İLGİLİ HABER İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ.
Günlük arşivler: 15 Eylül 2015
MK ULTRA PROJESİ : ZİHİN KONTROLÜ NEDİR ???
"insan vücudu bir elektrokimyasal sistemdir ve artık bu sistemi etkileyecek mekanizma üretilmiştir. Bu mekanizma insanların beynindeki elektromanyetik dalgaların normal seyrini sekteye uğratabilir ve bu yolla insanların davranışlarını değiştirebilir. Belli bir zaman dahilinde insan biyorobot düzeyine indirilebilir".
"Mikroway News" dergisinin editörü Luis Slizen
Bir bilgisayar, herhangi bir insanın beyin faaliyetini çözümleyerek ekrana yansıtabilir, aynı zamanda beyin faaliyetini etkileyecek ve kontrol edecek dalgalar gönderebilir. Geçmişte, bu amaçla insanların kafalarına elektrotlar yerleştirilerek deneyler yapılmıştır. 1960’larda hayvanlar üzerinde yapılan "radyo sinyalleri ile yönlendirme deneyleri" sonradan psikologlar tarafından Vietnam askerlerine uygulanmıştır. Esir askerlerin kafatasına elektrotlar yerleştirilmiş, sonra ellerine bıçaklar verilmiş ve birbirini öldürmeye yönlendirilmişlerdir.
Yıllar önce başlayan zihin kontrolüyle ilgili bu tür araştırmalar ve deneyler ara vermeden bugüne kadar ulaşmıştır. Ancak bu kaba metodlar, yerini artık daha ince metodlara bırakmıştır,- günümüzde her şey kablosuz olarak gerçekleştirilebilmektedir.
Beyin, Çok Yönlü Bir Kontrol Merkezidir
Beyin bütün vücut sistemlerini yönetir ve aralarında işbirliği sağlar. Tüm zihinsel faaliyetler, düşünceler, duygular, fiziksel duyular ve hareketler kendilerine özgü frekanslara sahiptir. Beş duyu organımızla algıladığımız her şey belirli bir beyin faaliyeti meydana getirir. Bütün hastalıklar, davranışlar, düşünceler, duygular ve algılamalar da kendine özgü dalga boyuna ve frekansa sahiptir. Söylediğimiz her kelime ve aklımızdan geçirdiğimiz her düşünce beynimizde kendi frekans dalgasını şekillendirir. Çevremizde konuşulan her kelimenin dalgalan beynimize kendi frekansıyla gelir ve tercihimize göre reddedilir veya yerleşebilir. Hipnoz, anestezi, bayılma, ağrı veya korku anında ise beyin, o sırada çevrede söylenen kelimelerin dalgalarına kontrolsüz olarak açık durumdadır. Bu sebeple insan beynini yönlendirmenin en basit şekli ameliyat esnasında beyne yerleştirilen programlardır. Anestezi de bir nevi hipnozdur, hatta hipnozdan daha büyük etkiye sahiptir. Çünkü ameliyata alınan insan bayılma, ağrı ve korkuyu aynı anda yaşar. Ameliyat sırasında söylenen her kelime beyne yerleşerek bilgisayar virüsü gibi çalışır. Bu virüslerin sayısı ve niteliği tamamen ameliyathanede bulunanların ahlakına, konuşmalarına ve konuştukları konuya bağlıdır. Onun için gelişmiş ülkelerde ameliyat sırasında konuşmak yasaklanmıştır. ("Sezaryenle doğum" bölümüne bakınız.)
25. Kare
Sinema, televizyon veya reklam filmleri ya da her türlü televizyon programı 24 kare resmin bir saniye içinde ardarda gelmesiyle hareketli hale gelir. İnsan gözü ardarda gelen bu 24 kareyi algılarken, bunların arkasına yerleştirilen 25. kareyi algılayamaz. İnsan, algıladığı kareler hakkında yorum yapabilir, ondan etkilenip etkilenmemeyi seçebilir, insan gözünün algılayamadığı 25. kare ise kontrolsüz olarak beyne gider ve insan bilincine yerleşir. 25. kare genellikle yazı şeklindedir ve bu efekt "algılama dışı uyarıcı" olarak da isimlendirilir. 25. kare program yapımcıları tarafından insanları yönlendirmede kullanılabilir. 25. kare ile insanlan, herhangi bir fikre veya eyleme, belli bir adaya oy vermeye, bir ürüne bağımlılığa ya da başka bir amaç doğrultusunda yönlendirerek beyinleri yönetmek mümkündür. Ayrıca dil öğrenme programlarında da yaygın olarak kullanılır.
25. kare prensibi ses dalgaları vasıtasıyla teyp, CD çalar, radyo gibi sesli cihazlarda da kullanılır. 20. yüzyılda insan davranışlarını kontrol etmede en cazip yöntem haline gelen bu yöntemin temelinde insanın şuuraltına tesir etmek vardır.
Özel kodla şifrelenen ses kasetleri, radyo ve televizyon aracılığıyla insanlara herhangi bir emir verilebilir ve onların bu emir çerçevesinde hareket etmesi sağlanabilir. Kişi, kasetten veya CD’den, müzik dahil herhangi birşey dinlerken veya televizyon seyrederken, seslerde ve görüntülerde tehlikeli bir buyruk gizlenmişse, bunun şuuraltına indiğini farkedemez.
Zihin Kontrolünde Renk, Ses ve Şekillerin Birlikte Kullanılması
Renklerin insan psikolojisinde ne kadar etkili olduğu yıllardır bilinmektedir. Örneğin kırmızı, turuncu ve sarının uyarıcı, mavi ve morun sakinleştirici, yeşilin ise uyum sağlayıcı etkileri vardır. Renklerin, seslerin ve şekillerin tek tek veya birlikte, belli bir düzende, belli bir sırayla ve hızla hareket ettirilmesiyle insanların, özellikle çocukların beynini kontrol altına almak mümkündür. Bu prensiple renkli lekeler, sesler ve geometrik şekiller 25. kareye yerleştirilerek "V-666" virüsü üretilmiştir. 666, Hristiyanlıkta "antichrist"i yani "deccal"i sembolize eder.
Bu virüs bilgisayar kullanıcısına çok büyük bir kuvvetle etki edebilir. İlk önce belli bir amaçla düzenlenmiş renk lekeleri ki bunlar şekiller içine yerleştirildiği zaman daha da etkili olabilir, sesler ve görüntüler kullanıcıyı hipnotize eder. Sonra şekillerin ve renklerin programlanan düzene göre değiştirilmesi kalp ritmini ve tansiyonu kontrol altına alır, hastalığa hatta ölüme götürebilir. 1999 yılında sadece Rusya’da, bilgisayar kullanıcıları arasında bu şekilde gerçekleşen, 46 ölüm vakası tesbit edilmiştir. Japonya’da 1 Aralık 1997’de "Pokemon" çizgi filmini izleyen 700 çocuk epilepsi nöbetleri ile hastahaneye getirilmiştir. Bu "televizyon epidemisine, kırmızı ışığın saniyede 10 ila 3030 defa kesintiler halinde verilmesi yol açmıştır. Kesintiler halinde hızla geçen kırmızı ışık ilk önce beyin damarlarında spazm, sonra da bayılma, kasılma ve boğulma hissine sebep olmuştur.
Bu tür efektler vasıtasıyla "psikotron" silahlar üretilmekte, televizyon ekranı ve bilgisayar monitörü aracılığıyla kullanılmaktadır.
Psikolojik Savaşta Müzik-Koku İkilisinin Kullanımı
İnsanın sinir sistemi elektrokimyasal sinyallerle çalışır. Bu sebepten beynin düşüncesini yöneten ve etkileyen elektrokimyasal sinyallerin üretiminde, besinler, su ve solunum yoluyla vücuda alınan ve beyne ulaşan maddeler çok önemlidir. İnsan bedenini, aklını ve ruhunu etkilemek için bir takım ritüeller, yiyecekler, içecekler ve kokular ezelden bugüne kadar kullanılmıştır ve bugünden ebede kadar da kullanılacaktır.
