyalama siyaseti uygulamayı planlıyorlardı.

Bu arada İtalya’dan M. Tuozzi başkanlığında bir heyet Aralık l92l’de Ankara’ya gelmişti. İtalyan Heyeti ile yapılan görüşmelerde bu devletin Anadolu’daki nüfuz bölgeleri konusunda direndiği görülmekteydi. Bunun üzerine Hariciye Vekili Yusuf Kemâl Bey, Roma’daki TBMM Hükümeti temsilcisi Cami Bey’in konuyla ilgili görüşünü istedi. Cami Bey, Ankara’ya "şayet İtalya ile anlaşma sağlanamazsa vakit kazanılması” gerektiği konusunda görüşlerini bildirmekteydi.[2] Sonuçta İtalyanlarla anlaşma sağlanamadı ve görüşmeler sona erdi.

Ankara Hükümeti bir yandan Büyük Taarruz için askeri hazırlık yaparken diğer yandan da barış doğrultusunda diplomatik girişimlerde bulunuyordu. Bunun için Hariciye Vekili Yusuf Kemâl Bey’in Londra ve Paris’e görüşmeler yapmak üzere gönderilmesi düşünülüyordu. Yusuf Kemâl Bey, bu konuda 2 Şubat l922 günü Meclisin gizli oturumunda şunları söyledi: "Bu hususta hakikaten biraz geç kalındı. Ama geç de olsa faydalı olacağını zannediyoruz. Avrupa’daki rüzgardan da istifade edeceğim. Yani orada bulunan bütün Türklerden ve orada bulunan bütün İslamlardan istifade edeceğim. Bu heyet, bir heyet-i mahsusa halinde değil yalnız Hariciye Vekili’nin seyahati halinde olması düşünülmektedir.”[3] Aynı oturumda Hafız Mehmet Bey’in (Trabzon) "Yusuf Kemâl Bey’in, Şark siyasetini takip ile muvaffak olduğu kadar Garp siyasetinde de muvaffak olacağına şahsı itibariyle itikadı var mı?” sorusuna Yusuf Kemal Bey, şu karşılığı verdi: "Arkadaşlar, bu hususta düşündük taşındık, en muvafık olarak oraya Garba Şark siyasetini yapan bir adamın gitmesini muvafık bulduk. Şark siyasetini yapan bir adam (kendisini kastediyor), bu memlekete bir dost yaptı buraya geldi ve bunu meclisiniz de kabul etti ve elhamdülillah memleketi hiç bir yere esir etmedi ve etmeyecektir.”[4]

Bu görüşmelerden sonra Yusuf Kemal Bey’in Avrupa’ya seyahatiyle ilgili konu TBMM’nin genel kuruluna sunuldu. Görüşmeler sonunda seyahat kararı oy birliğiyle kabul edildi.[5] Avrupa’ya gitmesine karar verilen Hariciye Vekili Yusuf Kemâl Bey’le birlikte şöyle bir heyet oluşturuldu:[6] Yusuf Kemâl Bey (Hariciye Vekili, Heyet Başkanı), Münir Bey (Hukuk müşaviri), Hikmet Bey (Siyasi işler müdürü), Ferid Bey (Özel kalem müdür vekili), Kemâl Bey (Siyasi işler katibi), Binbaşı Tevfik (Siyasi işler katibi).

Yusuf Kemâl Bey’in İstanbul üzerinden Avrupa’ya gitmesi kararlaştırıldı. Aslında bunu Yusuf Kemâl Bey kendisi istemişti. Bunun sebebini kendisi şöyle açıklamaktadır: "Eğer İstanbul Hükümetini razı edebilirsem, ‘Ankara Hükümetinin Dışişleri Vekili bizim adımıza konuşmaya da yetkilidir’, dedirtebilirsem bu büyük bir faydadır. İstanbul üzerinden bunun için gitmek istiyorum.”[7]

Ankara Hükümeti’nin Hariciye Vekili’nin yol güzergahı böylece belli olduktan sonra İstanbul’daki görüşmelerin çerçevesi tespit edildi. İstanbul’daki görüşmeler şu çerçevede olacaktı: Hariciye Vekili, yalnız Tevfik Paşa (Sadrazam) ve Padişah ile görüşecek bunların dışında kimseyle görüşmeyecek. Nazırlardan ziyarete gelen olursa iade-i ziyaret yapmayacak. Padişah ile yapılacak olan görüşmede, TBMM’nin Hilafet makamını tanıdığı ifade edilecek, Halifenin de Ankara’daki meclisi tanıması teklif edilecek.[8] Ankara bu hususta son derece hassastı. Talimatın uygulamasında en küçük ihmal, mecliste ağır tenkitlere sebebiyet verebilirdi.

Nihayet Yusuf Kemâl Bey, 7 Şubat l922 günü Ankara’dan ayrıldı.[9] Yolculuk esnasında heyete halk tarafından iki muhtıra verildi. Bunlardan birisi, 9 Şubat l922 tarihliydi ve Bahçecik Nahiyesine mensup Hamidiye, İcadiye, Şevketiye, Mururiye, İrşadiye, Ayvazpınar ve Ahmediye "ahalisi” adına verilmekteydi. Söz konusu muhtırada Yunan vahşetinden bahsedilmekte, Avrupa’ya Misak-ı Milli’nin tanıtılması belirtilerek bu konunun "Düveli Müttefikaya iblağı” rica edilmekteydi.[10] İkinci muhtıra l4 Şubat l922 tarihliydi ve İzmit’in Kandıra kazası "ahalisi” adına verilmişti. Aynı konuları ihtiva ediyordu.[11]

Yusuf Kemâl Bey ve beraberindeki Heyet, l5 Şubat l922 günü İstanbul’a geldi. Haydarpaşa Garı’nda kalabalık bir halk tarafından coşkuyla karşılandı.[12] Yusuf Kemâl Bey, kendisini karşılayanlar arasında bulunan Tıbbiyeliler tarafından Tıbbiye Mektebi’ne götürülerek orada kendisine okulla ilgili bir albüm hediye edildi. Çünkü kendisi de eski bir "Tıbbiyeliydi.”[13] Daha sonra ikamet etmek üzere Dr. Akıl Muhtar Beyin evine geldi ve İstanbul’daki temasları sırasında burada kaldı.[14]

Yusuf Kemal Bey’in İstanbul’daki Temasları

Yusuf Kemâl Bey, İstanbul’a vardıktan sonra l6 Şubat günü sabah saatlerinde Hamit Bey’le birlikte Tevfik Paşa’nın konağında bir görüşme yaptı. Yusuf Kemâl Bey, Hariciye Vekaleti’ne gönderdiği raporda görüşme yeri olarak, Hamit Bey’in evini belirtmekle beraber gerek kendi hatıralarında (Vatan Hizmetinde) gerekse A. İzzet Paşa’nın eserinde görüşme mahalli Tevfik Paşa’nın konağı olarak belirtilmektedir.[15] Ankara hükümetinin Hariciye Vekili’nin böyle davranmasının sebebi açıktı; Ankara, İstanbul hükümetini ve Sultanı tanımıyordu. Sadece Hilafet makamı tanınıyordu. Bu bakımdan Yusuf Kemal Bey, görüşme mahallini raporda Hamit Bey’in evi olarak belirtmektedir. Daha sonraki yıllarda yazmış olduğu hatıralarında görüşme mahallini belirtmekte sakınca görmemiştir.

