TARİH : Şehid oğlu şehid Ulubatlı Hasan

Tarihten bir yaprak

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Mevzu nedir bilinmez ama II. Murad Han o güne kadar yapmadığını yapar, bir anda talimgahta biter ve "yiğitlerim" der, "mühim bir vazife var. Bu işi kim yapar?"

Askerlerin hepsi de "sağına soluna bakmadan" bir adım öne çıkar, "ben" derken, hançerelerini yırtarlar.

Sultan sakalını sıvazlar mütereddit bir ifadeyle "ama" der, "gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var."

Levendler bu güç görevin şehadetle neticelenebileceğini anlarlar. Lakin zerre kadar tereddüt etmeden bir adım daha atar ve gönüllü olduklarını haykırırlar.

Murad Han bakar olmayacak, kendisi seçmeye kalkar. Yanıbaşındaki uzun boylu, geniş omuzlu, gür bıyıklı, ateş gözlü yiğide döner "mesela sen" der, "bu işe ne dersin?"

-Bu büyük bir şeref, beni seçtiğiniz için dua ederim.

Sultan askerini kenara çeker. Elini dostça omuzuna koyar ve "peki benden istediğin bir şey yok mu" diye sorar.

Yiğit, başını öne eğer.

Sultan "söyle" der.

-Devletlü Efendim, benim Bursa Karacabey’de, Ulubat Gölü kıyılarında yaşıyan bir hatunum, bir oğulcağızım var. Hani diyorum ki Hasan’ım da okusa, devlete millete hayrı dokunsa…

Asker cümlesini tamamlayamaz, Murad Han "sen gönlünü ferah tut" diye fısıldar, "bundan böyle hanımın kızımdır, sultan kızı gibi kollanacak. Oğlunu Bursa’nın en gözde alimleri okutacak. Var git şimdi, sana görevini anlatsınlar."

Levend’in yüzünde sımsıcak bir tebessüm belirir, " ferman padişahımındır" der, diz kırar.

Genç askerin adeta kuşları uçar, lakin sultanın kuşcağız omzuna beş batman yük bırakırlar.

Ah o vasiyet!..

Beklenen olur, birkaç hafta sonra ateş gözlü yiğidin ölüm haberini ulaştırırlar. Sultan Murad’ın kolu kanadı kırılır, derhal adamlarını Ulubat’a yollar, yanlarına para ve erzak katar. Gelgelelim kadıncağızın izini nişanesini bulamazlar. Ararlar, tararlar, sorarlar nafile… Vali, kadı, subaşı. Hepsi de "maalesef" der ellerini çaresizlikle iki yana açarlar.

Murat Han fevkalade müteesir olur, artık Ulubatlı’yla yatar, Ulubatlı’yla kalkar. Geceleri uykuyu dağıtır, gündüzleri uçan kuştan haber sorar. Bir ömür azap içinde geçer, ölümü yaklaştığında oğlu Mehmed’i (Fatih) çağırır, "vasiyetim olsun, Ulubatlı Hasan’ı bul, ona sahip çık" diye fısıldar, "yoksa baban rahat yatamaz!"

Sultan Mehmed arar, sorar ama ne fayda! Lakin vasiyeti unutmaz, hadiseyi zihninin bir köşesine yazar.

İstanbul kolay bir şehir değildir. Surları güçlü, askeri eğitimlidir. Önde hareketli birlikler, arkada alçak mazgallar, derken yedi metre derinliğinde bir hendek ve devasa surlar. Arada bir boşluk sonra bir daha surlar… Düştüğü yeri yakan Rum ateşi, misket atan toplar, yağ fıkırdayan kazanlar, oklar, taşlar, mızraklar…

Kimdir bu bre!

Kuşatma 50’nci gününü doldururken henüz dişe dokunur bir ilerleme sağlanamaz. O gün savaş yine kızışır. Yorgun ve yaralı askerler geri çekilirken ellerinde iri pala ve küçük kalkanları olan otuz kadar gönüllü surlara atılırlar. Görünüşleri dervişvaridir ancak yeniçerilerden iyi vuruşur, adeta düz duvara tırmanırlar. Göz açıp kapayıncaya kadar bir burcu ele geçirir, Rumları dağıtırlar. İçlerinden biri göstere göstere sancağı dalgalandırır ve adeta temreni taşa çakar. Nazlı hilali gören askerlerin maneviyatı nasıl artar anlatılamaz . Bir tekbir… Bir uğultu… Bir anda surlar sallanmaya başlar. Evet fetih görünmeli olmuştur ama hilali burçlara çeken yiğidi ok yağmuruna tutarlar. Şimdi ne alakası varsa babasının vasiyeti gong olur Fatih’in beyninde çınlar. Söz konusu birliğin komutanını çağırıp sorar: "A be kimdir bu yiğit?" / – Ona Hasan derler sultanım, kendi halinde sessiz sedasız bir civandır. / -Neredendir bre? / -Bursa taraflarındandır. / -Sakın Ulubatlı olmasın / -Beli sultanım ama siz onu nerden bilirsiniz?

Sultanlar da ağlar!..

Fatih "seni geç buldum Hasanım" diye mırıldanır, "umarım kavuşmak, konuşmak nasip olur."

Lakin olmaz! Derviş Hasan belki otuza yakın isabet alır ve Sultanın gözü önünde şehadet şerbetini yudumlar. Fatih’in yüreciği cızz eder, burnunun direği sızlar. Bir yumruk gelip boğazına dayanır, bir ateş bağrını yakar. Ah bir padişah olmasa, şöyle çekilse kuytulara, doya doya hıçkırsa… Sahi sultanlar niye ağlayamazlar? Neden hep duygularını saklamak zorundadırlar?

Ulubatlı ile birlikte surlara tırmanan dervişlerden 18’i şehid olur, kalanlar canları pahasına sancağı korurlar. Surlar yıkılır, kapılar açılır ama Fatih şehre girmeden Ulubatlı’nın naaşına koşar. Mübarek çocuğun ağzından inceden bir kan sızmakta, ortalık gül kokmaktadır. Sultan genç şehidin başını dizine koyar, saçlarını okşarken "ah be Hasan" diye mırıldanır "seni ne kadar aradık bilemezsin. İnşallah baban bizden davacı olmaz." Şehidin yüzünde hayal meyal bir tebessüm belirir, belli ki nimetler içindedir. Kuralın da bu kadarı fazladır hani, Fatih bu kez gözyaşlarını tutamaz, koyverir yoluna, sarsıla sarsıla ağlar. Neden sonra yanındakilere döner ve "padişahlık da ne ki" diye fısıldar, "şah ona derim ki Ulubatlı gibi ola!"

Etiketlendi:, ,

Yorum bırakın