Dikkat ettiyseniz bugünkü uçaklarda müşteriler kokulu müziklerle karşılanıyor. Bu garip müzik ve koku dağıtımı sinemalarda, asansörlerde, otobüslerde ve büyük mağazalarda da kullanılmaya başlamıştır. Bu, globalleşen dünyanın bir nimeti ve konforun bir parçası şeklinde sunulmaktadır. Fakat müzik-koku ikilisinin psikolojik savaş silahlarından biri olduğunu çok az kişi bilmektedir. Bu fenomene "psikotropik etki" denmektedir. Psikotropik etki, tıbbi ilaç ve katkı maddeleri vasıtasıyla insan psikolojisini etkileyerek, ona yapmak istemediği eylemi yaptırmaktır.
Kimyasal maddelerin yiyecek endüstrisinde yoğun bir şekilde kullanımı 1940’larda başlamıştır. O zamanlar çoğu doğal kaynaklı olan kimyasal maddelerin kullanım miktarı kısa sürede dünya çapında yılda 7 milyon tona kadar ulaşmıştır. O zaman bir kaç bin çeşit kimyasal madde kullanılmaktaydı. Bugün ise milyonlarca ton ve yaklaşık 100.000 çeşit kimyasal madde, ilaç, gıda katkı maddesi, kozmetik, vücut bakım ürünleri, temizlik malzemeleri, tarım ilacı endüstrisinde kullanılmakta ve bu sayı her geçen yıl artmaktadır. Katkı maddelerinin yoğun kullanımından insanların aklı ve beden-ruh sağlığı negatif yönde etkilenmektedir.
Bu grup etki maddeleri arasında kokuların özel bir rolü vardır. Kokular, insan ruhunu ve psikolojisini güçlü şekilde etkileyen faktörlerdir. Amerikalı psikiatrist A. Hirsh belli bir kokunun insanı belli bir tavır ve eyleme yönlendirebildiğini ispatlamıştır: Bazı mağazalarda belli bir koku yayıldığında mal satışının yüksek seviyelere ulaştığı ve bazı kokular koklandığında hızla kilo verilebildiği görülmüştür. Bu arada yapılan klinik araştırmalar sonucunda lavanta, papatya, limon ve sandal ağacı kokularının en güçlü antidepre-sanlardan daha etkili olabildiği; yasemin, gül, nane ve karanfil kokularının ise insan beynini en sert kahveden bile fazla etkilediği ortaya çıkmıştır.
Günümüzde ruhi gerginlikleri artıran veya ruhsal sıkıntıları çözen, cinsel istek veya isteksizlikleri arttıran, duygusallığı güçlendiren, dişiliği kuvvetlendiren, insanın manevi dengesini bozan, insanda korku halleri doğuran, agresifliği artıran veya
azaltan çeşitli aromalar yani kokular üretilmeye başlamıştır.
Bu aramalar insan davranışlarını kontrol altında tutmak için kullanılmaktadır.
İnsan beyninde kokulara ait bilgilerin saklandığı bir hafıza merkezi vardır ancak onların beyin tarafından denetimi mümkün değildir. Bu yüzden kokular insan psikolojisinin en zayıf noktasıdır ve psikolojik savaşta kullanıma elverişlidir.
Psikotronik ve Psikotropik Teknoloji
İnsan ruhunun çağımızdaki diğer bir düşmanı ise "psikotronik etki’dir. Psikotronik etki, parapsikolojik ve ekstrasensör etkilerin diğer bir adıdır. Psikotronik etkinin en basit kullanımı hipnozcu ve ekstrasenslerin müşterilerine uyguladığı "seanslar’dır.
Sovyetler Birliği yıkılmadan önce Taşkent’te çeşitli kahin, şaman, hipnozcu, medyum ve ekstrasenslerin faaliyetlerini incelemek için bilimsel merkezler kurulmuştu. Bu merkezlerin ilgisini çeken esas şey bu insanların beyinleri tarafından üretilip yayılan elektromanyetik dalgaların (biyolokasyon) müşterilerinin beyinlerini nasıl yönlendirebildiği olmuştur. Araştırmalar sonucunda şamanın, kullandığı davul sesinin dalgaları ile tedavi ettiği kişinin beyin dalgalan arasında bir uyum oluşturduğu ve bu sırada dua okuyarak onun beynine istediği emirleri yerleştirdiği gözlenmiştir. Çağımızda bu olaya "nerolinguistik programlama" denilmektedir.
Nerolinguistik programlama metodları kullanımının en yaygın örneklerini, distribütör yetiştirme merkezlerinde, rap müziğinde, reklamlarda, pek çok filmde ve televizyon programında görmek mümkündür.
Diğer yandan Ruslar ve Amerikalılar uzaydan yere doğru holografik tasvir transferi gibi ilginç bir proje geliştirmişlerdir. Bu holografik resimler 100-150 kilometre çapında belli bir alan üzerinde görüntülenmekte ve belli amaçlara hizmet etmektedir. Nitekim, 1 şubat 1993’te Somali’de, Amerikan piyadeleri üzerine Hz. Isa (a.s.)’ın 150 metrekare büyüklüğündeki çok canlı ve gerçekçi bir görüntüsü yansıtılmıştır. Askerler bundan güçlü bir şekilde etkilenmiş ve diz çökerek ağlamaya başlamışlardır.
Rusyalı eksperlerin fikrine göre bu tür psikotron silahlar, Amerikan ordusunun "barış misyonu!" ile bulunduğu ülkelerde kullanılabilir. Örneğin, Irak veya başka bir işgal altındaki ülkede, direnişçilere savaşmaktan vazgeçmelerini telkin eden şehitlerin holografik görünütüleri gökyüzünü sarabilir.
Bilim adamlarına göre, psikotronik ve psikotropik teknoloji, atom bombasından daha tehlikelidir. Onlara göre bu teknoloji, insanlardan her emri yerine getiren "zombiler üretme teknolojisidir. Bu, sadece bir kişiye ya da küçük bir gruba değil, bir etnik gruba veya bir topluma karşı kullanılabilecek çapta bir teknolojidir.
Bu dehşetli araştırmalan yapan bilim adamlannın ortak kanaatine göre Psikotropik ve Psikotronik silahlann etkisinden konulabilenler yalnız inanç sahipleridir.
İnanan insanı ne hipnoz, ne de elektromanyetik dalga ile kontrol altına almak mümkün değildir. Bu çarpıcı fenomen, bütün araştırmalarda ve denemelerde yalın bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Örneğin bu denemelerden birinde hipnoz altındaki bir adama birisini öldürme emri verilmiş, ancak adam tam bıçağı saplayacakken koluna kramp girmiştir. Demek ki, katil olmayan, etki altında da öldürmez, haramdan kendini koruyan harama yaklaşamaz, yalancı olmayan yalan söyleyemez, hain olmayan ihanet edemez, imanlı insan küfredemez.
"Gerçek şu ki, şeytanın, İnanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hakimiyeti yoktur. Şeytanın hakimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir." Nahl Sûresi 99-100
"İnsan Genom Projesi"nde çalışan ünlü Amerikalı araştırmacı Dr. Collins: "Mükemmel genetik yapımızda "Tanrı geni" adı verilen bir gen olduğu ortaya çıktı. Bu geni aktif olmayanların inançsız olduğunu tesbit ettik. Fakat şimdiye kadar yaptığımız araştırmalarda ‘Tanrı geni"nin aktif hale gelmesini sağlayan dış bir etken bulamadık. Ne çevrede olan değişiklikler ne de kalıtsal nedenler ‘Tanrı geni"nin üzerinde etkili olmuyor. Tanrı geninin mucizevi bir şekilde aktif hale gelerek insanlarda inanç olgusunu meydana getirdiğini düşünüyoruz" şeklinde bir açıklama yaptı.
Yani ancak Allah’ın isteğiyle inanç geni aktif olabilir. Aynı şekilde sadece Allah (c.c.) aktif inanç genini inaktif hale geçirebilir.