Görüşmede Hamit Bey, A. İzzet Paşa ve Tevfik Paşa bulunmaktaydı. Yusuf Kemâl Bey, raporunda görüşmeyle ilgili olarak şunları yazmaktadır; "İzzet ve Tevfik Paşalarda İngiliz korkusu ve İngilizlerle anlaşmak arzusu var. İzzet Paşa, devletlerle olan münasebatında (ilişkilerinde) ismini zikretmeksizin aşağı yukarı Misak-ı Milli esaslarını istemekte ısrar ettiklerini söylüyor. Bir ara Büyük Millet Meclisinin Makam-ı Hilafete merbut (bağlı) olduğuna dair söylediğim söz fevkalade memnuniyetlerini mucib oldu (memnun oldular). Sulh için devletlerin karşısına çıktığımızda ezcümle (kısaca) benim seyahatim esnasında Büyük Millet Meclisi Hariciye Vekili olarak serdedeceğim tekliflerin kendilerinin de fikirleri olduğunu suret-i münasebede (yeri geldikçe) buradaki komiserlere bildirmelerine dair olan teklifimizi prensip olarak muvafık gördüler. Arkadaşlarıyla görüşüp bir cevap verecekler.”[16]

Yusuf Kemâl Bey’in gerek Ankara’ya gönderdiği raporlarında gerekse hatıralarında yer vermemekle beraber görüşmelerde bulunan bir kişi olarak A. İzzet Paşa’nın belirttiğine göre söz konusu görüşmede, Yusuf Kemâl Bey’in verdiği bilgilere ilaveten, adli kapitülasyonlar ve buradaki görüşmelerin gazetelerde yayınlanması konuları da müzakere edilmişti. Yusuf Kemâl Bey, adli kapitülasyonların kayıtsız şartsız kaldırılmasını istiyordu. Siyasi konularda A.İzzet Paşa’nın görüşlerine katılıyordu. A.İzzet Paşa’nın naklettiğine göre Hariciye Vekili (Yusuf Kemal Bey) şunları söylüyordu: "Bu derece düşünce birliği meydana geldikten sonra, bunun gazetelerle ilan edilmesini ve kendisinin (Yusuf Kemâl Bey) İstanbul hükümeti adına açıklamalarda ve savunmalarda bulunabileceğinin de eklenmesini istedi. Bunun üzerine A. İzzet Paşa’nın "Padişah tarafından bir izin belgesi ister misiniz?” şeklinde bir soru sordu. Yusuf Kemâl Bey buna gerek olmadığını yalnızca gazetelerde bu konuda açıklama yapılmasının yeterli olabileceğini söyledi. Ahmet İzzet Paşa bundan sonra Yusuf Kemâl Bey’e Büyük Millet Meclisi’nin ilk kurulduğu zamanki programa yani Saltanat ve Hilafeti tutsaklıktan kurtarmaya halen sadık olup olmadıkları, barıştan sonra Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun değiştirilmesi veya düzeltilmesi hakkında güvence verip veremeyeceğini sordu. Yusuf Kemâl Bey bu soruya "bu meselenin gönlün istediği şekilde bir barışın imzalanmasından sonra söz konusu olabileceği”şeklinde karşılık verdi.[17] Ahmet İzzet Paşa, görüşmeyi böyle aktardıktan sonra "bakış açılarında tam bir beraberlik” olduğu konusunda Havas Ajansı’na bir telgraf gönderdi.[18] A.İzzet Paşa’nın verdiği bilgiye göre Y. Kemal’in istediği doğrultusunda basına bilgi verilmişti. Fakat Y. Kemal Bey, bu konulara temas etmemektedir.

Yusuf Kemâl Bey, aynı gün (16 Şubat 1922) öğleden sonra İngiliz Komiseri Rumbold ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmede seyahatin mahiyeti Yusuf Kemal Bey’in karar almaya yetkili olup olmadığı,[19] Yunanistan ile arazi meselesi, kapitülasyonlar, azınlıklar, boğazlar, gibi meseleler görüşüldü.

Bundan sonra Yusuf Kemâl Bey, General Pelle ile bir görüşme yaptı.[20] Hariciye Vekili Ankara’ya gönderdiği raporunda bu görüşmeyi şöyle anlatmaktadır: "General Pelle, iki gün evvel Paris’ten gelmiş olduğunu orada Millerand, Poincare, Mareşal Liautey ve General Gouraud ile bizim mesele hakkında görüştüğünü, Poincare’in gelmesiyle Fransa’nın bize karşı siyasetinde herhangi bir değişiklik olmadığını, İslam Fransız tebasını (Sömürgelerindeki Müslüman unsurlar) tatmin etmek, bizi tamimiyle Bolşeviklerin eline düşürmemek, Türkiye’yi yenileştirmek hususlarının Fransa’nın yararına bulunduğunu, binaenaleyh Yunanlıları himaye eden İngilizlere karşı Fransa’nın Türkiye avukatlığını yapacağını, adli kapitülasyonlar konusunda geçici bir süre için fedakarlık yapmamız gerekeceğini söyledi. Fransa, boğazlar konusunda Türkiye’nin tezini kabul etti. Şark Meselesinin hallinde Fransa ile İngiltere arasında anlaşmazlık olduğu görülmekte olduğundan şayet bu hususta İngiltere, Fransa’nın fikirlerine meyletmezse bu durumda ne olacağının sorulması üzerine; Fransa’nın bizim avukatlığımızı son dereceye kadar yapacağını fakat bir cihetten Almanya meselesi diğer taraftan arada bir ittifak bulunmasının Fransa’nın ellerini bağladığını belirtilerek her halde Türkiye aleyhinde bir tazyika (baskı) Fransa’nın iştirak etmeyeceğini söyledi.”[21]

Ankara hükümetinin Hariciye Vekili’nin bu görüşmelerdeki intibaları oldukça olumluydu. Fransızların İstiklal Savaşı’nda bizim tarafımıza temayül etmelerini gerektiren hususlardan iki önemli nokta vardı: Bolşevik meselesi ve Müslüman kamuoyu. Türkiye’nin yenileşmesi meselesi biraz muğlak bir ifade olmakla birlikte gelecekle ilgili bir konuydu.

Bütün bu gerekçeler İngiltere için de geçerliydi. Ama Fransa’nın Ankara’ya eğilim göstermesinin önemli bir sebebi daha vardı; İngiltere, Yunanistan’ı himaye ediyordu. Fransızlar ise Yunanlılara olumlu bakmıyorlardı. Nitekim bir yıl önce Ankara İtilafnamesi ile TBMM Hükümeti siyasi bir yakınlık tesis etmişti.[22]

Yusuf Kemâl Bey, General Pelle’den sonra Amiral Bristol ile görüştü. Bu görüşmede gündemin ağırlık noktasını Pontus Rumları teşkil etti. Amiral Bristol ile görüşmesini tamamladıktan sonra kendisiyle görüşmek için gizlice haber gönderen Japon komiseriyle görüşme yaptı. Komiser, Hariciye Vekilimize özetle şunları söyledi: "Adalet ve hakkaniyet sizdedir. Fakat dünyanın meselelere yaklaşımı adalete göre değil menfaate göredir. Onun için ben size iki meselede, yani mali murakabe ve kapitülasyonlar meselelerinde pek ziyade mukavemete uğrayabilirsiniz. Bu meselelerde uysal davranmazsanız barışı elde edemezsiniz”. Yusuf Kemâl Bey, buna karşılık olarak; mali meselede istiklalimizi tehdit edecek şeylerin kabul edilemeyeceğini fakat imparatorluğa nazaran pek küçük kalmış olan Türkiye’ye hak ve adalet dairesinde isabet edecek düyunumuzun (borçlarımızın) tesviyesi için alacaklarımıza istiklal ve hakimiyetimizle kabil-i tevfik (uygun bulunabilecek) olacak teminat vermeye hazır bulunulduğu, kapitülasyonlar meselesinde Japonya’nın yabancı imtiyazları tedricen (zamanın akışına bırakarak) ilga etmenin Türkiye açısından birçok sebepten dolayı model olamayacağını izah etti.[23]

Yusuf Kemâl Bey, bundan sonra İtalyan temsilcisi Marke Garroni ile görüşme yaptı. Garroni, İngiltere ile Fransa’nın Şark Meselesinde adeta karşı karşıya geldiklerini ve üçüncü olan İtalya’nın bunların arasını bulmakta büyük bir rolü olduğunu beyandan sonra Birinci Dünya Savaşı’ndan müttefiklerin cepleri dolu olarak çıktıkları halde İtalya’nın eli boş olarak çıktığını ve yalnız iktisadi imtiyazat (ayrıcalıklar) elde etmek istediğini söyledi.[24]

Padişah ile Görüşme

Yusuf Kemâl Bey, İtilaf devletlerin temsilcileriyle görüştükten sonra Sultan Vahdettin ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmeye geçmeden önce görüşme talebinin tarihi ve kimden geldiği konusunda bazı açıklamaların yapılması yerinde olacaktır. Yusuf Kemâl Bey, gerek hatıralarında gerekse Naşit Hakkı Uluğ ve Sabahattin Selek’le yapmış olduğu mülakatlarında Sultanla görüşme meselesinin l7 Şubat’ta Hamit Bey’in evinde Tevfik Paşa tarafından gündeme getirildiğini belirtmektedir.[25]

A. İzzet Paşa da görüşmenin gündemi konusunda bilgi vermektedir. Hariciye Nazırının belirttiğine göre, Ankara ile İstanbul’un hariciye yetkilileri Avrupa’daki temasları konusunda fikir birliğine varmışlardı ve bu husus padişah tarafından tasdik edilecekti.[26] Yusuf Kemal Bey ise Ankara’ya gönderdiği şifrede böyle bir konsensüsten bahsetmemektedir. Zira Yusuf Kemal Bey şunun farkındadır; padişahın onayının olması demek saltanatın tanınması demek olacaktır. Halbuki Ankara, sadece hilafet makamını tanımaktaydı.

Padişahla görüşme meselesinde görüşme teklifinin hangi taraftan geldiği hususunda çok duruyoruz. Zira bu konu TBMM’de çok eleştirilecektir.

Sultanla görüşme yapılması için teklif, Ahmet İzzet Paşa tarafından Yusuf Kemâl Bey’e yapılmıştı.[27] Daha sonra İzzet Paşa ile birlikte saraya gidildi. Tevfik Paşa da orada beklemekteydi. Biraz sonra Sultanın huzuruna kabul olundular. Yusuf Kemâl Bey, hatıralarında ve diğer iki mülakatında görüşme anını şöyle anlatmaktadır: "Üçümüz birlikte Vahdettin’in bulunduğu odaya girdik. Vahdettin, bir koltukta oturuyordu. İşareti üzerine ben de karşısındaki koltuğa oturdum. Paşalar ayakta duruyorlardı. Padişahın gözleri kapalı idi. Bir şey söylemiyordu. Ben ‘İcra Vekillerinden aldığım talimata tevfikan (uygun olarak) Büyük Millet Meclisi Hükümeti, taraf-ı şahanelerinden Büyük Millet Meclisi’nin tanınmasını istiyor’ dedim. Vahdettin, gözlerini açmadı ve hiçbir cevap vermedi. Biraz bekledikten sonra kalktım müsaade istedim.”[28]

Ancak Yusuf Kemal Bey, Mustafa Kemâl Paşa’nın şahsına gönderdiği 23 Şubat tarihli "gizli ve acele” kayıtlı şifresinde görüşme ile ilgili daha ilginç bilgiler vermektedir: "Hünkar, redingot giymiş, önünü iliklemiş, ayakta duruyordu. Yer gösterdi cümlemiz oturduk. Hünkar söze başladı. Tevfik Paşa’nın benim geldiğimi kendisi ile görüşmek istediğimi söylediğini, riyaset etmekle müftehir (iftihar ettiği) olduğu milletinin efradından (fertlerinden) biri ile görüşmekten haz duyduğunu[29] beyandan ve halihazırı nazara itibara alarak bu mülakatın gece olmasını tercih ettiğini beyandan sonra ihanet değil içtihat (görüş) hatası olarak harbe girdiğimizi söyledi. Bu arada hemen İzzet Paşa söze karışarak bu mülakatın ‘faydalı olacağını’ kendisiyle Tevkif Paşanın düşünmüş olduklarını söyleyerek Padişahın sözlerini tashih ettikten sonra benim (Y. Kemal Bey) Padişaha ‘Ankara’nın komünist ve cumhuriyetçi olmadığını’ söylemekliğimi benden evvelce suret-i mahsusada rica eylediğini beyan ile ‘bunu bey de tekrar ediyor’ diyerek sözü bana bıraktı. O zamana kadar gözleri kapalı olarak söz söyleyen Hünkar, oturduğu yerden biraz ilerledi. Kulağını bana tevcih ederek dikkatle dinlemeye başladı. Ben de şu sözleri söyledim. ‘Payitahtın (başkentin) işgali Makam-ı Hilafetin maruz olduğu tazyik üzerine milletin işe başladığı Büyük Millet Meclisini nasıl teessür ettiği malum-u Hümayunlarıdır. Büyük Millet Meclisi ne komünisttir, ne de cumhuriyetçidir. Büyük Millet Meclisi Makam-ı Muallay-ı Hilafeti tanır ve Zat-ı Hümayunlarından kendisinin tanınmasını istirham etmektedir.’ Bu sözlerimden pek çok memnun göründü. Yine uzun bir nutuk irad ederek, kendisinin hiçbir suizana (kötü düşünceye) düşmediğini milletin Hanedan-ı Osmaniden ayrılmasının her şeye nihayet vermek demek olduğu için bu hususun kimsenin zihninden geçmeyeceğine emin olduğunu, birleşmek meselesine gelince milletle kendi arasına menhus (uğursuz) Yunanlıların girmiş oldukları için bunlar defedilmedikçe bu cihete gitmek muvafık olmadığını zannettiğini belirterek, itidal (soğukkanlılık) ile hareketi tavsiye etti. Ben ikinci defa ve sonuncu olarak söze başlayarak Büyük Millet Meclisi’nin ifratperest (fanatik) olmadığını yalnız milletin en meşru haklarını istemekte olduğunu ve pek mutedil bulunduğunu söyledim.”[30]

Yusuf Kemâl Bey, görüşmeyi böylece aktardıktan sonra raporunun sonuna kendi değerlendirmesini şöyle belirtmektedir: "Hünkar, son derecede milletperver görünmek istedi. Fakat şimdi Büyük Millet Meclisi’ni tanımak hususunda bir şey yapmadı. Mülakattan pek memnun olduğu zahir(açık)idi. Yanılmıyorsam pek çok korkulara, endişelere düşmüş bir adam tavrını gösteriyordu.”

23 Şubat tarihli akşam görüşmesinde padişah I. Dünya Savaşı’na girişimizin "ihanet” olmadığını, "içtihad hatası” olduğunu ifade ediyor. Padişahın savaşa girişimizi "içtihad hatası” olarak nitelendirmesi oldukça manidar görünmektedir. Şöyle ki, padişahın görüştüğü kişi Ankara’yı temsilen gelen Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’dir. Her ne kadar Yusuf Kemal Bey, ifade etmese de her iki taraf da biliyor ki, İstiklal Savaşı’nı yürüten kadro, büyük bir ekseriyetle İttihat Terakki mensubu veya sempatizanıdır. Nitekim bundan üç sene önce Mustafa Kemal Paşa, henüz İstanbul’dan Samsun’a gitmeden önce Padişah ile görüşmesinde Padişah, doğuda İttihatçıların organize olduğunu gündeme getirmiş, bu hususta Mustafa Kemal Paşa’nın dikkatli olması gerektiğini ifade etmişti. 1919 yılının Mayıs ayında devleti gereksiz yere savaşa soktukları için İttihatçılar hakkında iyi düşüncelere sahip olmayan padişah bu akşam acaba niçin savaşa girişimizi "İctihad hatası” şeklinde yumuşatma ihtiyacı duymuştu? Bizce padişah, Anadolu’da başlayan İstiklal Savaşı’nın sonuçlanmasına ramak kaldığını görmüştür.

Sultan Vahdettin bir noktayı daha görmüştür; İstiklal Savaşı’nı organize edenlerin büyük bir çoğunluğu İttihat Terakki mensubudur. 23 Şubat akşamı kendisiyle görüşmeye gelen Hariciye Vekili de bu mensubiyetin bir parçasıdır. Şu halde meseleyi biraz yumuşatmak gerekiyordu. Padişah da öyle yapmıştı. Birinci Dünya Savaşı’na girmemizi "ihanet” değil "İctihad” hatası şeklinde yumuşatmakla Ankara’ya karşı mutedil hissini vermeye çalışmaktaydı. İzzet Paşa araya girmeseydi belki daha farklı bir şeyler söyleyecekti.

23 Şubat akşamı gerçekleşen görüşmede İzzet Paşa’nın sözleri İstanbul’un Ankara’ya bakışını biraz daha net resmediyordu. İzzet Paşa, padişahın sözünün arasına girerek şunları söylüyordu: "…Ankara komünist ve Cumhuriyetçi değildir bunu bey de (Yusuf Kemal Beyi kast ederek) tekrar etsin”. İzzet Paşa’nın bu sözlerinden sanki Ankara’yı savunuyormuş gibi tavır var. Ona göre İstanbul’da Saray ve hükümet nezdinde Ankara’nın Cumhuriyetçi ve komünist bir görüntüsü vardır. Kendisi zaten İstanbul hükümetinin Hariciye Nazırıdır ve hükümet nezdinde Ankara’yı kendince savunmaktadır. Padişahın huzurunda Yusuf Kemal Bey’in Ankara’nın cumhuriyetçi ve komünist olmadığını ifade etmesini talep etmesi İzzet Paşa’nın Ankara’yı savunması olarak yorumlanabilir.