"Allah dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." İbrahim Suresi 4.Ayet
Nanoteknoloji ile Zihin Kontrolü
Nanoteknoloji ve gen teknolojisi ürünü yeni katkı maddeleri ve tıbbi ilaçlar
Nanoparçacıklar: Maddenin atomik-moleküler boyutta mühendisliğinin yapılarak yepyeni özelliklerinin açığa çıkarılması ile oluşan madde parçacıklarıdır. Altın gibi değerli bir madenin bile nanoparçacık hale geldiğinde tehlikeli bir kimyasal katalizöre dönüştüğü ortaya çıkmıştır.
Titanyumdioksit (TiO2): Dünyada en sık kullanılan mineraldir ve nanoteknolojide kullanılan üç ana maddeden biridir. Titanyumdioksit nano-parçacıklarının atom yapısı değiştirilerek, görülebilen ışık huzmesine olan tepkisi "yeniden inşa" edilmiştir, sığın (foton) titanyumdioksit nanoparçacığına düşmesiyle birlikte, organik madde, kimyasal reaksiyon sonucu parçalanmaya başlar. Bu yapay fotosentez, bitkilerde gerçekleşen fotosenteze benzer. Fotosentez, karbondioksit ve suyun, ışığın da etkisi ile organik madde yani besin üretmesidir. Ancak, titanyumdioksit, bitkilerden farklı olarak, organik maddeleri parçalayarak karbondioksit ve suya ayrıştırır, yani tam tersi. Bunun anlamı, titanyumdioksit nanoparçacıklann, herhangi bir organik madde ya da canlı hücreye teması halinde, canlı dokunun, özellikle proteinin parçalanmasına ve proteinin fonksiyonunun değişmesine neden olan kimyasal reaksiyonu başlatabilecek korkunç bir yetenekte olduklarıdır.
Türkiye’de artık bütün duvar boyaları nanoteknoloji yöntemiyle ve özellikle titanyumdioksit nanoparçaçıklar ile üretilmektedir. Şu anda Türkiye’de nanoparçacıklar bütün ilaçlarda, ambalajlı hazır yiyecek ve içeceklerde, tuzda, şekerde ve unda koruyucu, beyazlatıcı veya nem tutucu olarak kullanılmaktan Ayrıca kendi kendini temizleyen kumaş ve giysiler üretilmektedir.
Nanoparçacıkların canlı organizmalara etkisi
Nanoparçacıklann canlı organizmayı nasıl etkilediğini araştırmak amacıyla yapılan deneylerde kobay olarak fareler kullanıldı. Fareler bir kaç hafta boyunca havası, volfram ve kobalt nanoparçacıkları ile kirletilmiş bir bölmede tutuldu. Bilim adamları bu farelerin organizmasına karışan nanoparçacıklann organizmayı hiç bir şekilde terketmediğini ve organlarda çökelti olarak biriktiğini tespit etti.
Nanoparçacıklar canlı hücrenin yapısına nüfuz edebilme ve bunun sonucunda da genleri mutasyona sokma yeteneğine sahiptir. Ayrıca nanoparçacıklann bulunduğu ortamın solunmasının ciğerlere büyük hasar verdiği tespit edilmiştir.
Terliksiler (dafniya) ve balıklar üzerinde yapılan başka araştırmalarda ise bunların yaşadığı akvaryuma karbon nanoparçacıkları katıldı. İki gün sonra akvaryumdaki terliksiler hızla ölmeye başlamış, kobay balıkların ise beyin hücrelerinde hasarlar tesbit edilmiştir.
Nanoparçacıklann canlı organizmalar üzerindeki etkisini inceleyen deneyler Türkiye’de karbon nanoparçacıklann suya katılmasıyla devam etmektedir. Ancak karbon nanoparçacıklar artık terliksilerin suyuna değil, insanların içtiği içme suyuna katılmaktadır.
Günümüzde Nanoteknoloji en geniş şekliyle tıpta kullanılmak üzere geliştirilmektedir. Bugün nanoteknoloji ve gen teknolojisi metodlanyla sentetik hormon, enzim, vitamin, aminoasit gibi pek çok yeni ilaç üretilmektedir. İlaçlarla, yiyecek ve içeceklerle, tuzla ve suyla insan organizmasına giren nanoparçacıklann, insan vücudunda ne gibi kimyasal reaksiyonlara sebep olabileceği henüz bilinmiyor. Uzmanlara göre sentetik nano ilaçların vereceği fizyolojik zararların tespiti imkânsızdır. Belli bir süreçte bağışıklık sistemlerinin farklı özelliklerine göre herkeste farklı fizyolojik tahribatlar ortaya çıkacak, tehlikenin büyüklüğü anlaşıldığında ise iş işten geçmiş olacaktır.
Psikolojik savaş ustaları insan ruhunu rehin alma stratejisini çoktan yürürlüğe koymuştur. Biz artık görünmez bir savaşın tam ortasında yaşıyoruz. Bugün ilaç, gıda, müzik, sinema, psikotronik ve psikotropik silah endüstrisinin, gen teknolojisinin ve son olarak nanoteknolojinin insanlığı vahim bir sona doğru hızla sürüklediği çok açıktır.
Uzaktan zihin kontrolü sınırsız bir alandır. Görüntüleme cihazlarıyla, uydudan takip ile yapılan beyin taraması süperbilgisayarlarda bir araya getirilerek insan davranışları, tüm yönleriyle, uzaktan idare edilebilir.
Yapay uzuvlara sahip insanlar, beyinlerine yerleştirilen bir tuz tanesi büyüklüğündeki mikroçip sayesinde robot kollarını ve bacaklarını hareket ettirebilmektedir ve bu mikroçip, o kişiyi uzaktan yönetmek için yeterlidir. Ancak mikroçip olmasa bile, beyne mikrodalgalar ve dijital dalgalar iletmek mümkündür.
Şu anda cep telefonları ve arabalar sürekli olarak izlenmektedir. Uluslararası büyük firmalardan satın alınan eşyalar ve giysiler RFID (Radyo Frekans Kimliği) cipleri taşımakta ve böylelikle takip edilebilmektedir. İleride, nüfus cüzdanları da RFID cipleri taşıyacaktır. Ciplere nanomoleküller ile bir nanotüp yerleştirilebilir, gerektiği zaman bu tüp hareke geçirilebilir, bu tüpün içeriği vücuda enjekte edilebilir veya planlanan herhangi bir şekilde kullanılabilir. Yani araba kullanmasak ya da cep telefonu taşımasak da yerimiz tespit edilebilir, üzerimizde taşıdığımız nanotüp uydudan veya bir bilgisayardan yönlendirilebilir ve gerektiğinde kullanılabilir. Örneğin bugün herhangi birine ait cep telefonunun radyasyonunun yükseltilmesi, ölümcül bir seviyeye getirilmesi mümkündür.
Bir insanın parmakizi, avuçiçi, göz irisi, yüzü, retina tabakası, el yazısı, yürüyüş ve yüz ifadesinin özelliklerinin, Kapalı Devre Kamera Sistemleri ve diğer yöntemlerle biyo-ölçümleri alınır ve biyoölçüm tanımlama sistemlerine aktarılabilir. Bu şekilde o insanın hastalıkları, zayıf noktaları, hafızasındaki gizli kayıtlar ve ruh hali belirlenebilir.
Nanoteknoloji, zihin kontrolünde gelinen son aşama
Bu aşamada insan biyorobot düzeyine indirilebilir.
DNA molekülleri baz alınarak, bir Bio-Nanoteknolojik anahtar olan "Nanoactuator" geliştirilmiştir. Saç teli kalınlığının binde biri kadar olan nanoactuator temelde, mikroçipin minyatür bir kanalına bağlanan DNA molekülü ipliğidir ve canlı hücrelerin ürettiği doğal enerjiyi kullanarak çalışır. O anda meydana gelen elektronik sinyaller direkt olarak bilgisayara aktarılabilmekte, böylece canlı biyolojik sistemler dünyası ile bilgisiyar dünyası arasında doğrudan bağlantı kurulabilmektedir. Nanoactuator aynı zamanda organizmalar arasında bağlantı kurmak için de kullanılabilir. Bu mikroçipin her dokuya, özellikle beyin dokusuna yerleştirilmesi mümkündür.