Söz konusu görüşme esnasında Yusuf Kemal Bey, kendisini TBMM’nin Hariciye Vekili olarak tanıtmıyor. İzzet Paşa da padişaha Yusuf Kemal Bey’i işaretle "bunu Bey tekrar ediyor” ifadesinden anlaşılacağı gibi onun için herhangi bir sıfat belirtmemektedir. Her ne kadar gerek Yusuf Kemal Bey gerekse İstanbul hükümetinin ricali ile padişah, Ankara’nın temsilcisi için bir sıfat belirtmese de 23 Şubat akşamı gerçekleşen görüşmenin tamamını dikkate alarak şunu istidlal edebiliriz: İstanbul hükümeti ve saray, Yusuf Kemal Bey’i Ankara’nın bir temsilcisi olarak kabul etmektedir. Ancak bu kabul resmi bir anlam taşımamaktadır. Ayrıca İstanbul cenahı henüz tereddütlerden kurtulmuş değildir.

Ankara’ya gelince TBMM’nin tavrı nettir. Ankara, öncelikle İstanbul hükümetini tanımadığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Yusuf Kemal Bey’in İstanbul hükümetinin nazırlarıyla görüşmemek temayülünde olması, ziyaret edildiği takdirde iadeyi ziyarette bulunmaması gibi hususlar, bu tavrın izdüşümleridir. Ankara’nın sergilediği bir diğer net ve kesin tavır vardır ki, çok önemli ve tarihi bir kararın habercisidir. Bu tutum şudur: İstanbul’da sadece makam-ı hilafet vardır. Hilafet makamının da TBMM’yi tanıması beklenmektedir.

Yusuf Kemal Bey, TBMM’nin komünist ve Cumhuriyetçi olmadığını ifade etse de her iki taraf gayet iyi bilmektedir ki, yönetim millete intikal etmiştir. TBMM’nin komünist olmadığı hususu kesin olmakla birlikte Cumhuriyetçi olmadığı henüz bu kadar açık değildi. Nitekim bu endişesini padişah "hiç bir suizana” düşmediğini belirtmekle olumlu düşüncelere sahip olmadığını ters açıdan ifade etmektedir. Padişaha göre en önemli mesele hanedana son verilmesidir.

Padişahın TBMM’yi tanımasına gelince; Sultan Vahdettin, bunun henüz erken olduğunu düşünmekteydi. Yunanlılar, Anadolu’dan atılıncaya kadar bu mesele askıya alınmalıydı. Padişah bunları ifade ettikten sonra Yusuf Kemal Bey’in şahsında Ankara’ya "itidali” tavsiye ediyordu.

Sultan Vahdettin’in bu sözlerinden sonra Yusuf Kemal Bey tekrar söz alarak şu iki noktanın altını çizdi. Birincisi, TBMM ifratperest (radikal) değildir. Öyle ki, en meşru haklarını isterken bile mutedildi. İkincisi, meclis komünist de değildi.

Sarayda gerçekleşen bu görüşmeler esnasında padişahın ruh haletini Yusuf Kemal Kemal Bey şöyle aktarır: "Sultan Vahdettin, son derece milletperver (milliyetçi) görünmek istedi. Padişah görüşmeden son derece memnundu. Ancak onun pek çok korkulara ve endişelere düçar olmuş bir hali vardı.”

Görüşmeden Hemen Sonraki Gelişmeler

Yusuf Kemal Bey ile padişah arasında geçen bu görüşmeden Ankara açısından istenilen sonuç elde edilememişti. Üstelik Yusuf Kemal Bey’in başka bir endişesi vardı; TBMM bu görüşmeyi nasıl değerlendirecekti? Gerçekten bu görüşmeden iki hafta sonra Yusuf Kemal Bey, meclis tarafından ağır eleştirilere maruz kalacaktır. Hariciye Vekili bu muhtemel tepkileri tahmin ettiğinden bir tedbir olması itibariyle Ankara’ya gönderdiği raporun sonuna şöyle bir kayıt düştü: "Bizce, ifşasına lüzum-ı kati olmadıkça Hünkar ile benim aramda mülakat vuku bulduğunun mektum (gizli) tutulmasını muvafık görmekteyim.”

Raporun sonuna düşülen bu kayıtın, dönemin hassasiyetleri dikkate alındığında yadırganacak bir yönünün olmadığını söyleyebiliriz. Kaldı ki, Yusuf Kemal Bey’in kişilik yapısı gereği haddinden fazla şüpheci olması onu daha tedbirli olmaya sevk ediyordu. Ancak Yusuf Kemal Bey’in bütün hassasiyetine ve bu görüşmenin "mektum” tutulması konusundaki titizliğine rağmen mesele basına yansıdı.

Yusuf Kemal Bey’in üzerinde durduğu önemli noktalardan birisi, kendisinin "müracaatçı” olarak gösterilmesidir. Nitekim 23 Şubat akşamı padişahın huzurundan ayrılır ayrılmaz İzzet Paşa’ya, niçin kendisinin padişaha takdim edilirken "görüşmek istediği” şeklinde ifade edildiğini sordu. Bu soruya karşılık İzzet Paşa’nın verdiği cevap şuydu, " Bu mülakatın faydalı olacağını Tevfik Paşa ile birlikte düşündük”.

İzzet Paşa’nın ve diğer kişilerin gerek görüşme esnasındaki tavırları gerekse görüşme sonrasındaki tavırları Yusuf Kemal Bey’in ve dolayısıyla Ankara’nın hassasiyetleri ile örtüşmemekteydi. Yani dönemin İstanbul Hükümeti ile Sarayın kanaatleri bu görüşme çerçevesinde değerlendirirsek henüz netleşmemişti. Fakat Ankara’nın tavırları nettir ve bu tutumunun izdüşümleri de barizdi.

Yusuf Kemal Bey, 23 Şubat akşamı yapılan bu görüşmeden çıkar çıkmaz yukarıda belirtilen endişelerini beyan ettikten sonra İzzet ve Tevfik Paşalara şu iki önemli konuyu ifade etti: "Padişah bana TBMM’yi tanıdığını bildirseydi İcra Vekillerinden aldığım talimata göre İstanbul’un o zamanki Heyet-i Vükalası azalarına şeref ve haysiyetlerine mütenasip makamlar verecektik. Madamatülhayat (hayat boyu) maaşlarını temin edebilir ve icabedenleri mebus yapabilirdik.”

İkinci konu, Avrupa’ya gönderilmesi düşünülen komisyonla ilgiliydi. "İstanbul Hükümeti, Avrupa’ya mümessil göndermek vesaire gibi harekette bulunmamalıdır. Bu cihet kabul edilmezse murahhaslarımızın kendilerinin de murahhas olduğu kabul edilmelidir.”[31]

İstanbul’daki GörüşmelereTürkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki Tepkiler

Ankara Hükümeti’nin Hariciye Vekili İstanbul’da bu şekilde görüşmelerde bulunurken TBMM’de fırtınalar kopmaktaydı. Yusuf Kemâl Bey’in Padişahla yapmış olduğu görüşme TBMM’de tepkiyle karşılandı. Konu, 6 Mart l922 tarihli gizli oturumda görüşüldü. "İstanbul Hükümeti” diye bir hükümetin kabul edilmediği, Padişahlık makamı ile bütün bağların kesilmek istendiği bir ortamda Hariciye Vekili’nin Meclise haber vermeden üstelik "varlığının bile kabul edilmediği İstanbul Hükümeti’nin aracılığı ile Padişaha giderek Ankara Büyük Millet Meclisi’ni tanıması dileğinde bulunması”, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin genel kurulunda aklın almayacağı bir gelişme olarak değerlendirildi.

Konu ile ilgili arka arkaya soru önergeleri verildi. Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey, Diyarbakır mebusu Hacı Şükrü Bey ile Aydın mebusu Tahsin Bey ve arkadaşlarının vermiş oldukları soru önergeleri ele alındı. Sorulan sorulara cevap vermek üzere kürsüye Hariciye Vekaletini vekaleten yürüten Celal Bey geldi. Celal Bey, şunları söyledi: "İstanbul’dakileri son defa olmak üzere vatan ve vicdan görevine çağırmayı Heyet-i Vekile uygun gördü. Avrupa’ya giden Yusuf Kemâl Bey’e İstanbul üzerinden geçerek gerekli şahıslarla ve isterse Halife ile de görüşme yetkisi verildi. İzzet Paşa, 20 Şubat l922 günü Padişahın kendisiyle görüşmek istediğini bildirerek Yusuf Kemâl Bey’i saraya götürmüştür. Yusuf Kemâl Bey Halifeye, ‘biz sizi tanıyoruz, sizin de bizi tanımanızı isteriz’ demişse de ters cevap almıştır.”

Gensoru sahiplerinden Aydın Mebusu Tahsin Bey şunları söylüyordu: "Ben önce Heyet-i Vekilenin bu konuda görevini yapmadığını ispatlayacağım. Altıncı Sultan Mehmet denen şimdiki Padişah Vahdettin, Halifelik bayrağını Yunanlılara teslim eden adamdır. Böyle bir adamla görüşmek ve anlaşmaktan iyi bir sonuç beklenir mi idi? İşte Heyet-i Vekilenin birinci yanlışı budur. İkinci yanlışlık, Ahmet İzzet Paşa’ya güven duyulması ve onun aracılığı ile Padişahla pazarlığa girişilmesidir. Halbuki Padişah İstanbul’da esirdir. Esirle değil efendisiyle anlaşmak gerekirdi. Efendisi ise Harrington’du. Onun efendisi de L. George’dir. Bütün bu yanlışlıklar Heyet-i Vekilenin görevini bilmemesinden ve bu gibi meselelerde Meclisin düşünce ve kararını almamasındandır. Bundan ötürü Hariciye Vekili’nin geriye çağrılmasını Hükümetin düşmesini teklif ederim.” Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey; "Heyet-i Vekile, hiçbir zaman yüksek Meclisin ve Hükümetinin meşruluğunu Padişaha tasdik ettirme ihtiyacı olduğunu karar veremez” derken Mustafa Kemâl Paşa, "Öyle bir şey yoktur, öyle bir karar alamaz” diye karşılık vermekteydi.

Bu sert hücumlar karşısında söz alan Heyet-i Vekile Reisi Fevzi Paşa, "Yusuf Kemâl Bey, Avrupa’ya Milli gayemizi, Milli mücadelemizi anlatmaya giderken Halifeye uğramadan sıvışıp gidemezdi. Birlik ve beraberlik göstermek gerekirdi.”şeklinde konuştu. Son sözü Mustafa Kemâl Paşa alarak özetle şunları söyledi: "Meclisimizin, bütün milletle beraber izlemiş olduğu bir esas vardır ki, yüce Hilafet makamına bağlıyız. Çünkü Hilafet ve Sultanlık makamı herhangi bir kimsenin değildir, bizimdir. Onu koruduk, sonuna kadar da koruyacağız. Bundan dolayı bu makamda oturan kimse meclis kararlarına, milletin taleplerine uyacağını bildirirse onunla da görüşebilir diye Heyet-i Vekile karar almıştır. Bu da hükümetin yetkisi içindedir. İstanbul’dakiler bir oyun çevirmişse Yusuf Kemâl Beyin ne sebeple kabahati olur.”[32]

TBMM’nin gizli oturumunda cereyan eden bu görüşmelerden hatiplerin tepkisini iki noktada toplamak mümkündür. Öncelikle hatiplerin üzerinde durdukları husus, İstanbul Hükümeti şeklinde bir varlığın tanınmak istenmemesiydi. Varlığı bile kabul edilmeyen bir hükümetin padişahla görüşmede aracı kılınması tepkileri daha da artırmıştır. Üstelik meclise haber verilmeden böyle bir görüşmenin yapılması meseleyi daha da nazik hale getirmişti.

Hatiplerin dile getirdiği ikinci husus, padişahın konumu ile ilgiliydi. İstanbul’da bulunan padişah esirdi. Esaret konumunda bulunan bir kişiyle görüşme yapmak mantıkla bağdaşamazdı. Aydın milletvekili Tahsin Bey, eleştirisinin dozunu daha da artırarak Padişahın Yunanlılarla işbirliğini yaptığını iddia edecek kadar ileriye gidiyordu. Tahsin Bey’in padişah ile ilgili bu sözleri maksadını aşan sözler olarak değerlendirmek gerekir.

Meclisteki bu tepkilere hükümetin elbette bir savunması olacaktı. Bu konudaki savunma üç yetkiliden geldi. Bunlar sırasıyla Hariciye Vekaleti’ni vekaleten yürüten Celal Bey, Heyet-i Vekile Reisi Fevzi Paşa ve Mustafa Kemal Paşa idi.

Mecliste Yusuf Kemal Bey’in İstanbul’daki görüşmesi ile ilgili olarak ortaya konulan savunma orijinli konuşmaların esasını teşkil eden husus, Ankara’nın hilafeti tanıması meselesidir. Bütün konuşmalarda perspektif bu minvalde teşekkül ettirilmektedir. Denilebilir ki, meclisteki yetkili mercilerin bütün açıklamalarında halifelik kurumunun tanındığı şeklindeki açıklamalar dikkati çekmektedir. Celal Bey, "… İsterse (Yusuf Kemal Bey) halife ile görüşme yetkisi verildi” ifadesiyle, Fevzi Paşa, "…halifeye uğramadan sıvışıp gidemezdi” ifadesiyle, Mustafa Kemal Paşa, ".yüce hilafet makamına bağlıyız” ifadesiyle halifelik konusundaki resmi görüş ortaya konulmaktaydı. Anlaşılmaktaydı ki, TBMM’i 1922 yılının kışında o zamanki konjonktür gereği hilafet makamının bir şahıs tarafından temsil edilmesine karar vermişti. Saltanat, yaklaşık bir sene sona kaldırılacaktı fakat 23 Şubat 1922 tarihli saraydaki görüşmede Yusuf Kemal Beyin tavırları bunun ayak sesleriydi.

Sonuç

Türk milleti ve onu temsil eden TBMM’yi Milli Mücadeleyi gerçekleştirirken sadece silaha dayanmamıştır. Milletimizin güzel geleneklerinden birisi de barışsever bir yapıya sahip olmasıdır. Türk milleti bütün çareleri tükettikten sonra silaha müracaat eder. Bu metot hem taarruzda hem de savunmada geçerlidir.

Bu makalede ele aldığımız görüşme, planlı bir şekilde düşünülmemişti. Aslında yukarıda da belirtildiği gibi, TBMM hükümeti, büyük taarruz için gerekli hazırlığı yaparken diğer taraftan Yusuf Kemal Bey’in deyimiyle Avrupa’ya "tenvir ve tenevvür” gezisi yapılması gerektiğini düşünmüştü. Bu amaçla Hariciye Vekili’ni Avrupa merkezlerine göndermeyi planlamıştı. İtilaf Devletlerinin resmi görüşleri, gerek İstanbul’daki temsilcileri aracılığıyla gerekse başka yollarla alınmaktaydı. Bu görüşler, İtilaf kanadının askeri ağırlıklı görüşleriydi. Bir de Avrupa’da sivil kamuoyu vardı. Bilinmekteydi ki, Avrupa’da nihai karar askeri merciler tarafından değil sivil karar mekanizmaları tarafından verilirdi. Bu itibarla Avrupa’nın "efkar-ı umumiyesi” tespit edilmeliydi. İşte bu tespit, Milli Mücadelemizin siyasi boyutunda bize taktik avantajı verecekti. Özetle belirtmek gerekirse bu amaçları içine alan maksatlarla Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in Avrupa merkezlerine seyahat etmesi düşünüldü.

Bu düşüncelerle başlayan seyahatin ilk durağı İstanbul’du. 1922 yılı kışının sonlarına doğru İstanbul, TBMM için artık bir payitaht değildi. Buradaki hükümet, 16 Mart 1920 tarihin İstanbul’un resmen işgal edilmesiyle tamamen fonksiyonunu yitirmişti. Bu bakış açısının en keskin çizgilerini Yusuf Kemal Bey’in İstanbul’daki hükümet ricaline karşı takındığı tavırdan anlamak mümkündür.

İnceleme konumuz olan 23 Şubat 1922 tarihli saraydaki görüşmeden ortaya çıkan sonuçları iki noktada toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi İstanbul’daki siyasi şahsiyetlerin kesin şekilde tanınmamasıdır. Öyle ki, bu tutum son derece kararlıdır ve hem söze hem de fiile taalluk etmektedir. Yani TBMM’yi temsil etmekte olan Yusuf Kemal Bey’in bütün davranışları ve sözleri bu kararlılığın bir göstergesi olarak kendisini hissettirmektedir. Siyasi kişilerden padişahı istisna edersek sadece sadrazam ve Hariciye Nazırı ile görüşmesine müsaade edilmişti.