Bu şekilde, bilgisayardan gelen sinyaller doğrultusunda beyin kontrol altına alınabilir. Nano-nöro-bilgisayardan beyne yerleştirilen mikroçipe gelen sinyaller beyne bir takım resimler, sesler, objeler, kokular ileterek ona programlar yükleyebilir. Böylece istekler, duygular, sevinçler ve üzüntüler, insanın yapması veya yapmaması istenenlen nano-bilgisayarlar tarafından yönlendirilebilir. Ve tamamen farklı, yapay bir zihin inşa edilebilir.
Küçücük, birkaç molekül büyüklüğündeki nanoaktuatorlar tuza, suya, una veya herhangi bir yiyeceğe katkı maddesi olarak katılabilir veya solunan havaya serpilebilir. Sindirim veya solunum yoluyla gelen bu nanoparçacıklar vücudumuzu dolduracak, vücudun her yerine yerleşebilecekler.
Nano-robotlar hastalıkları tedavi edebilecek
İnsan vücudundaki hücreler, nanorobot ve nanostrürktürler vasıtasıyla moleküler seviyede takip edilecek, kontrol edilecek ve düzeltilebilecekler. Nanorobotlar hücreleri düzeltme veya yeniden inşa etme yeteneğine sahip olacaklar. Mesela, insanda erken skleroz başladıysa, vücudundaki nanorobotlar hastalığın yerleştiği bölgeyi bulacak, hasta hücreleri ve damarlarındaki birikintiyi mekanik ve kimyasal yöntemlerle derhal temizleyecekler. Herhangi bir genetik hastalığı varsa, nanorobotlar hastalık ile bağlantılı geni tespit ederek, kesip atacak ve yerine yapay "sağlıklı" bir gen yerleştirecekler. Ya da insan yaşlanmaya başladığında nanorobotlar bedeninin tümünü kapsayacak bir çerçevede her hücreyi atom seviyesinde düzelterek gençlik çağına geri döndürebilecekler. Ve insan her zaman 20-30 yaşında görünecek.
Binlerce yıl önce ölmüş varlıklar diriltilebilecek
Ameliyatlar organlarda değil moleküler seviyede yapılacak ve insan fiilen ölümsüz olacak. Şayet vücudundaki robotlar hastalığına çözüm getiremezse, robotlar yeraltında ya da uzayda bulunan "Merkezi Tıp Bilgisayarına ulaşarak ondan yardım isteyecekler. Merkezi Tıp Bilgisayarı ise bütün sağlık problemlerine çözüm bulabilecek kapasitede olacak. Hatta kriyonik metot ile yıllar önce dondurulan insanların hücreleri milyonlarca nanorobot tarafından onarılacak ve diriltilecek. Bu şekilde binlerce yıl önce ölmüş fakat cesedi bir şekilde korunarak tamamen çürümemiş varlıklara, bitki, mikrop, sinek, böcek, balık, hayvan veya insanlara yeniden hayat verilecek.
Bütün insanlann beyinleri tek beyin haline gelecek
İnsan vücudundaki fizyolojik işlemleri ve kişisel iradeyi elde tutabilen bu nano bilgisayarın en geç 2050 yılına doğru üretilmesi planlanmıştır. Ancak, nano bilgisayarı ilk üreten olmak için, gelişmiş ülkeler arasındaki yarış sürmektedir. Dolayısıyla bu nanobilgisayar planlanan tarihten çok daha önce üretilecektir. Çünkü bu bilgisayara ilk hangi ülke sahip olursa, "belirli bir insan"ın beynini bilgisayara yükleyecek ve vücutlarına birer alıcı niteliğindeki nanoparçacıklar yerleştirilerek, önceden hazırlanmış olan bütün insanlann beyinlerini bu bilgisayarla yönetecek. Böylece bütün insanların beyinleri tek beyin haline gelecek.
"Ol!" dendiğinde istenilen şey hemen varolacak
Bütün dünyayı saracak olan, bir kaç molekül büyüklüğündeki nanorobotlar, kendi kendilerine hızlı bir şekilde çoğalabilecekler. Herhangi bir organik veya inorganik maddeyi atomlarına kadar çözebilicekler. Sonra da bu atomlardan yeni bir madde veya istenilen herhangi bir eşyayı, hemen hemen her şeyi yeniden inşa edebilecekler. Nanorobotlar insan sesi veya düşüncesi ile yönetilecekler. "Ol!" dendiğinde istenilen şey hemen varolacak.
"Hiç şüphe yok Deccal çıkacak"
Bütün bu gelişmeler insana çok cazip gelebilir, bunda hiçbir mahzur görmeyebilir. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.) iki farklı Hadis-i Şerifte şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphe yok Deccal çıkacaktır. Deccal’in yanında cenneti ve cehennemi vardır. Onun cehennemi cennet, cenneti cehennemdir." "Körleri ve abraşlıları (ağır hastaları) iyi eder. Ölüleri diriltir ve "Ben Rabbinizim" der. Kim onu tasdik ederse fitne-i Deccale düştü. Kim de "Rabbim Allah" der ve böyle ölürse o zaman Deccal’in fitnesine düşmemiş olur ve ona bir daha fitne ve azab yoktur."
Allah (c.c.) bize verdiği, hayır ile şer arasındaki seçim hakkını son nefesimize kadar korumaktadır.
O (şeytan) sizi ancak kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz, benden korkun. İsrâ Sûresi 64
TERÖR DOSYASI /// TUNCA BENGİN : O günlerde doğanlar bugün ölüyor…
Sokaktaki İnsan | Tunca Bengin |
Ülkedeki terör ortamı ve siyasi arenadaki gerginlik, kutuplaşma sokaktaki insanı bıktırdı. Nasıl bıktırmasınki aradan geçen onca yıllara rağmen bugünün dünden farkı yok. Dahası hem terör hem de siyasi gerilimin dozajı artarak tehlikeli bir noktaya doğru gidiyor. Açıkçası ülkede yaşananlar herkesin “o günlere mi dönüyoruz” diye endişeyle sözünü ettiği 1990’lı yıllardakileri çoktan yakalamış durumda. Bunun son örneği de Kobani olmaktan kurtarıldı denilen ve günlerce sokağa çıkma yasağı uygulanan Cizre’deki gelişmeler ve görüntüler. Şöyle ki;
1990’lı yılların başında da siyasi arenada kutuplaşma had safhadaydı ve olası bir “erken seçim” ya da sonucuna dönük öngörüler tartışılıyordu. Aynı dönemde PKK’nın ülke genelindeki eylemleri de artarak devam ediyordu.
Nitekim 21 Mart 1990’daki Nevruz kutlamaları sonrasında başlayan ve 4 kişinin yaşamını yitirdiği çatışmalar nedeniyle Cizre’de bir süre sokağa çıkma yasağı uygulanmıştı. Bu yasaktan nasibini alan biz gazetecilerde ilçe merkezindeki bir otelde tutulmuştuk. O günlerdeki tek iletişim olanağımız ilçedeki sabit telefon hatları da kesikti. Yani otel kapısı ve çatısından tanık olduklarımızı dahi aktarma olanağı yoktu. Yasak kalktıktan sonra 24 Mart’a kadar devam eden gerginlik sürecinde Cizre’deki tesbitlerimiz ise yollardaki barikatlar, bomba- mermilerle harabeye dönen binalar ile mağdur olan halkla güvenlik güçlerinin karşı karşıya gelme tedirginliğiydi. Çünkü o zamanda Cizre olayının “planlı bir hareket” olduğu söyleniyor, dönemin iktidar sözcüleri de şöyle diyordu:
“Kamu düzenini sağlamak için ne gerekiyorsa o tedbirler alınacaktır, kimsenin kuşkusu olmasın.”
Özetle aradan 25 yıl geçse de ülkenin görüntüsünde ve siyasilerin olaylara yaklaşımında değişiklik yok. Tek fark bugün çatışmalarda ölenlerin o günlerde doğan çocuklar olması…O nedenle yarına dönük sokağın tek beklentisi akan kanın artık durması…
GES’in MİT’e devri hataydı
Terör eylemlerine karşı en güçlü silah istihbarat. Yani örgütü, teröristi harekete geçmeden duyum almak ve çökertmek. Ancak son dönemde görüyoruz ki “endişeyle beklenen eylemlere” müdahalede bile ciddi sorun var. O nedenle de PKK’nın asker ve polise yönelik hemen her saldırısından sonra “istihbarat zaafiyeti” sorgulanıyor. Ya da istihbarat ağındaki “iletişim kopukluğundan” söz ediliyor. Örneğin eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan diyorki:
“Silahlı Kuvvetler’in teknolojik istihbaratı Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı(GES)’nın MİT’e devredilmesi hataydı. PKK’yla mücadele için Silahlı Kuvvetler’de hem teknolojik hem de canlı istihbarat teşkilatı oluşturulması gerekiyor.
Türkiye’de istihbarat teşkilatlarının alt yapısında da hukuk ve kurumsal açıdan büyük eksiklikler, boşluklar var..Polis ve jandarma istihbaratı bu çerçevede büyük zaafiyet yaşadı. MİT’in kadrosu büyük oranda emekliye sevkedildi, yerine gelenlerin ne kadar o bölgeyle ilgili, eğitimli olduğu da bilinmiyor. Yani orada da büyük kopukluk ve eksiklik var. Bölgede PKK’ ya geçit vermeyen aşiretler de devlet sahip çıkmayınca göç etmek zorunda kaldı ya da örgüte teslim oldular…”
RESEARCH DOCUMENT : The Anwar al-Awlaki File
From American Citizen to Imam to Terrorist to Drone Killing
National Security Archive Electronic Briefing Book No. 529
Compiled and edited by Scott Shane
Posted September 15, 2015
Scott Shane is a national security reporter for The New York Times and author of nsarchiv.
Washington, D.C., September 15, 2015 – Anwar al-Awlaki was an American imam who later became the most influential English-language recruiter for the cause of violent jihad, an ideological journey illuminated by the new book Objective Troy and primary source documents gathered by the author, Scott Shane, and published today by the National Security Archive (www.nsarchive.org).
Awlaki was also the first United States citizen since the Civil War to be hunted down and killed without trial by his own government. His life poses in particularly acute form a vexing question: How does an intelligent, worldly man decide to devote his last years to trying to kill civilians who are strangers to him? His death raises equally pointedly a companion question: How has the fear of terrorism changed America, prompting the government to abandon long-embraced principles in search of safety?
Born in Las Cruces, New Mexico in 1971 when his father was a student at New Mexico State University, Anwar al-Awlaki spent his early years in the United States and spoke English better than Arabic. At the age of 7, he moved with his family to Yemen, where his father, Nasser al-Awlaki, began a long and distinguished public career, including terms as minister of agriculture and university chancellor. When Anwar was 19, his father sent him back to the United States to study engineering at Colorado State University. He graduated and briefly took an engineering job, but he had developed a deep interest in Islam and discovered a talent for preaching, and he soon took a part-time job as an imam in Denver. His success led to a full-time job at a mosque in San Diego, and then in early 2001 to a far larger and more prominent mosque in Falls Church, Virginia, outside Washington. After the 9/11 attacks, which he publicly and privately condemned, Awlaki quickly came to national attention as a Muslim cleric who could both articulate the grievances of Muslims about American foreign policy and explain the mysteries of Islam to Americans suddenly interested in this unfamiliar religion.
But he suddenly left the United States in 2002 after learning that the FBI had followed him on regular visits to prostitutes around Washington and panicking about the possibility that he could be exposed as a hypocrite before his conservative congregation. He moved to London, where he moved in radical circles and took a steadily more intolerant line in his lectures, and then to Yemen, where he was followed by security police and imprisoned for 18 months, at least in part due to the encouragement of the United States.
Awlaki with the Al Qaeda flag calling for death to Americans, March 2010 video.
Shortly after his release in late 2007, he moved to his family’s ancestral tribal territory of Shabwah governate, where he eventually joined Al Qaeda in the Arabian Peninsula. He called on all Muslims to attack America and began to participate in active plotting against the United States, helping to recruit and coach a young Nigerian, Umar Farouk Abdulmutallab, who attempted to blow up an airliner on Christmas Day in 2009 over Detroit. He also appears to have played an important role in the dispatch in October 2010 of bombs hidden inside printer ink cartridges on cargo planes headed to the United States. A tip from Saudi authorities thwarted that plot.
By then, after a legal review, President Obama had added Awlaki to the kill list, authorizing his capture or killing on the basis that he posed an imminent threat to the United States. He was killed in an American drone strike in Yemen in September 2011 along with an American acolyte, Samir Khan, with whom he had published the slick English-language Al Qaeda magazine Inspire. Two weeks later, in another drone strike that American officials said was a mistake, his 16-year-old son, Abdulrahman, who had left home to try to find his father, was killed. His death generated far more anti-American anger in Yemen than Anwar al-Awlaki’s death.
Awlaki left behind a hugely influential collection of writings, audio recordings and videos that have surfaced again and again in terrorism cases in the West. His fluent American English, his calm eloquence, and his firsthand understanding of the peculiar pressures on Muslims in the West, seem to have given him an unusual ability to connect with young people looking to religion for a cause. The attention he drew from anxious American authorities over many years meant that many government documents shed light on his life, on the government’s view of him at different stages, and on the legal analysis that justified his extrajudicial execution. Many of the documents below were obtained under the Freedom of Information Act by J.M. Berger of Intelwire, an author and researcher on terrorism; by the conservative Washington organization Judicial Watch; and by the author in researching his book, Objective Troy: A Terrorist, A President, and the Rise of the Drone, published September 15, 2015 by Tim Duggan Books, a division of Crown.
Documents
1) U.S. Agency for International Development certification with incorrect birthplace
This form, dated 1990, confirms that Anwar al-Awlaki was qualified for an exchange visa and that USAID was providing “full funding” for his studies at Colorado State University. The document lists Anwar’s birthplace incorrectly as Sanaa, Yemen’s capital, which he later said was a deliberate falsehood offered at the urging of American officials who knew his father so that he could qualify for a scholarship reserved for foreign citizens. In 2002, the inaccuracy would briefly become the basis for an arrest warrant on fraud charges, which prosecutors withdrew.
2a) and 2b) – Awlaki’s San Diego prostitution arrest doc
At least twice, in August 1996 and April 1997, Awlaki was arrested for soliciting policewomen posing as prostitutes in areas of San Diego known for streetwalking. He was married and working in his first full-time job as an imam, leading a conservative congregation. It was a habit that he would resume after moving to a bigger mosque in Falls Church, Virginia, in early 2001.
3) Excerpt from the FBI’s 1999 investigation of Awlaki
Concerned about Awlaki’s contacts with some people under investigation for terrorist ties, the FBI opened a terrorism investigation of him in June 1999, collecting public records such as these from the California Department of Motor Vehicles. But they found nothing alarming and closed the investigation the next year.
The cover of Inspire, Awlaki’s magazine in 2010, with a headline "Make a Bomb in the Kitchen of Your Mom."
4) Awlaki’s application to a Ph.D. program in educational leadership at George Washington University
In the summer of 2000, partly in response to pressure from his father, Anwar al-Awlaki left his job at the San Diego mosque and applied for the doctoral program in educational leadership at George Washington University in Washington, D.C. At the same time he was hired as imam at a far larger and more prestigious mosque, Dar al-Hijrah, in Falls Church, Va. His Ph.D. application included his transcripts from undergraduate and graduate studies at Colorado State and San Diego State, as well as references from American and Yemeni professors whose names are redacted. What is notable is that Awlaki omits any mention of his work as a highly successful preacher from his curriculum vita and his personal essay. His Yemeni reference refers to an agreement to hire Awlaki on completion of his doctorate to run a new department of technical education at the University of Sanaa. So the documents suggest that at the age of 29, despite his success as an imam, Awlaki was seriously considering leaving his religious work for an academic job.
5) FBI first interview with Awlaki, September 15, 2001.
6a) and 6b) FBI follow up interviews with Awlaki, September 17 and 19, 2001.