Diğer nazırlarla görüşmeyecek ve bu kişiler Yusuf Kemal Bey’i ziyaret ederlerse iade-i ziyaret yapılmayacaktı. Tevfik ve İzzet paşalarla görüşmelerde de son derece dikkatli bir tavır takınılacaktı. Bütün bunlar TBMM hükümetinin Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey tarafından yerine getirilmişti.

23 Şubat 1922 tarihli akşam görüşmesinin ikinci ve daha önemli bir sonucu daha vardır. Bu, saltanat makamına karşı ortaya konulan tutumdu. TBMM’yi açık ve net bir şekilde Hilafet makamını tanıdığını belirtiyordu. Israrla ve net bir şekilde hilafet makamının tanındığı belirtilirken diğer taraftan zimnen saltanat makamının tanınmadığı ifade ediliyordu. Bunun en önemli göstergesi İstanbul Hükümeti ricaline Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in tavırlarıydı. Tabii bu meselenin bir uzantısıydı. Saltanatın artık TBMM’ce tanınmadığına dair en önemli gösterge Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in Padişaha ifade ettiği sözlerdi. Bu sözleri önemine binaen tekrar hatırlatalım. Hariciye Vekili 23 Şubat akşamı sarayda Padişaha şunları söylemişti: ".İşgal, Makam-ı hilafetin maruz kaldığı tazyik Büyük Millet Meclisi’ni nasıl teessür ettiği. .Büyük Millet Meclisi Makam-ı Muallay-ı Hilafeti tanır ve zat-ı hümayunlarının dan da kendisinin tanınmasını istirham etmektedir”. Bu sözlerden kesin bir şekilde saltanat makamının tanınmadığını fakat meselesinin diplomatik bir şekilde ifade edildiğini çıkarabiliriz.

Yrd. Doç. Dr. Ömer AKDAĞ

Karadeniz Teknik Üniversitesi Giresun Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 97-105

Dipnotlar :

[1] Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Ömer Akdağ, Yusuf Kemal Tengirşenk’in Hayatı ve Faaliyetleri, Konya-1997 (Yayınlanmamış Doktora Tezi).

[2] Selahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Ankara-1991, s. 210.

[3] TBMM GCZ, Devre. 1, Cilt. 2, s. 672-673 (Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zaptı).

[4] TBMM GCZ, D. 1, C. 2, s. 673.

[5] TBMM GZC, D. l, C. l5, s. 211 (TBMM Zabıt Celsesi); Yusuf Hikmet Bayur, "TBMM Hükümeti Umur-ı Hariciye Vekili Yusuf Kemâl TENGİRŞENK’in 1922 Martı’nda Yaptığı Avrupa Gezisiyle İlgili Anılar” Belleten, C. XL, N. l6, Ekim-l976, s. 625.

[6] Bayur, a.g.m., s. 626; Heyetle ilgili harcamalar için bk. İcra Vekilleri Heyetinin 5. 2. l338 tarih ve 1372 sayılı kararnamesi. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi; Ayrıca, Düstur, Tertip 3, C. 3, s. 2l8.

[7] Bayur, a.g.m., s. 624.

[8] M. Kemal Atatürk, Nutuk. c. 2. Ank-1984 s. 437; A. İzzet Paşa, Yusuf Kemâl Beye verilen talimat konusunda şunları söylemektedir; "Hükümet dairelerinde, hükümete ait binalara (maksat Hariciye konağı olacak) ayak basmayacak, hükümet ricalinin şahıslarıyla münasebete girişecek fakat mevki ve makamlarını tanımayacak. Bu ilkeleri Hamit Bey’le Yusuf Kemâl Bey mi kararlaştırdı yoksa Ankara’dan mı emrolundu bilmiyorum. ” Bk A. İzzet Paşa, Feryadım,. C. 2, İst-1995, s. l56.

[9] Yusuf Kemal Tengirşenk,. Vatan Hizmetinde, İstanbul 1981, s. 241; Bayur, Belleten, a.g.m., s. 626; Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, İstanbul-l990, s. l0l8; Naşit Uluğ, Cumhuriyet Gazetesi, 27 Ekim-l968.

[10] Söz konusu muhtıranın tam metni için bk. Atatürk’ün Milli Dış Politikası, (Milli Mücadele Dönemine Ait l00 Belge) l9l9-l923, C. 1, Ank. l992, s. 388-389 (Kısaltma; Ata. MDP).

[11] Muhtıranın tam metni için bk. Ata. MDP. s. 391.

[12] Bayur, a.g.m., s. 626; Karşılamaya gelenler arasında İzzet Paşa’nın özel kalem müdürü de bulunmaktaydı. Bk. Yusuf Kemâl Beyin Ankara Hariciye Vekaleti’ne göndermiş olduğu l8 Şubat l922 tarihli şifre telgraf (Ata. MDP, c, l. c. 397); Tengirşenk. a.g.e., s. 241; Ahmet İzzet Paşa, Yusuf Kemâl Beyin İstanbul’a gelişi konusunda şunları söylemektedir: ” Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin büyük Hariciye Vekili Yusuf Kemâl Bey’in İstanbul’a şeref vermesi, özel şartlar altında vukuu güzel bir olay oldu. bk A. İzzet Paşa, Feryadım. C. 2, s. l56.

[13] Y. Kemal Bey, 1892 yılında Kuleli Askeri Mektebi’ne kayıt olmuştu. Bu okulda tahsiline devam ederken arkadaşlarıyla birlikte bir av partisi esnasında av tüfeğinin patlaması sonucunda parmaklarından yaralanmıştı. Bunun üzerine Askeriye-i Tıbbıye’ye nakli yapılmıştı. Bir süre de burada tahsiline devam eden Y. Kemal, derslerinde üstün bir başarı gösterdiği için o zamanın geleneği gereği "sınıf çavuşu” yapılmıştı. Daha sonra "Gizli Cemiyet”in organize ettiği öğrenci olaylarında direkt ilgisi olmadığı halde Y. Kemal, "sınıf çavuşu” olduğundan sorumlu tutuldu. Bunun üzerine bu okuldan parmaklarının "sakat” olduğunu gerekçe göstererek "ihracını” talep etti ve ayrıldı. Bk. TBMM Arşiv., TKÖ DN. 3 SN, 266; Nur, (1992), I, s. 300; Uluğ, a.g.m., Cumhuriyet, 22 Eylül 1968; Yz Kemâl’in Tıbbiye’deki arkadaşı Ethem Ruhi, Y. Kemâl’in siyasi suçlu olarak okuldan ihraç edildiğini belirtmektedir. Bk. İleri Gazetesi, 13 Haziran 1337.

[14] İzzet Paşa, a.g.e., s. 256.

[15] Terginşenk, a.g.e., s. 241; Sabahattin, Selek, Anadolu İhtilali, C. II, İstanbul-1987. s. 702; Ayrıca A. İzzet Paşa, " sadaret konağı devletin değil Tevfik Paşa’nın kendi malıydı” ifadesini kullanmaktadır. Bk. A. İzzet, a.g.e., s. l56.

[16] Yusuf Kemâl Bey’in Ankara Hariciye Vekaleti’ne göndermiş olduğu l8 Şubat l922 tarihli şifre telgraf; Tengirşenk. a.g.e., s. 241.

[17] İzzet Paşa, a.g.e., s. l57.

[18] İzzet Paşa’nın göndermiş olduğu açıklamanın tam metni için bk. A. İzzet Paşa, a.g.e., s 410; Bayur, a.g.m., s. 627.

[19] Rumbold’un Yusuf Kemal Bey’e sorduğu sorular arasında kendisinin karar almakta yetkili olup olmadığı sorusu anlamlıydı. Yani bu soruyu sormakla kendince İstanbul ile Ankara’nın mesafesini test etmekteydi.

[20] Yeni Gün, 20 Şubat l338.

[21] Yusuf Kemâl Bey’in Ankara Hariciye Vekaleti’ne göndermiş olduğu 18 Şubat l922 tarihli şifre telgraf; Selahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Ankara-1991, s. 205.

[22] Fransız basını Yunanlılar hakkındaki olumsuz intibalarını Büyük Taarruz’un zaferle taçlandığı günlerde de göstermişti. O günlerde Yunanlıların kaçışlarını "İyi koşan aletler” olarak karikatürize etmişti.