Shortly after the Sept. 11, 2001 terrorist attacks, FBI agents learned that two of the hijackers had prayed regularly in Awlaki’s mosque in San Diego, and that one of those hijackers and a third hijacker had turned up at his new mosque outside Washington. Worried that he might have some connection to the plotters, F.B.I, agents interviewed Awlaki at least three times in the weeks after 9/11, once with a lawyer present. He recalled a slight acquaintance with one of the hijackers, Nawaz al-Hazmi, from San Diego, who some others in the congregation thought they remembered seeing visiting the imam in his office. Awlaki condemned the attacks but behaved warily, declining to retrieve his passport or to discuss whether he preached about jihad. The FBI would later conclude there was no evidence Awlaki was in on the 9/11 plot, but the decision to put the imam under 24-hour surveillance would have major unintended consequences.
TARİH : Yabancı Basında Türkiye ve Osmanlılar
Bu günlerde bir hikmettir yabancı basına müptela olduk, Osmanlıların ayak izlerinde, cilt cilt gazete kütükleri arasında geziniyoruz.
17. asırdan bugüne değin uzanan bir yelpazede, eski gazete sayfaları arasında dolanmak, Türkiye ve Osmanlı’ya dair haberleri kovalamak, adeta “zaman makinesina” binmek gibi. Hele ki söz konusu yabancı basın olunca, Avrupa’dan Amerika’ya hatta Avusturalya’ya Dünya coğrafyasının muhtelif yerlerine bir “eski zaman hayaleti” misali savruluyor insan.
Yazan: Burhan Çağlar |
Yer yer hayrete sevk eden, hüzünlendiren, gülümseten ama mutlaka düşündüren pek çok haberler dökülüyor gazete kütükleri arasından. Hiç ummadık sayfalardan çıkan bu haberlerin kimine “kolpa” deyip geçerken, kiminin bariz dedikodulardan nasıl akıllara seza haberler çıkarıldığına hayret ediyoruz. Dedikodu, hakikat veya “martaval” işin ehline her biri tarihe açılan bir gizli geçit, eskiye dair vesika.
Hele ki fotoğraflar, karakalem çizimler, şehr-i İstanbul’un gravürleri ve bunların hemen altıda muhabirlerin, seyyahların, yolcuların Osmanlı ülkesine dair egzotik anlatıları. En sıradan olayları, vaka-ı adiye’den konuları bile tutup yakalayan bakış açıları. Okuyup göz gezdirdikçe eski dünyanın farkına daha iyi varıyor insan ve “dünya eskiden ne de büyükmüş” demekten kendini alamıyor. İşte bunlardan bazıları:
“Türk Dili: Osmanlıca’dan İngilizce’ye Geçen Kelimeler” (Bismarck Daily Tribune, (Bismarck, ND) 28 Eylül 1878)
En gelişmiş ulaşım vasıtalarının buharla çalıştığı, en hızlı iletişim araçlarının ise telgrafa dayandığı bir zamanda, henüz daha kimsenin ne aklında nede fikrinde “Güneş dil teorisi”nin olmadığı bir dönemde, 19 asrın sonlarında Osmanlı dünyasından çoook uzaklarda New York’da Türkçe’ye heves etmiş bir meraklı.
Bu gün bizim “yoğurt” deyip akan suları durdu addettiğimiz bir konuda, New York Times‘taki köşesinde “Osmanlıca’dan İngilizce’ye girmiş kelimeler” başlığıyla kalem oynatıyor.” Mesela onlarda ‘kedi’ bizde ‘kitty’ onlarda ‘kanun’ bizde olmuş ‘canon” diyor. Veya “chin” ile “çene”, “çok” ile “chock full” arasında bağlantı kuruyor.
O zamanda bu kadar uzaklardan Türkçe öğrenmek pek zor olsa gerek yazarımızın iyice kafası bulanmış “bol” ile “bowl”, “boş” ile “bosh” arasında benzerlikler arıyor. Fakat eklemeden de geçmiyor “kabak” ile “cabbage”, “koca” ile “codger” arasından bir şey aramayın farklı şeyler diye…
16 Nisan 1863 tarihli L’Univers illustré gazetesinin Sergi-i Umumi-i Osmani’yi duyuran ilk sayfası.
Yazı, Amazon’un ‘amma uzun’dan, Niagara’nın ‘ne yaygara’dan Iowa’nın ay-ova dan türediği (!) efsanelerinin henüz kimsenin aklına gelmediği 1887 dünyasından, uzak ülke Amerika’dan Osmanlıya bir kesit bakış.
Biraz eğlenmek isteyenler “kendini kaptırmamak” tavsiyesi ile bu İngilizce yazıya buradan bir göz atabilir. Bu arada yazarımızı da hoş görelim nede olsa sınırlı imkânlar, kısıtlı olanaklar.
Sergi-i Umumi-i Osmani “Türk Sergisi”
Şark Güzel Sanatlar sergisi, hünkâr hazretlerinin katılımı ile 27 Şubat Cuma günü At Meydanında (Sultanahmet) açıldı diyerek söze başlayan muhabir, sergiye yoğun ilgi gösteren Müslüman ve Hıristiyan katılımcıların muazzam bir törene şahitlik ettiklerini yazıyor.
Sadrazam, Serasker, Hariciye Nazırı, Mısır Hıdivi ve diğer saray görevlilerinin protokolde bulunduğu açılışta Saray baş imamı Hayri efendinin hünkâr hazretlerinin “lütfu ü keremine” ettiği hayır dualara herkesin yüksek sesle “Âmin” diye karşılık verdiğini belirtiyor. Sultanahmed camii, meydanı, sergi binası ve sergiye dair bazı bilgilerden sonra yazısının nihayetine varan muhabir, son kertede “Türklerin en ufak bir inkişafa ve hatta terakkiye ne kadar muhalif olduklarını” hatırlatarak ile belki de kendince bir de “gol” atıyor.
(Illustrated London News (London, England), Saturday, April 11, 1863) Gazete nüshası görmek için tıklayınız
İlk Osmanlı Parlamentosunun Toplanışı, (The Graphic Gazetesi, Londra, 7 Nisan 1877, s. 8) Orginal nüsha için tıklayınız
Osmanlı Parlamentosu
Yabancı gazetelerin sayfasında gezinirken, 1877 sonrası bir dönen için Osmanlı Parlamentosuna dair haberlere yer yer denk gelmek de pek muhtemel. Dış basına mensup muhabirlerin, parlamentonun faaliyetlerini yakından takip etmesi, hemen tüm oturumlara katılması, hatta tartışmalara ilişkin geniş özetler vermesi dikkat çekici. Hakkı Tarık Us bey’in yayınladığı Osmanlı meclis zabıtlarını birde başka bir kaynaktan veya başka bakış açısından okumak isteyen araştırmacılar için “frenk muhabirlerin” telgrafla gün be gün geçtiği bu haberler faydalı olabilir.
1876 yılında ilan edilen anayasaya göre oluşturulan Osmanlı Parlamentosu 31 Mart 1877’de çalışmalarına başlamıştı. Meclis binası olarak ise Ayasofya Camii’nin yanında bulunan Darülfünun tahsis edilmişti. Dolayısı ile ilk Osmanlı Parlamentosu faaliyetlerinin burada sürdürdü.
Çırağan yangını sonrası Avrupa ve Amerika basınında çıkan haberler
1908’da açılan ikinci Osmanlı Parlamentosu için ise 1909 yılında Çırağan Sarayı uygun görüldü ve meclis buraya taşındı. Ancak geçirilen bir yangın sırasında hem saray hem de tutanakların çoğu yandı. Daha sonra Hakkı Tarık Us Bey çeşitli kaynaklara dayanarak bu zabıtları tekrar derledi ve Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi adı ile yayınladı.
Mecliste Donanma Tartışmaları
Sultan Abdülaziz zamanında en modern gemilerle, makine ve silahlarla teçhiz edilen Osmanlı donanmasının Sultan Abdülhamid döneminde “Haliç’e demirleyerek çürümeye terkedildiği” ezelden beri anlatılagelir. Fakat kuvvet ve kudretine methiyeler dizilen Sultan Aziz zamanının donanmasının 93 harbi sırasında gösterdiği başarısızlık ise hemen herkesin malumudur.