[23] Yusuf Kemâl Bey’in Ankara Hariciye Vekaleti’ne göndermiş olduğu 23 Şubat 1922 tarihli şifre telgraf.

[24] Aynı tarihli rapor.

[25] Tengirşenk. a.g.e., s. 242; Selek, a.g.e., c. 2. s. 702-703; Yusuf Kemâl Beyle birlikte heyette bulunan Yusuf Hikmet Bayurda Yusuf Kemâl Bey’in ifadelerini tekrar etmektedir. bk. Bayur, a.g.m., s. 627-628; Ulug, Cumhuriyet, 27 Ekim l968.

[26] İzzet Paşa, a.g.e., c. 2, s. 158.

[27] Yusuf Kemâl Bey’in Ankara Hariciye Vekaleti’ne, Mustafa Kemâl Paşa’ya verilmek üzere göndermiş olduğu Gizli ve Acele kayıtlı 23 Şubat l922 tarihli şifre telgraf; Tengirşenk. a.g.e., s 241; Bayur’un İngiliz Yüksek Komiserine atfen verdiği bilgiye göre, (bu bilgi de Tevfik Paşa tarafından İngiliz komiserine verilmişti) Yusuf Kemâl Bey, A. İzzet Paşa ile birlikte Tevfik Paşaya gelerek, Sultanca kabul edilmesini istedi. Sadrazam, herhalde Sultanın Yusuf Kemâl Beyi Ankara Hükümeti’nin Hariciye Vekili sıfatıyla kabul edemeyeceği karşılığını verince O, Majestenin her hangi bir uyruğu gibi kabul edilmek istendiğini söyledi. bk. Bayur, Belleten, s. 648; Selek, a.g.e., C. 2, s. 703; A. İzzet Paşa, Sultanla görüşülmesi konusunda kendisinin nasıl aracı olduğunu araya başka kimler girdiğini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. bk. A. İzzet Paşa, a.g.e., C. 2, s. 159-159.

[28] Tengirşenk. a.g.e., s. 242; Selek, a.g.e., c. 2. s. 703; Bayur, a.g.e., s. 628; Naşit Hakkı Uluğ, a.g.m., Cumhuriyet, 28 Ekim l968; Karabekir, Paşaların Kavgası, İst-1992, s. 85.

[29] Padişahın bu şekilde hitap etmesi karşısında Yusuf Kemal Bey’in hiçbir şekilde cevap vermemesini, Bayur, "bizi şaşırttı, bizde adeta bir şok etkisi yaptı. Hele konuşma sırasında ulusun herhangi bir bireyi olarak kabul etmesi ve Yusuf Kemâl Bey’in kendisini Hariciye Vekili olduğunu belirtmeden, direnmeden Hilafet konusunu açmış olması büsbütün yersiz ve anlamsızdır” demektedir. bk. Bayur, Belleten, s. 629-630.

[30] Yusuf Kemâl Bey’in Ankara Hariciye Vekaleti’ne, Mustafa Kemâl Paşa’ya verilmek üzere göndermiş olduğu Gizli ve Acele kayıtlı 23 Şubat 1922 tarihli şifre telgraf; Ahmet İzzet Paşa da aynı bilgileri özet bir şekilde vermektedir. Yusuf Kemâl Bey’den farklı olarak Tevfik Paşa’nın daha önce huzurda bulunduğunu belirtmektedir. Bk. A. İzzet Paşa, a.g.e., c 2. s. I59.

[31] Tengirşenk, a.g.e., s. 243.

[32] TBMM GCZ, D. 1, C. 3, s. l4-l9.

TARİH : TÜRK BÜYÜKLERİ – 40 : KÜÇÜM HAN

Turk_Buyukleri-40

TÜRK BÜYÜKLERİ – 40 : KÜÇÜM HAN

Kaynaklar Kazan Hanlığının düşmesinden sonra (1552), doğuda ortaya çıktığı söylenen, Altun Orda bakiyelerinden Sibir Hanlığı sahasında, iki Türk beyi Yadigar ile Küçüm Han arasındaki bir mücadeleden bahs ederler; ki işte üzerinde durmak istediğimiz Küçüm Han, az bir zaman da olsa Rusların Sibirya’ya girmesini engellemesi bakımından Türk tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Altun Orda ve arkasından Kazan Hanlığının yıkılmasıyla, Karadeniz’in kuzeyi ve diğer Kıpçak sahasında güçlü bir devletin kurulamaması bölge Türklüğünün bugünkü problemlerinin de temelini oluşturur. Bu yüzden söz konusu çevrede yaşayan Türklerin birlikte hareket edememeleri Rusların ekmeğine yağ sürmüş ve çok kısa bir sürede ciddi bir engelle karşılaşılmadan ta Doğu Sibir’e kadar ulaşmışlardı. Küçüm Han örneğinde olduğu üzere cılız da olsa bazan Sibirya Türklerinin direnişleri vukua geldi. Ancak bunlar fazla alevlenmeden söndürüldüler. İşte bu siyasi atmosfer içinde 1556’dan itibaren, eski Altun Orda ve Kazan nüfuz alanında, Deşt-i Kıpçak’ın doğu ve kuzey taraflarında Yadigâr ile Küçüm bir kavgaya başlamışlar ve 1563’lerde bölgenin hâkimi Küçüm Han olmuştur.

Esasında İrtiş Nehri boyları Türk destanlarına ve yazılı vesikalara baktığımızda, M. Önceki çağlardan itibaren Türklerin yaşadığı ve yurt tuttuğu bir coğrafyadır. Kök Türk Kağanlığının dağılmasından sonra, Kimek boy birliğinin hâkimiyet alanı içerisinde kalan Batı Sibirya’da, bunun ardından Kıpçakların yükseldiği görülür. 12. asrın bitiminde, Kırgız Türklerinin Çingizli hâkimiyetini tanımaları suretiyle, bölge yeni bir güç olan Türk-Mogol Devletinin idaresine girdi.

Altun Orda Hanlığının parçalanmasından sonra kurulduğu söylenen, hakikatte böyle bir teşekkülün varlığının bile tartışıldığı Sibir bölgesi hanlığının ilk beyi olarak, Mamık-oglu Tay Buka adında bir kişi gösterilmektedir. Buradaki halkın esas kitlesini Kıpçak grupları meydana getiriyordu. Bu hanlığın merkezinin eski adı Çimki-Tura olup, bugünkü Tümen civarıdır. Tay Buka’nın torunlarından Yadigar Han, batıdan doğru gelen Kosak (Rus Kazakları) tehlikesini önleyebilmek için Ruslara bir elçi gönderir ve onların tabiyetini kabul ettiğini söyler. O, hem Kosaklar, hem de diğer Türk kabileleriyle savaşmak zorundaydı ki, bunların arasında en tehlikelisi Şiban Han sülalesinden gelen, Küçüm Han idi. Dolayısıyla Küçüm ile Yadigar’ın arasında, Batı Sibirya topraklarına sahip olmak amacıyla bir kavga çıkmış ve 1563’lere gelindiğinde, buralar Küçüm’ün kontrolüne girmiştir. Burada Yadigar’ın Rus boyunduruğunu kabulüne karşı bağımsız yaşamak isteyen ahalinin tercihini de unutmamak lazımdır.

Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre Küçüm Han, İrtiş Nehri boylarındaki Türkler arasında İslamın yayılmasında önemli roller oynayan, Kazan ve Buhara hanına gönderdiği elçiler vasıtasıyla, İslamiyeti öğretecek hocalar isteyen bir kişidir. Ancak bu teşebbüs, Rusların bölgedeki derebeylerinin müdahalesine uğradığı için, arzu edilen sonuç alınamamıştı.

Bu arada Rus tüccarlarına saldırmaları yüzünden, Kosaklarla Ruslar birbirlerine düşmüşler; Don Nehri boyundaki Kosaklar, Rus orduları karşısında başarısız olup, katliama uğrayınca, İdil Nehri havalisine kaçmışlardı. Bunların başında da Ruslarca “Sibir Fatihi” diye anılan, çapulcu Yermek vardı. O, 1577 senesinin sonbaharında, yanındaki 3-5 bin kişiyle beraber, Ural’ın doğu tarafındaki Sibir arazisine girdi. Bölgenin Rus beylerinden de karşılık görmeyince, buralarda yağma faaliyetlerinde bulundu. 1581 tarihinde Küçüm Han bu zorbayı durdurmak gayesiyle bir ordu yolladıysa da, mağlup oldu ve geri çekildi.