Gelin bu konuya The Times ve The Guardian Gazeteleri üzerinden kulak kabartalım.Gazetelerin “kısa zaman önce açılmış olmasına rağmen adeta bir profesyonel gibi” çalıştığını belirttiği, vekillerin şahinliğine övgüler dizdiği Osmanlı parlamentosunda, “donanma” konusunda verilen bir gensoruyu ve 93 harbi sırasında donanmanın durumunu Avrupa basınından’danokuyalım.
“Karadeniz sahillerinde seyrü sefer yapan Mersin Vapuru Rus Gemileri tarafından kovalanıp ateş açıldı. Daha sonra ele geçirilen vapur, Rus gemilerine bir halatla bağlanarak yedeğe alınarak götürüldü. Rus gemilerinin Osmanlı sahillerinde aniden belirmeleri ve taarruza geçmeleri ise sanki Mersin Vapuru güzergâhının önceden Ruslara bildirildiği intibaını uyandırdı.” (The Times, 14 Ocak 1878 s. 5.)
“Sık sık arızalanan ve tamire alınan, Osmanlı Donanması’ndaki gemileri saymak için neredeyse bir elin parmakları yeterli.” (The Times, 15 Ocak 1878, s. 5.)
“Donanın başarısızlıkları ile ilgili meclis tarafından hakkında gensoru verilen Bahriye Nazırı Said Paşa zor sorularla başa çıkmaya çalıştı. Said Paşa, 3 saat boyunca çapraz sorularla terletildi fakat hepsine tatminkâr cevaplar verdi.” (The Guardian,14 Ocak 1878 s. 5)
The Guardian haberine şöyle devam ediyor; “Hakkında meclisin gensoru verdiği Bahriye Nazırı Said Paşa 5 Ocak 1878 günü Meclis-i Mebusân’a geldi. Milletvekilleri adına soruları Nâfi Efendi yöneltti. Paşa’ya donanmanın gücü ortadayken ve Karadeniz’deki Rus sahillerinin ablukaya alındığı resmen ilân edilmişken bazı Rus gemilerinin (İstanbul) Şile’ye kadar gelerek top atışında bulunmaları ve hatta Trabzon – Sinop sahillerine tecavüze kalkışmaları soruldu.Ayrıca, Mersin Vapuru yağmalanırken Osmanlı donanmasının nerede ve neyle meşgul olduğu, Mersin Vapurunun birinci kaptanının Dalmaçyalı ikinci kaptanının Rus asıllı olduğuna dair dedikoduların döndüğü, bu halde bir hıyanetin söz konusu olup olmadığı gibi hususları cevaplaması istendi.”(The Guardian , 23 Ocak 1878, s. 6.)
Bahriye Nazırı İngiliz Said Paşa
İngiliz” Said Paşa’nın Cevabî Konuşması
Said Paşa, sorulara cevaben, abluka konusuna o kadar uzun Rus sahillerinin parmaklık gibi örülemeyeceği söyledi ve Rusya’nın birkaç tane gayet süratli gemileri olduğunu ve hızına yetişilemediğini belirtti. Ayrıca Kırım savaşı sırasında bütün müttefik donanmalarının Karadeniz’de olduğu halde Rusların yer yer fırsat bulup Osmanlı sahillerini vurduğunu hatırlattı.”
“Ardından bütün bahrî kuvvetlerin on iki bölük gemiden ibaret olduğu, bunlarla Batum’dan Venedik Körfezi’ne kadar olan bütün sahillerin muhafazaya çalışıldığı cevabını verdi. Zaman zaman bu gemilerin de tamire muhtaç olarak hizmet dışı kaldığını, yine de bu gayretleri olmasa Rusların şimdiye kadar Karadeniz’i zapt etmiş olacaklarını söyledi. Bundan başka kömür konusunda savaşın başından itibaren Zonguldak’tan 200.000 ton kömür çıkarıldığını, bunun nakliyatının da gemilerle yapıldığını ve Karadağ’a kadar gönderildiğini bildirdi. (The Guardian , 23 Ocak 1878, s. 6.)”
Seyyar Satıcılar ve Simitçi Esnafı
Yabancı gazetelerin çeşitli sayfalarında, farklı nüshalarında mütemadiyen karşımıza çıkan, doğunun “egzotik” kültüründen, Osmanlı’dan veya İstanbul’dan bahsedilirken değinilmeden geçilmeyen bir konu da sokak satıcıları. Betimlemelerle, yer yer kara kalem çizimlerle, gazete satırlarına ve sayfalarına taşınan seyyar satırcılar hakkında türlü hikayeler yer alıyor.
Dondurmacısı, şekercisi, sucusu, kâğıt helvacısı ve tabi mutlaka simitçisi vaz geçilmez sokak satıcıları. Bunlardan en ilginci karakalem çizimlerinin özene bezene yapıldığı her halinden belli olan seyyar simitçiler. Hemen her simitçi kartpostalı, resmi, çizimi altında yazan aynı açıklama; “Turkish cake-seller” –kek satıcısı– insanı ister istemez yüzyıllar öncesi ile konuşturuyor “bir lokma da olsa hiç mi tadına bakmadınız”.
Ya o devrin simitleri çok tatlıydı, ya da çizerimiz hiç tadına bakmadı. Belki de okuyucuların ağzına çok daha tanıdık bir tat çalmak için böyle isimlendirdi. “Turkish Cake” (Türk Keki): Simit. London News (Londra, İngiltere), 20 Ocak 1849, Gazetenin nüshası için tıklayınız
Yabancı Basında Sultan Hamid ve Zamanı
Herhalde son dönem Osmanlı tarihi içerisinde, Sultan II. Abdülhamid, ismiyle devri tesmiye olunan tek hükümdar; “Hamidyen dönen.” Sultan Hamid’in uzun süren saltanatı devrini dış basından okumak, mesnetli, mesnetsiz yer yer “laubali” bir cümle habere göz gezdirmek hayli girift ve meşakkatli. Gelin bu sefer Osmanlı dünyasından çok uzaklara, günler, kıtalar ve hatta mevsimler ötesine uzanalım ve Avusturalya basınında Sultan Hamid’e dair çıkan birkaç habere göz atalım.
Jurnallere ne oldu?
İbnül Emin Mahmut Kemal Bey Son Sadrazamlar adlı eserinde Jurnallerin akıbetini şöyle anlatır. Yıldız Sarayından alınan jurnal evrakının bir kısmı Babıali’deki bir komisyona gönderilerek tetkike başlanış, diğer kısmının da tasnif ve inceleme için aralarında benim de bulunduğum vekil ve nazırlardan oluşan bir komisyona havale edildi.
Bu komisyonda Sultan Abdülhamid’in yüzlerce sandık dolusu jurnalini incelerken nice hafiyelerin isimlerine, nice devletlülerin ahvaline vâkıf oldum. Evrak içinde öyle acayip arîzalar, layihalar arzuhaller gördüm ki akıllara hayret verir.
Fakat bir gün Harbiye nazırı Enver Paşa, tarihe ihanet sayılabilecek kadar münasebetsiz bir emir ile bir gece bütün evrakı Harbiye nezareti önündeki meydana yığdırarak yaktırdı. (Son Sadrazamlar, 1940:İstanbul , C.3. s. 1280, 1150, C.4., s. 2100)
Abdülhamid’in Jurnalleri: Pandora’nın Kutusu
“Abdülhamid’in Arşivi: Pandora’nın Kutusu” başlıklı yazıda Sultan Hamid’e verilen jurnallerim akıbetine değiniyor: “Geçen yıl Jön Türkler Yıldız’ı ele geçirdiklerinde Abdülhamid’in elmas ve hazinelerinin yanında jurnallerine de sahip oldular. Harbiye Nezaretine nakledilen bu evrakların değerlendirilmesi için bir komisyon kuruldu fakat şimdiye kadar yarısına yakını ancak incelenebildi.
Aslına bakılırsa eski rejimin bu mirası bir noktada yeni yönetimi de tehdit ediyor. Zira Yıldız’a jurnal verenlerin arasında Nazırlar, vekiller, elçiler, hatta başvekiller var. Dolayısı ile Abdülhamid’in Jurnal arşivi şimdiden bir problem olmuş durumda.