Yermak'ın Sibir Seferi

Yermek’in etrafında yeterli kuvvet bulunmadığından, Moskova çarına elçi yolladı ve ona tabi olduğunu bildirdi. Bu durum Çar İvan’ın da hoşuna gitti ve Rus topraklarına yeni bir yer katıldığından dolayı, Rusya’da bayram ilan edildi. Fakat Yermek Sibir’i ele geçirse de, ona karşı Türklerin karşı çıkışları sürdü. Özellikle Küçüm’ün kardeşi veya yakın bir adamı olduğu söylenen Muhammed Kul, Yermek’i çok uğraştırıyordu. Ama bir ihanet sonucunda Muhammed Kul yakalanınca, neredeyse Küçüm Han’ın kolu kanadı kırıldı.

Rus Çarlığı henüz zapt ettiği bu sömürge bölgesine bir vali yolladı. Bu kişi 1583 senesinde, yanında 500 kadar askerle Sibir’e geldi. Fakat onların 1584’te kuşatılmaları, bu valiyle birlikte pekçok Rus ile Kosak’ın açlık ve hastalıktan ölümlerine sebep oldu. Yermek yiyecek temini ve kendini tanımayan Türk obalarına boyun eğdirmek düşüncesiyle, İrtiş’in yukarılarına doğru bir sefere çıktıysa da, Türkler ona şiddetle mukavemet ettiler. Bu sırada Buhara’dan geldiğini duyduğu bir kervanı soymaya karar veren Yermek ve adamları Vagay Nehri üzerindeki bir adacıkta dinlenirken, Küçüm Han’ın askerlerinin saldırısına maruz kaldılar. 1584’te Yermek dahil bütün adamları, bir kişinin dışında, öldürüldüler.

Yermek’in vefatı, Sibir’e yerleşen Rusların durumunu da kötüleştirmiştir. Bunun üzerine 1585 senesinde yeni bir vali ve yardımcı kuvvetler Sibir topraklarına yollandı. İrtiş ile Tobol Nehrinin birleştiği yerde bir kale şehir kuruldu. Daha sonra Tobolsk şehrine dönüşen bu yerleşim birimi, Rusların Türkistan’a doğru yaptıkları akınların çıkış noktası oldu.

Bazı beylerle arası açılan Küçüm Han bütün olumsuzluklara rağmen, Ruslarla mücadeleyi sürdürdü. Yeni yeni istihkâmlar inşa eden Ruslar, güçlü ordularla Sibir bölgesine yürümekteydiler. 1595’e kadar Rus orduları Küçüm’ü ele geçirmek amacıyla, çeşitli teşebbüslerde bulundularsa da, buna muvaffak olamadılar. O 1595 ağustosunda, Urmin bölgesinde çar ordularının saldırısına uğradı. Bu çarpışmada, akrabaları ve yakın adamlarından çoğu esir düştüyse de, kendisi ve oğlu Ali kaçmayı başardı. Diğer ailesi tutuklanarak, Moskova’ya götürülürken, pek çok kişi de kurşuna dizildi.

Uzun yıllar Sibirya’nın Ruslar tarafından işgaline engel olan bu kahraman Türk beyine ait bundan sonra fazlaca bir bilgiye sahip değiliz. Rivayetlere göre, Ruslar teslim olduğu takdirde, ailesiyle beraber rahat bir hayat yaşayacağını kendisine iletmişlerse de, o asla böyle bir durumu kabul edemeyeceğini söylemiştir. İhtiyar yaşına rağmen, ana yurdunda zor bir ömür sürmeyi seçti.

Ebu’l-gazi Bahadır Han’dan öğrendiğimiz kadarıyla, o hayatının sonlarına doğru Buhara’ya gitmiş, burada gözleri kör olmuş ve 1598 tarihinde de hayata gözlerini yummuştur. Bundan sonra Ruslar kısa bir süre içinde Baykal Gölüne kadar ilerleyerek, bütün Sibirya’ya hâkim oldular.

Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ

“Türk Tarihinin Kahramanları: 41- Küçüm Han”, Orkun, Sayı 104, İstanbul 2006

TARİH /// Enver Paşa’nın Gizli Amerika Belgesi : “Amerika ile Sa vaşıyoruz”

Enver Paşa, 3. Gazze Savaşı’nda İngiltere ile savaştıkları dönemde Amerika’nın İngiltere’ye destek verdiğini ve Filistin’de Yahudi bir devletin planlandığına dikkat çekiyor. Asıl savaşın Osmanlı Devleti ile ABD arasında yaşandığına dikkat çeken Enver Paşa’nın "kızıl hilal damgalı" gizli belgesi Osmanlı arşivinde ortaya çıktı.

Tarihçi Cezmi Yurtsever, Amerika’nın desteği ile İngiltere ve Osmanlı orduları arasında gerçekleşen 3. Gazze savaşı’nın sona erdiği 8 Ekim 1917 tarihinde "Amerika ile savaşıyoruz" mesajının verildiği gizli istihbarat raporunu Dışişleri Bakanlığı’na bildirdiği kaydetti. Yurtsever, "Osmanlı arşivinde Başkumandanlık, şube-2/47420. numara 8280’de kayıtlı bulunan ve üzerinde çok gizli olduğunu yansıtan mektupta şu ifadeler yer alıyor: "Dışişleri Bakanlığına. Filistin’de Yahudi Hükümeti Kurulmasına dair.’ Devletli Efendim Hazretleri. Amerika Birleşik Devletleri Reisi Wilson’un 17-9-1917 tarihli İsviçre gazetelerine gönderilen telgrafların içinde yazılı olanlara bakılırsa işbaşındaki Rusya Hükümeti’ne hususi bir mektup yazıp Filistin’de bir Yahudi hükümeti tesisi kararlaştırılmış olup amaçların gerçekleşmesi için çalışılacağı Rusya’nın dahi yardımda bulunması istendiği Bern Ateşe militerliğinden bildirilmiştir. Bu konuda bilgi sahibi olunması. 8 Kasım 1917. Osmanlı Ordular Başkumandan Vekili Enver."

Enver Paşa’nın kızıl hilal damgalı gizli mektubunda yazılanları doğrulayan ve Osmanlı ile ABD’nin Filistin’de İsrail Devleti ile savaş halinde olduğunu açıklayan ayrıntılı rapor Viyana Büyükelçisi Hüseyin Hilmi Paşa tarafından 14 Kasım 1917 tarihinde "Mahremdir(Gizlidir)" başlığı altında Osmanlı Dışişleri Bakanlığı’na bildirildiğine dikkat çeken Yurtsever, raporda Enver Paşa’nın görüşlerini doğrulayan şu görüşlere yer verildiğine dikkat çekiyor: "Filistin’in bağımsız bir hükümet şekline dönüştürülerek idaresinin Musevilere verilmesi Amerika Reisicumhuru tarafından Siyonistlere söz verilmiştir. İngiltere Hükümetinin bu sözlere katıldığı Viyana’da gizlice toplanan Siyonist komitesinin Ameri ve İngiltere Siyonistlerinden gelen raporlardan öğrenildi.

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfur tarafından (Siyonizm Destekcisi) Lord Rotschild’e gönderilip hemen her memleketin basınına verilen 7 Kasım 1917 tarihli mektubun içinde yazılı olanlar adı geçen topraklarda (Filistin’de) bir İsrail Hükümetinin kurulması İngiltere’nin kesin kararıdır. 17 Kasım 1917, Viyana Büyükelçisi Hüseyin Hilmi"

Tarihçi Cezmi Yurtsever, gizli belgede Enver Paşa’nın savaştıkları kişilere desteğin ABD’den geldiğini anlatıyor. Yurtsever, "Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarında Amerika’nın lojistik destekleri ile gerçekleşen 3. Gazze savaşı sonrasında İngiliz ordusu 9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e girdi. Bu savaşta Osmanlı ordusu 25 bin civarında asker kaybetti. Sayıları 50 bine ulaşan Osmanlı askerlerinin Filistin’in muhtelif yerlerindeki toplu mezarlarının fotoğraflarını çekme ve arşivleme görevi Kudüs’teki Amerikan kolonisi gerçekleştirdi. Çekilen fotoğraflar ABD’nin Kongre Kütüphanesi Filistin tarihi fotoğraflar bölümünde dosyalandı.

http://www.timeturk.com/

http://www.yenidenergenekon.com/873-enver-pasanin-gizli-amerika-belgesi-amerika-ile-savasiyoruz/