Şimdilik hükümet bu konu hakkında pek renk vermiyor fakat konu parlamentonun gündemine düştü bile. Önceki gün bir vekil bu arşive dayanarak bir diğer vekille “djournaldji” (jurnalci) başka bir değişle gammaz ithamında bulundu. Bu ithama muhatap olan ise söz alarak bunun ispatını istedi ve sözlerine devam ederek meclisteki asıl gammaz “vekillerin” isimlerini sıralamaya başladı. Fakat sözü kesilerek konuşması engellendi.
Ardından Sultan Hamid’devrinden kalan bütün jurnallerinin yayınlanması için mecliste teklif verildi fakat meclis başkanı oturumu erteleyerek oylamayı engelledi. Görünen o ki yakın bir zamanda meclisin bu yönde bir karar alması da pek muhtemel değil.
Bu durumda genel kanaat jurnallerim hepsinin imha edilerek bu kötü geçmişe ait kayıtların yok edilmesi yönünde. İktidar partisinin bu kayıtlara dayanarak muhalifeti veya muhalefet vekillerine baskı altına almaya çalışması ise en kabul edilemez olanı.”
Abdülhamid’in Jurnalleri: Gizli dokümanlar sınıflandırılıyor
Yıldız Sarayında ele geçirilen, Türkiye’nin eski Sultanı Abdülhamid’e ait 360 klasör gizli belge (jurnal) kurulan komisyon tarafından sınıflandırılıyor. Ancak belgelerin yayınlanması pek çok devlet memurun suçunu ifşa edeceğinden bunun korkusu şimdiden bir tedirginlik oluşturdu. Geçtiğimiz günlerde millet meclisinde bu konuda sert tartışmalar oldu ve başvekil Hakkı Paşa bu belgelerin imha edilerek bu nahoş geçmişe sünger çekilmesi lehinde konuştu. Abdul Hamid’s Espinoage, The Sydney Morning Herald, 20 Mayıs 1910, s. 6.
Abdülhamid’in Jurnallerinin Yayınlanmasına Karar Verildi
“Türk hükümeti, Abdülhamid’in jurnallerinin yayınlanmasına karar verdi. 500 kutudan oluşan belgeler Yıldız sarayında Abdülhamid’in yatak odasının yanında bulunan odada ele geçirilmişti. Belgeler 33 yıl içindeki kanunsuzlukları ve politik entrikaları oratya çıkaracak” Ex-Sultan’s Journals, Kalgoorlie Western Argus, 9 Ocak1912, s.29.
Orjinal nüshaları görmek için tıklayınız
Padişah’ın Mücevherleri
Bilindiği üzere Sultan Abdülhamid tahtan indirildikten sonra şahsi emlakı devletleştirildi. Mücevherleri ise İttihad ve Terakki’tarafından Pariste çeşitli zamanlarda müzayedeye çıkarıldı ve haraç mezat satıldı. Parası ise güyâ (!) Donanma Cemiyeti’ne bağışlandı. Yani bir zamanlar, borç karşılığı Avrupa’ya rehine verilen ve Sultan II. Abdülhamid’in parasını ödetip rehinden kurtardığı Osmanlı hanedan mücevherleri, bu sefer yine Avrupa’da, yeni iktidar tarafından satıldı. Sonradan bu mücevherlerin bazısı Amerikan National Museum of Natural History tarafından toplanarak teşhire kondu. Sultan’un mücevherlerinin satışı yabancı basınında da irili ufaklı yer tuttu. Bu konudaki gazete sayfalarına yansıyan bazısı ilginç yer yer laubali haberlerden birkaç şöyle:
Abdülhamid’in Mücevherleri
Sultan Hamid’in mücevherlerinin mezatta çıkarıldığı Paris’teki müzayedeye değerli taş komisyoncularından sermaye sahiplerine uluslararası bir katılım oldu. Müzayedede fiyatlar giderek yükseldi ve günün sonunda toplam 106.000 pound ile en yüksek seviyelere tırmandı. Sabık Sultan’ın mücevherlerinin ulaştığı bu harika fiyat ilgi ile karşılandı. Satışta olası bir hırsızlık girişimine karşı da güvenlik önemleri alınarak 40 küsur polis salona serpiştirildi.
Mezatta günün şampiyonu ise üç dizi inci ve 3 harikulade kopçalı ışıl ışıl bir gerdandık oldu ve 36.800 pounddan alıcı buldu. İncilerle bezeli armudî biçimli bir çelenk taç ise 314.914 pounda satıldı. Diğer bütün gerdanlıklar toplam 10.080 pounda yeni sahiplerini buldu. Abdul Hamid’s Jewels, Sunday Times, 14 Ocak 1912.
Abdul’ün Elmasları:
Türkiye’nin eski Sultanı Abdülhamid’in 1908’da 70.000 pound a satın aldığı meşhur Mavi Elmas Paris’te 16.000 pounda satıldı. Bu parça en harikulâde renkteki elmas olarak biliniyor. Abdülhamid’in haremindeki kadınlara ait diğer 6 parça elmas da 22.000 pounda elden çıkarıldı. Abdul’s Diamonds, The Advertiser, 26 Haziran 1909, s. 12.
Havadan çekilen ilk İstanbul fotoğrafı (The Times, 15 Nisan 1922, s.9)– Kırmızı çember içindeki bina bu gün artık olmayan “eski darülfünun” binası yada yanmadan önceki işleviyle ilk Osmanlı parlamentosu.-İşgal donanması Haliç’in ağzında Beşiktaş sahil saraylarının önünde demirlemiş.-Sahilyolu (Kennedy Caddesi) henüz yok, Yedikule, Samatya, Kumkapı, Ahırkapı, Cankurtaran’da surlar hala deniz çizgisinde.
Sultan Abdülaziz’in Hal Edilmesi (The Penny Illustrated Paper and Illustrated Times10 Haziran 1876) Tamamını indirmek için tıklayınız
“Sultan Abdülaziz’in tahtan düşürülmesinde rolu olanlar, devletin bütün buhranlardan ve belalardan kurtulacağını adediyordu. Fakat bilakis bu olay hiç bir fayda sağlamadığı gibi memleketin genel durumunu daha da ağırlaştırdı. Tahtan indirme şekil bakımından Avrupa hükümdarlarına da son derece tesir etti. -Noya Fraye Prese- gazetesinin haberine göre, Rus imparatoru Aleksandr, Sultan Aziz’in tahtan düşürülüş şeklini işitince, aynı felakete maruz kalabilme korkusuyla duyduğu derin üzüntüden düşüp bayılmıştı.
İmparator ayıldığında 10 dakika kadar sessizliğini sürdürdükten sonar ‘Sultanın talihine teessüf etmemek elimden gelmediyor’ demiştir. (Son Sadrazamlar, C.II, s.562.)
Sultan Abdülaziz’in bir darbe ile tahtan indirilmesi, kendinin ve eşinin ağır hakaretler görmesi ve nihayet şüpheli vefatı üzerine, sabık padişahın kayınbiraderi Çerkez Hasan Bey bu karanlık olayda parmağı olanlardan intikam almak amacıyla o gece bakanlar kurulu toplantısını bastı.Baskın sırasında hareme kaçan Mithat Paşa ve kilere saklanan Mahmud Celaleddin Paşa hariç darbede başı çeken 5 devlet adamını öldürerek 10 kişiyi yaraladı.
Özellikle Hüseyin Avni Paşa’nın ölümü ile bu kabine baskını olayının şahsından adeta Osmanlı tarihinin akışı değişti.Ertesi gün Çerkez Hasan Bey, Et meydanındaki, Yeniçerilerden kalma çınara asılarak apar topar idam edildi. Sultan Abdülhamid tahta geçtiğinde ise bu idam sebebiyle çıkarı kökünden söktürdü.Tam o günlerde Londra’da yayınlanan bir İngiliz gazetesi bu olayı ve idam hadisesini işte bu gravür ile sayfalarına taşımıştı. (Execution of Hassan Bey at the Seraskerate, Constantinople. Illustrated London News, 8 Temmuz 1876, s.32.)
Son Yorumlar